Never Let Me Go (Beni Asla Bırakma)
Sanat, insan ruhu’nun aynası mıdır? Yoksa ruh diye bir şeyin olup olmadığını mı gösterir?
Beni Asla Bırakma çok sert bir film. Japon asıllı İngiliz yazar Kazuo Ishiguro’nun 2005 tarihli romanından uyarlanmış. Manastırvari bir İngiliz okulunda eğitim gören yüzlerce çocuk, kendilerini bekleyen korkunç gelecekten habersiz. İçlerinden üçü; Kathy, Tommy ve Ruth’un hikayesine yakından bakıyoruz.
Kathy Tommy’ye aşık; Ruth ise ikisini kıskanıyor. Üçlünün arasını açan bu aşk üçgeni oluyor. Ruhları var çünkü aşkla ilgililer. Ama kıskançlık aşk’ı yeniyor. Zamanları son derece az olan 3 genç insan, yine de birbirlerinden kopamıyor. Ortak kaderleri, onları birarada tutuyor.
Kathy (şiir gibi masumiyetiyle Carey Mulligan) aşkı için kendisini tercih etmiyor, kurban ediyor. Ruth (şeytani birKeira Knightley)’un aşkını çalmasına karşı koyamıyor. Tommy (Social Network‘teki gibi derin bir Andrew Garfield) şaşkın, her aşık gibi biraz budala. Ruth’un erotizmine kendini kaptırıyor. Kathy’i üzme pahasına..
Tüm bu duygusal izleğine rağmen film aslında bir bilimkurgu. Hiç bir sahne, bilimkurgu atmosferinde olmasa da, seyirciyi son ana kadar korumaya çalışsa da, son derece sert bir hikaye anlatıyor.
Kathy, Tommy ve Ruth, diğer yüzlerce öğrenci gibi birer “kopya” aslında. Toplumun “alt tabakası”ndan alınan DNA’larla üretilmişler. Tüm varlık sebepleri, sağlıklı bir erişkin haline geldikten sonra organ bağışında bulunmak. Bu durum filmin sonuna kadar sır olarak kalsa, daha etkileyici olacak sanki. Ama film bunu umursamıyor. Bağış demişken herhangi bir gönüllülük sözkonusu değil. Devlet politikası bu. Kanuna göre, eşleştikleri müşteriler ihtiyaç duyduğunda organları birer birer sökülüp ellerinden alınıyor. Ama kalpleri var onların. Farketmez, o da bir organ. Ama kalplerinin içinde sevgileri aşkları tutkuları var. Olsun, kalp sadece bir organ. Birbirine sırılsıklam aşık olanlar için bir ayrıcalık yok mu peki? Seven kalpler hassas olur hani? Olabilir. Olabilir mi? Bayan Emily (donuk bakışlarıyla rolünün hakkını verenCharlotte Rampling), okulun müdüresi, genç aşıklara bir ayrıcalık tanıyabilir mi? Okuldaki resim dersi, aşıkların ruhlarının birer aynası olabilir mi? Sanat galerisine en iyi çizimleri gönderenler, iyi-dürüst birer aşık mıdırlar? Bayan Emily’ye soruyor Tommy: “Bizim ruhumuzun içini görmek için yaptırmadınız mı o resimleri?”. Emily inanılmaz bir yanıt veriyor: “Hayır, sadece ruhunuzun olup olmadığını görmek istedik”. Film, seyirciyi, ne kadar korumaya çalışsa da bu sahnede sert bir kayaya toslatıyor.
Donör olduklarını bilmeyen (en azından bir süre) karakterleri bir ara “The Island“‘ı hatırlatıyor ama sadece o kadar. Kuşkusuz daha derin sorular soran bir film karşımızda. Bir dönem filmi atmosferinde açılıyor, kostümlerinden müziğine, geniş açılı planlarına, karakterlerinin makyajına, hatta geçtiği döneme kadar tüm biçimselliğiyle anti-bilimkurgu yapısında ilerliyor.
8 yıl önceki Robin Williams‘lı gerilim One Hour Photo‘dan beri sesi soluğu çıkmayan yönetmen Mark Romanek, sağ gösterip sol vuruyor. Muhammed Ali gibi; kelebek gibi uçup arı gibi sokuyor. Yanında, “28 Gün Sonra”nın senaristi Alex Garland da var. Romanı uyarlamaya çalışırken mekan bulma konusunda sıkıntı yaşayınca akıllarına “bilimkurgu atmosferinden vazgeçme” fikri gelmiş. Donör meselesini sonuna kadar gizleyerek daha etkileyici bir finale gitmeyi ise tercih etmemişler. İzlekleri aşk-ruh ilişkisi çünkü.
Kathy; aşkı için kendisini tercih etmeyen Carey Mulligan’ın cennet tanesi gamzeleriyle süslü meleksi yüzü en büyük kılavuzumuz. Onun çizdiği karakter sayesinde hepsi, “başka tanrının çocukları” gibi. Kaderlerine boyun eğiyorlar. Zaman zaman isyan etseler de. Kathy, yıllarca kavuşamadığı aşkını sakladığı kalbini niye başkasına vermesin ki? Ya Tommy? Nasıl da naif. Sonsuz aşkın kendisini kurtaracağını sanıyor. Ruth, şeytani planından geri adım atsa da artık çok geç. Üçünün de zamanı kısıtlı çünkü. Aşk, ertelenemeyecek kadar değerli, kapıyı çaldığında o kapıyı açmak gerekiyor.
Toplumların günün birinde, kansere çare için “organ yetiştiren kobaylar” fikrine evrileceğini düşünen, distopik bir hikaye bu. Bayan Emily’nin yardımcısının “zavallı yaratıklar” dediği üç “insan” üzerinden çok daha önemli şeyler söylüyor. En önemlisi de o “yaratıklar”ın da ruhları olduğunu gösteriyor. “Beni Asla Bırakma” kendi distopyasını da çağrıştırıyor. Bu tepetaklak dünyada aşk’ın bir gün sadece filmlerde yaşatılacağını varsayıyor sanki. Doğru olabilir.
Gerçek hayatta aşkı mahveden, geniş ağızlı sahte gülümsemeler var çünkü.
(Orkan Şancı, Beyazperde)