Pelin Esmer: “Hayattaki Duraklama Anları”
Gözetleme Kulesi karanlık sırlarıyla başa çıkmaya çalışırken tesadüfen yolları kesişen Nihat ve Seher’in birbirlerinin hem gözetleyicisi hem koruyucusu haline gelmelerinin hikâyesi. Pelin Esmer ile gözetleme ve gözetlenme, suçluluk duygusu ve utanç etrafında dolaşan filmini konuştuk.
Koleksiyoncu ve Oyun belgesel filmlerdi, 11’e 10 Kala’daysa Mithat Esmer’in hikâyesinden yola çıkarak bir kurmaca film yapmıştınız. Yani bir bakıma, Gözetleme Kulesi sıfırdan kendi kurduğunuz bir hikâye anlattığınız ilk film. Hikâye nasıl ortaya çıktı?
Doğru, ilk kez tamamıyla kurmaca bir film çektim. Her şey bir duyguyla başladı aslında; suçluluk duygusu üzerine sorgulamalarım beni bu senaryoyu yazmak konusunda itekledi. O duygudan sonra, sırasıyla karakterler ve mekânlar geldi. Bir mekân ya da bir karakterden değil de bir duygudan yola çıkmak, kendi iç yolculuğum adına zenginleştiriciydi; daha kişisel bir deneyim oldu bu film benim için. Hep varolan çok gündelik bir duyguyu deneyimlemeyen iki karakter üzerinde bir tür deney yapmışım gibi de düşünebiliriz. Yıllardır aklımda olan, oradan buradan toplanmış bir ses, bir görüntü, bir resim, bir sürü başka şey bir araya gelip bir resim yarattı. Ben de kendime bazı şeyleri soruyorum, mesela ‘gözetleme kulesi’ fikri nereden geldi aklıma diye. Yıllar önce bir gazetede görmüştüm, yangın gözetleme kulesi diye bir şey varmış; bir ormanda, dağın başında, tek başına biri ya da bir aile yaşıyor. Bu bir şekilde aklımda kalmış ama aslında onun üzerine film yapmayı düşünmüş değildim. Ama senaryoyu yazarken, Nihat karakteri gelişirken orayı tekrar hatırladım ve Nihat’a uygun bir mekân olacağını düşündüm. Seher ise aslında hepimizin bildiği biri, otobüs yolculukları sırasında hep gördüğümüz hosteslerden bir tanesi. Gerçi gittikçe sayısı azalıyor kadın olanlarının ama hâlâ varlar. Onların o tipik anons sesleri vardır, hiç unutamadığım bir tonlamadır o. Senaryoyu yazarken “eğer duyduğum bu anons son anons olsaydı ne olurdu?” gibi bir soru sordum kendime. Bir de kafamda, otoyolda tek başına yürüyen bir kız resmi vardı. O kız Seher oldu ve cevabını bilmediğim o “bu son anons olsa ne olur”un peşinden giderek Seher’i oluşturdum.
Suçluluk duygusu ve vicdan gibi meseleleri daha çok kendi içinde patlamalarla yaşayan, gözetlenmekten kaçıp gözetleyerek kendini iyileştirmeye çalışan bir karakter hep ilgimi çekmiştir. Nihat da böyle bir karakter. Acısını ve suçluluk duygusunu sadece bedeninde ve gözlerinde taşıyan birinin, her şey normalmiş gibi yaparak kendi kendini iyileştirme çabasını merak ediyordum, Nihat da buradan çıktı. Bu iki karakterin bir araya gelmesiyse, kendi suçluluk duygumuzla baş etmeye çalışırken karşımızdakini bu sürece nasıl dahil ettiğimiz, o kişinin hayatına nasıl müdahale ettiğimiz ve böylece kendi suçluluk duygumuzu hangi noktaya getirdiğimiz gibi konularla ilgiliydi. Gözetleme ve gözetlenme durumu çok sorguladığım bir şey, sinemanın da temel meselelerinden biri zaten. Gözetlenmeden önceki suçluluk duygusuyla baş etmekle, gözetlenmeye başladığınız andan sonraki duygu çok farklı şeyler, o dönüşümü görmek istedim biraz da.
Filmi izlerken Nihat’ın suçluluk duygusunu çok net anlıyoruz ama Seher’inki biraz daha çetrefil; onun yaşadığına tam olarak suçluluk duygusu diyebilir miyiz?
Suçluluk duymak için illa suç işlemek gerekmiyor. Hatta en ağır suçluluk duygusu, suç işlemeden duyulabiliyor. Seher’in yaptığı, yapmak durumunda olduğu şeyi kimileri suç olarak adlandırabilir. Ama suç olarak adlandırmasanız dahi bu, Seher’in hayatı boyunca suçluluk duymasına engel değil.
Bir bakıma utançla karışık bir suçluluk duygusu mu bu? Hatta başka durumlarda yaşadığı gibi burada da, aslında başkasının duyması gereken suçluluk duygusunu Seher taşıyor belki de.
Evet, utançla karışık bir suçluluk duygusu daha da katmerleniyor ve baş etmesi çok daha zor bir vicdan meselesine dönüşebiliyor. Tabii, birilerinin duymadığı suçluluk duygusunu başka birilerinin taşıması da var burada. Öte yandan, suçluluk duygusu -çok ağır olmakla birlikte- o kadar da kötü bir şey değil diye düşünüyorum. Hayat boyu baş etmeyi öğrenmek zorunda olduğumuz bir şey ama ortadan kalktığında da çok daha vahşet dolu oluyor hayat. Hiç suçluluk duymayıp hiç sorgulamayarak yaşayan bir insan çok daha büyük, çok daha ağır suçlar işleyebilir. Bunun için o duygu ne kadar zor olursa olsun, azımsanacak bir şey değil bence. Hayata karşı duyulan bir sorumluluk da aslında.
O suçluluğu kimse görmezken yaşamakla, görünür bir biçimde yaşamanın farkından bahsettiniz. Nihat’la Seher birbirlerinin suçluluk duygusunu görünürleştirerek, bir anlamda birbirlerini iyileştiriyorlar demek mümkün mü?
Neden olmasın? Ben de böyle düşünmek isterim. Bir yandan evet, o duygu hayatlarını zorlaştırıyor. Ama suçluluk duygusunu paylaşmak, o yükü paylaşmak adına hafifletici bir şey de olabilir. Zaten bu çelişkiyi biraz da bu paylaşımın kendisi getiriyor. Bazen gözetlenmek de o kadar korkunç bir şey olmayabilir. Nihat’ın olaya şahit olmasından bahsetmiyorum tabii; Seher’in duygularını gözetlemesinden bahsediyorum. Aynı şekilde Seher’in Nihat’ın hikâyesini öğrendikten sonra da onu gözetlemesinden.
Gözetleme meselesi filmde ses üzerinden de işliyor. Kulak misafiri olma, istemeden duyma, yan odadan ya da telsizden gizlice dinleme gibi motiflerle destekleniyor.
Evet, haklısınız. Ses, nispeten kaçabileceğimiz bir şahitlik olabilir. Yani bir şeyi görmeden emin olamıyoruz; duymak ise hep beraberinde bir şüphe getiriyor. Tabii, Seher’in telsizde duyduğu şey çok şüphelenilecek bir durum değil ama eğer istersen manevra yapabileceğin bir şey; istese duymamış gibi de yapabilir. Ama duymak onun da işine geliyor çünkü çok ciddi, ağır bir gözetlemenin altında ve o bilgiyi bir güç olarak kullanıyor. Orada eşitleniyorlar bir anlamda. Ben bazı şeyleri yaparken değil de sonradan düşünüyorum, niye yapmış olabilirim diye. Telsizleri biraz da bu yüzden kullanmış olabilirim. Adamlar görünmüyorlar, Nihat görünmüyor ve gözetlenmiyor. O anlamda Seher gelene kadar rahat. Ama sonuçta her ne kadar kaçmaya çalışsa da, diğer bekçiler sesleriyle de, sorularıyla da müdahale ediyorlar hayatına.
Nihat sürekli “her şey normal” demek zorunda bir kere. Filmin içinde aslında toplum baskısı çok görünür olarak değil de, çok daha içselleştirilmiş haliyle var. Nihat’la ilgili verdiğiniz örnekteki gibi, annesinin Seher’in başına gelenlerin üstünü örtecek olması gibi, babasının belki de bunlardan haberinin bile olmayacak olması gibi. Aslında hepsi, eksiklikleriyle bir tür baskı unsuru olarak varlar.
Evet, çok daha ağır bir şekilde var o baskı aslında. Filmde dayının olmaması, anne ve babanın sadece bu kadar olması da bu yüzden. Çok az görünüyorlar ama filmde çok büyük bir ağırlıkları var. Yani film o noktadan sonra bir U dönüşü yapıyor. Onların olmadıklarında görülen baskı, çok daha ağır bir suçluluk duygusuna ve vicdan azabına dönüşebiliyor.
Nihat’ın saklanmak için seçtiği gözetleme kulesi doğanın içinde, ferahlık hissi veren bir yer aslında. Seher de gözlerden kaçmak ve daha özgür olabilmek için yollara düşüyor. Bir bakıma bu mekânlar, hikâyenin klostrofobisiyle tezat oluşturuyor. Bu tezat, mekân seçimlerini yaparken gözettiğiniz bir şey miydi?
O tezat ve çelişkiyi çok önemsiyorum. Yollar biraz mekânsızdır, belirsizdir, garip bir özgürlük duygusu verir. Kule de, yol üstü otogar da, bu karakterlerin ait olmadıkları ve olamayacakları geçici durak yerleri, ‘ev’ değiller nihayetinde. Karakterlerin mekânlarıyla özdeşleşmemeleri durumu, her iki karakter açısından da çok uygundu benim için. Nihat’ın kendini iyileştirmeye çalıştığı, acısını üfleye üfleye geçirmeye çalıştığı bir dönem bu. Bağırıp çağırmadan, başkalarını dahil etmemeye çalışarak, kendi kendine, bir kedinin yarasını yalayarak iyileştirmesi gibi iyileşmeye çalışan bir adam Nihat. Öyle bir adamın, hem gözetlenmeyeceği hem de doğada, neredeyse sadece hayvanlarla iletişim kurmak durumunda olacağı bir yer olarak düşündüm kuleyi. Bir yandan aslında akıp gitmek de istiyor Nihat. Bir kasaba ya da bir şehirdense doğaya teslim olarak akıp gitmek istemesi ve oradan iyilik sağlamaya çalışması bana çok doğal geliyor. Çünkü hepimizin sınırlarını doğa belirliyor. Bazen çözemediğimiz bir şey olduğunda, çok insani olarak, bizim dışımızda bir gücün bizi yönlendirmesine ihtiyaç duyuyoruz. Nihat’ın ihtiyacına karşılık gelen şey de doğa. Çünkü hayvanlar ona soru sormayacaklar. Soru sormaya başlayan insanlar olunca huzursuzlanmaya başlıyor. Ama onu tamamen tecritte, bir Robinson Crusoe gibi de hayal etmedim asla; hayatın içinde, para kazanması gerekiyor, işe giriyor ama kendi için seçtiği en emniyetli yerde. Seher de aynı şekilde hayatının bu noktasında, kendine çok emniyetli bir yer bulmak zorunda. Elin adamlarının ilk bakışta çok emniyetsiz görünen küçük otogarına sığınıyor ve bir şekilde o ‘elin otogarı’ onun için en emniyetli yer haline gelebiliyor. ‘Emanet’ kavramımızın çok tekinsiz bir yeri, tekinsiz bir adamı nasıl tekin bir hale getirebileceğini, Menderes Samancılar’ın oynadığı karakterin samimi olmasa bile emanet kavramıyla, otogarı kız için daha emniyetli bir yer haline getirebileceğini göstermek istedim. Kızın büyük bir çelişkiyle, dayısının referansını kullanarak kendine bir emniyet alanı yaratmasını istedim. Hepimiz bir şekilde böyle sığınaklar bulmaya çalışıyoruz. Kısacası Seher için otogar, Nihat için de kule, hikâyelerinin bu noktasına çok denk düşen mekânlardı bence.
Peki, bir gözetleme kulesi bulmakla mı başladı filmin mekân araştırması?
Evet, kule bakmakla başladı. İşin en keyifli tarafı da buydu. Türkiye’nin her yerinde, orman olan her yerde var gözetleme kuleleri. Akdeniz olmazdı, bir yerde çok olağanüstü bir kule görmüştüm ama Akdeniz (Mediterraneo, 1991) filmini andıran bir havası vardı ve bu filme hiç uymuyordu. Aramaya Batı Karadeniz’den başladık ve ikinci ya da üçüncü gezimizde burayı bulduk. Yenilenmiş, pimapenli kuleler var ve ben onlardan birini kullanmak istemiyordum. Şansıma, iki yıldır çalışmayan ve yıkılmak üzere olan bu eski kuleyi bulduk. Sağolsunlar, orayı o haliyle kullanmamıza izin verdiler ve hâlâ da öyle duruyor. Sanki bu film için bekliyormuş beni bu kule.
Az önce kendini doğaya bırakmaktan, insanın sınırlarından bahsettiniz. Bu noktada akla, en kritik anlardan birinde, yıldırımın düştüğü sahne geliyor. Bu bir anlamdadeus ex machina yani tanrısal bir müdahale mi, yoksa doğanın bize sınırlarımızı hatırlatması gibi bir şey mi?
Aslında daha çok doğanın akışı içinde olan bir şey, çok derin altmetinlerle yazdığım bir sahne değil. Ama evet, tabii ki ben yapmasam yıldırım düşmezdi yani. (gülüyor) Filmde “öyle denk geldi” dediğim çok durum var aslında, iki karakterin de kendilerinden bağımsız olarak, hayatlarında “öyle denk geldiği için” öyle yaşanan şeyler var. Bu denk gelme durumu ikisi bir araya geldikten sonra da devam ediyor. Hayatını ne kadar planlı programlı kursan da, hedeflerini belirlesen de, bunun için çok çaba sarf etsen de, senin dışında, kimi zaman doğa, kimi zaman başka bir insan, kimi zaman devlet, aile, yani başka bir güç senin hayatına bir müdahale yapıyor. Sihirli bir değnekle hayatımızı yönetmiyoruz, öyle bir şey mümkün değil. Bu, kadercilik demek de değil ama hayatta bazı durakların, planlamadığın bazı duraklamaların olduğuna inanıyorum ve bu duraklamalar ilk başta seni yolundan şaşırtsa da, seni mutsuz etse de, zaman içinde onun farkındalığıyla yine yoluna başka bir şekilde, daha zengin bir şekilde devam edebiliyorsun. Oradaki yıldırım da, ikinci ya da üçüncü defa yolundan dönmek zorunda olan Seher için, bunun ille de yolun sonu demek olmadığını söylüyor. Bazı anlar var ki o şekilde yaşanmak durumunda. Belki öyle bir an olmasa, yıldırım düşmese ve Seher gitse, başka bir felaket gelecek başına. O an, onun duraklaması gerekiyor ve bunun dışında bir müdahaleyle bu duraklamanın olması, müdahalenin bazen bizim elimizde olmadığı anlamına geliyor.
İki karakter sanki birbirlerinin eksikliklerini, gereksinimlerini tamamlıyor. Filmin sonunda, şefin geldiği sahnede Nihat’ın Seher’i “karım” diye tanıtmasıyla birlikte, bir bakıma farklı bir aile oluşturduklarını söyleyebilir miyiz?
Hayır, hiç öyle düşünmedim ben, hâlâ da öyle olduğunu düşünmüyorum. Orada şefin Nihat’ın Seher’i “karım” diye tanıtması, Nihat’ın istemeyerek de olsa yok ettiği bir fotoğrafı kes-yapıştır yöntemiyle yeniden yaratmaya çalışması aslında benim için. Ama bazen işte orada yaptığınız kes-yapıştır o fotoğrafa uymuyor, o kareye büyük geliyor, küçük geliyor, dar geliyor. Hayatı o kadar keserek, yapıştırarak, bir şeyi öbürünün üstüne koyarak götüremiyoruz. Ama Nihat’ın oradaki çabası çok insani bir çaba bir yandan da; “bir aile kurayım” dürtüsünden çok, yok ettiği şeyi yeniden bütünleme çabası.
O çocuğun üzerine o kadar titremesi de bunun bir belirtisi herhalde, Nihat’ın suçluluğunu aşmasının ya da telafi etmesinin bir yolu. Diğer yandan Seher, ormandaki konuşmasında aslında üst üste bir sürü soru soruyor ama film bütün o soruları cevapsız bırakmayı tercih ediyor.
Seher’in durumunu öğrendikten sonra Nihat’ın kendi içindeki suçluluk duygusuna ne olduğunu, o noktada kendi yolculuğunun neresinde olduğunu daha çok önemsiyorum. Filmin sonundaki ‘üç nokta’ da sorgulamanın süreceğine dair bir atıf gibi.
Film Nihat’ın yüzünde sonlanıyor. “Tamam buraya geldik, iyi ama bundan sonra ne olacak, ne olabilir?” gibi bir soru işaretiyle.
Dediğim gibi benim için önemli olan, bundan sonra ne olacağı değil de, Nihat’ın bundan önce yaptıklarını sorgulaması. İzleyici adına bu soruları benim sormam çok doğru değil tabii ama o sonda görünen yapacaklarının değil yaptıklarının sorgulaması içinde olan Nihat. Az önce öğrendiği şeyi öğrenmemiş olsaydı nasıl devam ederdi hikâyeye, öğrendikten sonra nasıl devam edecek sorusu da olabilir, kendi iyiliğini sorgulaması da olabilir. O kişisel sorgulamayı daha çok önemsiyorum. Temel olarak Nihat’ın dışa vurmadığı, kendi içinde yaşadığı hikâyeye yöneldiğim için, filmin sonunda da onun iç dünyasında kalmayı tercih ettim. Ne olacağından çok bunu önemsedim. Ne olacağı belirsiz, evet; Seher daha uyuyor orada. Seher uyandığı zaman ne olacak, bilmiyorum. O biraz Seher’e kalmış bir şey. Ben daha ziyade hayattaki o duraklama anlarına yoğunlaşmak istedim.
Söyleşi: Senem Aytaç, Berke Göl
ALTYAZI
Söyleşi metnini deşifre eden Uğur Çalışkan’a teşekkür ederiz.