Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Şunun için etiket arşivi: Erdal Öz

admin

Erdal Öz – Cam Kırıkları

in Öykü

Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. İçerisi dumanla kaplı. Gözlerim yanıyor.

Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; ‘Küçük Bilmem ne Kulüp’te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, -böyle şeyler işte- sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı…

Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:

“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”

“Bana mı söylüyorsunuz?”

“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.”

“Siz mi?” diyorum.

“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı. Savcıydım, bilmem anlatabildim mi? Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.”

Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Kızlardan ikisi çok güzelmiş.

“Taze badem gibiydiler,” diyor.

Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: ‘İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz’ diye.

“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi?” diyor.

Bir sigara yakıyor.

“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Kasabanın eşrafı da orada. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Herkes canım. İçiyoruz…”

Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular.

“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.”

Bakmış. ‘Baktık’ demiyor, ‘baktım’ diyor.

“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.”

“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş ‘keltoş’ toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi?”

“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu.

“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor.

Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum bana sövdüğünü sanmasınlar diye, ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş; bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle:

“Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına. ”

Oysa bana ne.

“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.”

Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri.

“Öyle olsun,” demiş.

Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha.

Savcı bozuntusu anlatıyor:

“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor.

Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış.

“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda…”

Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor.

“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş.

“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor , -elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu- ” iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.”

Gülüyor. Keyifle gülüyoruz.

“Ama nasıl?”

Elimde olmadan,

“Nasıl?” diyorum.

Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor:

“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o ince dantelli şeye değil mi?”

Masada birkaç ağızdan ‘evet’ çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor.

“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor.

Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri,

“Eee?” diyor.

“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı neydi. Sabaha kadar… Hem içtik, hem…”

Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor.

“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek”

Hıyar gibiymiş memeleri.

“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor.

Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. İçerisi tıklım tıklım dolu. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum. Charlie Chaplin’in ‘Sahne Işıkları’ filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum.

“Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız…

“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.”

Emniyet müdürü oyalamış onları.

“Ulan Cumhuriyetin savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikayetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.”

Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi… Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.

Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.” O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze gelip kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla…

“…Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi. Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.”

Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez.

“Vay anasını!” diyor karşısındaki.

“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi.

Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum.

Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,” diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorum onu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üst dudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum. “Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek misin?” diyor.

“Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,” diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse kanatan cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken…

“…İçsene!”

Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum.

“Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor.

Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum.

“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.”

Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum.

Mavi gömleklisi atılıyor öteden:

“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.”

Eğilip bana soruyor mavi gömlekli:

“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?”

Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne?

“Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.”

“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli.

“Olsun,” diyorum karşımdakine, -bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum- “yaşamışsın ya, sen ona bak.”

“Orası öyle,” diyor karşımdaki.

Orası öyleymiş.

Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara… Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki ‘Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim.

Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses.

Başımı sallıyorum.

“Yahu bu saatte nereye?”

Bir elim havada,

“Bozdoğan Kemeri’ne,” diyorum.

(Erdal Öz, 1962-2001)

admin

Erdal Öz – Sular Ne Güzelse

in Öykü

Üzerine oturduğum kayalığın karanlık kovuklarına küçük patlamalarla vurup duruyor deniz.Puslu, kapanık bir göğün altında yürüyüp geldim buraya.

Yıkık sur kapısını geçince, sur duvarlarının içine oyulmuş, altı yedi kişinin güçlükle sığdığı o küçük içkievini görmüştüm önce. İçeridekiler görmesin diye pencerenin önünden eğilip geçmiştim. Sonrası birdenbire denizdi.

Kuma çekilmiş karanlık, uzun sandalların arasından geçtim. Uçtaki bu karanlık kayalığa nasıl gelip oturduğumu hatırlamıyorum. Sigara yakmak için kibritimi çakınca, kayıkların ötesinden birinin, ben de buradayım, der gibi bana doğru öksürdüğü aklımda.
Ötelerdeki fener, o sonu gelmez dönüşleriyle uzun ışık çubuklarını denizin üzerinde dolaştırıp duruyordu. Fenerden ara sıra bana kadar uzanan ışık çubuklarında görebildiğim denizi ellerimle tutacak gibi oluyordum.Getirip geceye süslediğim, getirip denizle gecenin buluştuğu yere koyduğum yüzüne ışıklar vurup vurup geçiyordu. Sana sigara içişlerini ekliyordum da, kibriti yakarken yine ellerim titriyordu. İnce parmaklarının arasında tuttuğun sigarayı dudaklarına yapıştırıp bana doğru eğilişin; kibritin alevine sokuluşun; o düzgün, öpülesi dudaklarının arasından dağılan, bir öpücük gibi yüzüme konan o ilk duman; sonra da masaya dayalı dirseğinin üzerinde bir kuğu boynu gibi yükselen biçimli kolunun ucundaki küçücük elinin parmakları arasında tüten sigaranın gerisine çekilip arkana dayanışın.

Var gibi yok gibi bir görünüp bir silinen yüzünün üzerinden deniz fenerinin ışık çubukları, belli aralıklarla gelip geçerken, sağa sola her dönüşünde savurduğun kalın örgülü saçınla süslediğin güzel yüzünü bir ben görebiliyordum. Bir keresinde yüzün yine aydınlığa girince, yanağında, dudağının hemen biraz sağında, oracıkta, bir küçük sinek ısırığı görmüştüm de, yaşanırlığın küçük de olsa bir belirtisi saymıştım onu; sevmiştim. Seni bir resim gibi, bir heykel gibi düşünmek istemeyişimdi belki. Yaşayan, soluk alıp veren, konuşan, öpüşen, gülen, sırasında ağlayan, mutluluğu özleyen, ama acı çeken, yalnızlıktan bunalan ve bunalmayan deliceleri olan genç bir kız diye sevişimdi seni.

Sokağınızı bulduğumda güneş daha batmamıştı.

Tahtaları kararmış, ince demir parmaklıklı pencere önlerinde saksılar dolusu renk renk camgüzelleri sıralı, ikişer üçer katlı ahşap evlerin, boyaları dökülmüş kapılarında ’48’ numarayı arıyordum; senin verdiğin numarayı. Bir kağıda yazmıştım. Unutmamak için boyuna elimde buruşturduğum kağıda bakıyordum.

“Köşedeki bakkala sor,” demiştin.

Sormuştum. Bakkalın başı kalabalıktı. Yüzüme dik dik bakmıştı. Aldırmamıştım. Başından savar gibi buraları söylemişti.

“Önünden tren geçer,” demiştim.

Kapılarda numaraları arıyordum. Ansızın, müthiş bir gürültüyle müthiş bir tren geçmişti yakınımdan. Dalgınlığımın içinde hiç beklemediğim bir patlamaydı trenin geçişi. Neden bilmem, ilk evin basamaklarına atıvermiştim kendimi; sanki trenin üzerimden gelip geçmesinden korunmuştum böylece. Kirli mavi vagonların çok yakınımdan akıp geçişi başımı döndürmüştü.

Kapıların hiçbirinde numara yoktu. İkişer atlayarak, evleri, kapıları sayarak yürüyordum. ’48’ numaralı olduğunu sandığım kapıyı bulduğumda yüreğim durmuştu sanki.

Yukarılara bakmıştım; evin ikinci katına. Pencereler açıktı, ama sensizdi. İyi ki sensizdi. Kimdi o kadın, bilmiyorum, kara bir başörtüsünün altına gizlemişti yüzünü; baktığım, perdeleri çiçekli pencerelere bakmıştı da, buruşuk, öfkeli, ince bir sesle,

“Kimi arıyorsun?” demişti.

Öyle ansızın, öyle dövercesine sormuştu ki, utanmıştım.

“Buralarda Şefik beyin evi olacak; onu arıyorum. Acaba siz…”

Bakışları, birden o örtülü kötülükten arınmış, bu kez de meraklı bir gülümsemeyle doluştu.

“Şurası,” demişti.

“Şurası” dediği, başıyla gösterdiği eve bakmıştım.

“Şu taş basamaklı büyük ev.”

“Şu köşedeki mi?”

Başını sallamıştı.

“Sağolun.”

Kapattığı yüzünden genç mi yaşlı mı olduğunu anlayamadığım kadının, yüzünü açıp arkamdan şaşkın şaşkın baktığını sanıyorum.

Köşedeki taş basamaklı üç katlı büyük evin kapısında da numara yoktu. Görülmek de istemiyordum; çekiniyordum. Üstelik, evin ikinci katının penceresinden tren yoluna uzatılmış uzunca bir değneğin gerdiği iplere kurusun diye bebek çamaşırları asılmıştı. Senin anlattığın eve hiç benzemiyordu. Bir başka Şefik beyin evi olabilirdi. Bir suçlu gibi sıvışıp gitmiştim o evin önünden.

Gecikiyor olmanın telaşı içinde dönüp bakkala bir daha sordum. Başı çıplak bakkal, müşterisi olmadığımdan belki, kapının dışına kadar çıkıp yolun çok daha ilerisini gösterdi eliyle. Açtım adımlarımı. Başka bir Şefik beyin oturduğu taş basamaklı evin önünden hızla geçtim. Köşeyi dönünce sokağı kız çocuklarıyla dolu buldum. Sizin olması gereken, perdeleri açık ama sensiz olan ahşap evin, beni bir an korkutan, beni belki de bilinmez bir gelecekte içine alacak olan evin önünde, bilmediğim çocukça oyunlarının içinde buldum onları. O kadar garip bir görünüşüm mü vardı, bilmiyorum, ama o sokak için alışılmamış, yabancı biri olduğumdandır belki, beni görünce bıraktılar oyunlarını, donuk gözlerle bana bakarak kalakaldılar oldukları yerde.

Senin gibi sarı saçlısı, gözlerimin içine kadar sokulup baktı bana. Ne yapacağımı bilemedim. Bir suçlu gibi geri çekildim. Neden sonra toparladım kendimi,

“Çocuklar,” dedim, “Şefik beyin evini bilen var mı aranızda?”

Anlamamış gibi, oldukları yerde, suskun, durdular öylece.

“Sizin mahallenizde değil mi burası?”

Saçları senin gibi sarı olanı, çekingenliğini gerilere itip konuştu sonunda:

“Bizim mahallemiz tabii.”

“peki, bu sokakta oturan var mı aranızda?”

“Bu sokakta oturuyoruz,” dedi saçları sarı olan.

Birden aklıma geldi; iyi ki geldi: adınla sordum seni, hiç çekinmeden.

“Tanımıyor musunuz onu?” dedim. “Burada oturuyorsanız tanıyor olmalısınız.”

Sevinçle cıvıldaştılar. Sokak, bir anda şarkılandı. Başlarını kaldırıp bir ağızdan sana seslendiler.

Sarı saçlısı, -ne güzledi gözleri- bir yandan sana seslenirken, bir yandan da koşuyordu sizin eve doğru.

“Çocuklar, durun biraz!”

Aklıma ilk geleni yaptım: dönüp hızla uzaklaştım oradan. Kaçtım da diyebilirim. Köşede bir an durup soluklandım; dönüp baktım: Kolsuz, deniz gibi kazağınla ikinci katın penceresindeydin. Hemen önünden geçen elektrik tellerine takılmış bir uçurtma gördüm. El sallayacaktım sana uzaktan, ama arkanda beliren bir hanımın yüzü -annen olmalıydı-, bir de tam o sırada gürültüyle yanıbaşımdan geçen yeni bir tren, yeniden adımlarımı açmak zorunda bıraktı beni. Yukarıda caddeye çıktığımda tren sesi uzaklardaydı. Yokuş yukarı koşar adım yürümenin hiçbir anlamı yoktu; bir açıklaması da. Düzlüğü bulunca, bir taşın üzerine yığılınca anladım bunu. Üst üste birkaç sigara daha içtim orada. Uzaklardan, sizin oralardan bana kadar uzanan karşı yönden gelen bir başka tren sesiyle oturduğum yerden kalkıp tramvay yoluna çıktığımda sokak lambaları yanmıştı.

Ben bu türkülerle büyüdüm. Beni ninnileyen, ağıtlayan, mutlayan, beni ‘ben’ yapan biraz da onlar. Ben onlarsız yapamam. Ama bu yoğun, bu karanlık gecede, denizi, gökyüzünü, seni, beni birbirimizden alıp birbirimize vuran bu türkülü, bu bol sigaralı gecede, az ötemdeki uzun, karanlık, yorgun kayıkların oralardan gelen o öksürüklü türkü, neden beni böyle duygulandırıyor, anlamıyorum.

Bir ara, bir sigara ateşinin, oralarda, yorgun kayıkların hemen ötesinde ateşböceği gibi parlayıp söndüğünü görür gibi oldum.

Oydu söyleyen. Kendini de, bilmeden beni de savuran oydu; o ateşböceği gibi yanıp sönen sigarasının ucundaki adam. Bu uçtaki kayaya gelip oturduğumda, ilk kibriti çakınca, uzun, karanlık, yorgun kayıkların oralarda görür gibi olduğumdu. Sevişmenin, aşkın bile hoş görülmediği, horlandığı, düpedüz yasaklandığı; ancak ayrılıkların, acıların seslendirilip türkü olduğu bir toplumda, oydu daha önce yaşanmış bir sevdanın acısına en ağır, en çırılçıplak, en bıçaklı ağıtı yakan. Bir yangın yerinde, içimize vuran büyük yalazları körüklüyordu sanki. Kayıkların ötesinde kumlara uzanmıştı belki de; ayaklarını denize sokmuştu belki de; bu sonsuz gecenin altında, alçalmış karanlık bulutların altında, deniz yüzeyinde, kendince, ezilmişliğin, kahrolmuşluğun tarihini yazıyordu belki de. Geceye, gökyüzüne, görünmez engin denize karşı, içindeki Tanrıyı büyüterek, biraz da kendi Tanrılığını seslendirerek dolduruyordu geceyi kendince.

Yavaşça kalkıp gitsem şimdi yanına. Birden aydınlatıversem yüzünü, onu bütün içiyle, o kocaman çırılçıplak içiyle görebilir miydim? Sanmıyorum. Kirli açık yakasından içine sızan yüzündeki ıslaklığı görmeme kızardı sanıyorum. Yarattığı büyü bozulurdu.

Türkü durmuştu. Altımdaki kayalığın kovuklarına, deniz küçük küçük vuruyordu. Bir sigara daha yaktım.

Herkes sokaklarına, evlerine; herkes perdelerinin ardına çekilmişti. Herkes akşam yemeğini yemiş, herkes kendi gecesine çekilmişti. Akşamüstü, önünde kız çocuklarının oynadığı, senin gibi sarı saçlı küçük kızın “Bak seni bir ağabey arıyor!” diye penceresine seslendiği, ’48’ numaralı olması gereken, numarası düşmüş ahşap evin kapısıydı bu. Güneşin batmak üzere olduğu saatte gelip bulduğum, geceye hazırladığım evin kapısı.

Ellerim titriyordu kapınızı çalarken. Arkamda iki teyzem duruyordu; karanlıkta iki eskimiş bacı. Kapının üstündeki cam birden aydınlanıvermişti. Arkamı dönünce, iki eski bacının yüzlerini görmüştüm vuran aydınlıkta. Sonradan söylediler: hızla sarılıp ikisini de yanaklarından öpmüştüm.

“Saat 21.30’da çıkın; sizi şu ilerdeki köşede bekleyeceğim,” dediğim aklımda.

İkisi de bu kentin, hele bu sokağın yabancısıydılar. Orada burada dolaşacak, söylediğim saatte gelip bekleyecektim onları köşebaşında.

Kaçar gibi uzaklaştım oradan. Köşedeki lambası kırılmış elektrik direğinin karanlığına sığındım. Kapının açıldığını, yola doğru uzayan aydınlığın içinde kalan iki bacının içeri çekildiğini, ışığın daralıp yok olduğunu, kapının kapandığını izledim oradan. Bitişik evlerden görülmek korkusuyla, yoldan geçen herhangi biriymiş gibi geçtim evinizin önünden. Bir de ıslık sıkıştırdım dudaklarıma. Kim olsa anlardı garipliğimi. Sizin katın ışıklı, çiçekli basma perdelerinde, beklediğim gibi, koyu pembe gölgeler oynadı, sonra her şey durdu.

Ne zormuş. Aklımın ucundan bile geçirmezdim. Ben hiç böylesine sevmedim ki.

Orada saatin bir an önce 21.30’u bulmasını, iki eski bacının evden çıkıvermelerini nasıl isterdim. Ne yaptığımı bilmeden ışıklı alana kadar koşar adım yürüdüm. Işıklı yalnız kahveye oturmak geçti içimden, bir bardak çay içmek geçti, ama nedense göze alamadım.

Sen bütün bu küçük güzelliklerin de en güzel ablasıydın; tıpkı sokağınızdaki çocukların ablası olduğun gibi. Bense, seni bütün bu şeylerden alıp koparacak bir yabancı, bir dışarlıklı. Hakkım yok gibiydi buna.

Birden yine bir tren, yakınımda. Köşedeki bakkaldan, çıplak ayaklarına geçirdiği kırmızı plastik terlikleriyle on beşinde bir kız çıktı sokağa, geçip giden trenin arkasından baktı bir süre; -ona ilk kez başka türlü baktığımı anlayıp şaşırdım- trenin soluk aydınlık camları ardı ardına akıp gidince yine dönüp bakkal dükkanına girdi kız.

Kahvenin, bakkal dükkanının alana vuran ışığında beş oğlan çocuğu top oynuyordu. Birisi, en küçük olanı, donsuzdu, yalınayaktı, küçük çüküyle topun ardında koşup duruyor, ama topla bir türlü buluşamıyordu.

Üstünden tren geçen köprünün altından geçtim. Nemli bir karanlıktı. Odun deposunun önüne bırakılmış büyük kırmızı kamyonun arka lastiğine uzun uzun işedim. Yolun sağındaki daracık kaldırımda yürüdüm. Kaldırım boyunca uzanan yüksek sur duvarları karanlığı gökyüzünden indiriyor gibiydi. Niye olduğunu bilmeden tam yine koşmaya başlayacaktım ki, yıkık sur kapısını gördüm yanımda. Durdum. Uçucu bir çekingenliğin getirdiği ince, belirsiz bir ürpertiyle karanlık kapıdan geçtim. Kimsecikler yoktu. Aysız bir geceydi. İşte orda, ansızın, sur duvarlarının içine oyulmuş o küçük içkievini gördüm. Ancak altı yedi kişinin güçlükle sığıştığı küçücük bir yerdi. Duman içinde birtakım alacakaranlık yüzler. Görmesinler diye pencerenin önünden eğilip geçtim. Sonrası birdenbire denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep sevdim ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni öyle sevdim.

İşteyim. Kayanın ucuna oturmuş, denizle gecenin ortasına getirip koyduğum yüzünleyim.

Ne diye o iki eskimiş teyzemi alıp getirdim size. Sen istedin belki, ama niye? Ah, şimdi kimbilir ne kadar sıkılıyorsundur. Bilmiyorum, o kırmızı, yakası açık giyiminlesindir; nazlı bir kırmızı lale gibi utangaç, sevinçli, kederli, ortalarda salınıyorsundur. Öyle ya, az sonra kız istenecek; susulacak, konuşulacak, gülünecek, sözde düşünülecek; belki de söz kesilecek. Kolay değil. “Kızımızı oğlumuza istiyoruz” denilecek. Onlar sana bakıyorlardır. Biliyorsun, sen kimselere bakamıyorsun. Ama kimbilir ne güzel bakamıyorsun.

Birden aklıma saat geliyor. “Saat 21.30’da çıkın,” demiştim. Saati görmek için kibriti yakıyorum. Ellerimde titriyor kibritin alevi. Daha yarım saatim var. Duramıyorum, kalkıyorum.

Küçük içkievinin önünden yine eğilerek geçiyorum. Birdenbire deniz de yok işte. Birdenbire trensiz bir tren köprüsü. Sonra birden, çocukların oynadığı o ışıklı, kahveli, bakkallı, top oyunlu alan. Topun ardında koşan donsuz ufaklık yok. Başka çocuklar doluşmuşlar alana. Yazlık kahveye giriyorum. Aydınlıkta karanlık yoğun gece birden yok oluyor. Deniz işçileriyle üç yedek subay öğrencisi üç masaya doluşmuşlar. Hepsi de bana bakıyor gibiler. Boş bir masaya oturuyorum. Yandaki masalardan birinde bir bardak kırılıyor. Bardağı kıran, o kara ceketli işçi değilmiş, çok uzun bir bardakmış, kolu takılıvermiş; öyle söylüyor. Sonra birden, unuttuğum alana koşuşan çocukların gürültüsü sarıyor ortalığı. İki genç kız, göstermelik yürüyüşleriyle, incecik yazlık giyimlerinin altında beliriveren yuvarlak, diri kalçalarını, küçük dik göğüslerini oynata oynata, kol kola alanı bir uçtan bir uca geçiyorlar. Arkalarına iki arsız ıslık takılıyor; kıkırdıyorlar. Yaşlı garson, güneşlerin, yağmurların eskittiği masalara çaylar dağıtmaya başlıyor. Seninle karşılıklı çay içtiklerimiz geliyor aklıma; saklı gizli buluşmalarımız, öpüşmelerimiz, ama hep saklı, hep gizli; her zaman her yerde.

Teyzelerimi, o yorgun eski kadınları ta nerelerden getirdim; biliyorsun. Bu koca kentin yabancısıdırlar. İkisi de en sevilesi çağlarında dul kalmışlar. Erkenden eskimiş iki bacı, bırakıldıkları ölü bir kasabada birlikte oturuyorlar, birlikte yaşlanıyorlar şimdi. Bakma, kendilerince hoşnuttur onlar. Mutluluk, onların görmedikleri, bilmedikleri, yaşamadıklarıdır. Bu yüzden, hiç aramazlar mutluluğu; bilmedikleri, tatmadıkları için de mutsuz değillerdir. Bir garip, anlatılmaz yalnızlıktır onlar; iki kişilik bir yalnızlık. Evlerinde kedileri vardır. Bahçede küçük bir kümeste tavuk beslerler. Büyük teyzem çiçek delisidir; saksılarla doludur ev içleri, cam önleri. Küçük olanıysa durmadan dört bir yanı süpürür, siler, döşeme tahtalarını sarıya boyar. Eve gelenleri ayakkabılarıyla almazlar içeriye; kurumuş, boy boy konuk terlikleri vardır; üşenmeden hemen onları çıkarıp koyarlar çift çift, gelenlerin önüne. Ufak tefektirler, ama ikisi de boğazlarına düşkün kadınlardır. Erkenden de yatar uyurlar. Kocalarından kalma birer evin tek sahibidirler. Çocukları da yoktur. Evin birinde otururlar, öbür evin geliriyle de yaşarlar. Kendileri gül gibi geçinip gittiklerini söylerler. Azla yetinmenin buruşmuş çiçekleridir onlar. Böyledirler işte.

Birden saat geliyor aklıma. Yavaşça bileğimdeki saate bakıyorum: Saat 22.00. Bilerek gecikmenin anlatılmaz keyfi içinde çayın parasını masaya bırakıp kalkıyorum. Yavaş, isteksiz adımlarla alanı geçiyorum.

İki şaşkın kumru gibi sokağın köşesinde beni bekliyorlardır şimdi.

Biliyor musun, seni çok seviyorum. Bu gece senin için bir öykü yazacağım.

(Erdal Öz, 1957-1997, İstanbul)

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Küskün Kahvenin Türküsü
  • Basit Bir Olay
  • Dördüncü Protokol
  • Kırmızı Han (La Comédie Humaine #82)
  • Şeytan
  • The Death of Ivan Ilyich

Site istatistikleri

  • 1
  • 177
  • 158
  • 7.741.491
  • 3.070.865

Etiketler

Behçet Aysan Metin Altıok Hasan Hüseyin Korkmazgil Kerim Korcan Ömer Bedrettin Uşaklı Ercüment Behzat Lav Oruç Aruoba Louise Gareau Des Bois Lale Müldür Edip Cansever Bedri Rahmi Eyüboğlu Ziya Osman Saba İbrahim Karaca Sait Faik Abasıyanık Kemalettin Kamu Memet Fuat Necati Cumalı Ahmet Telli Yılmaz Güney Ümit Yaşar Oğuzcan Ahmet Oktay Orhan Veli Kanık Akgün Akova Sezai Karakoç Heinz Kahlau Bekir Yıldız Sabahattin Ali İsmet Özel Neşe Yaşın Ataol Behramoğlu Ahmet Erhan Erdal Öz Afşar Timuçin Yannis Ritsos Arkadaş Z. Özger Berin Taşan Jose Marti Vasko Popa Cevdet Kudret Mehmet Başaran Bejan Matur Mehmed Kemal Refik Durbaş Murathan Mungan Sabri Altınel Resul Rıza Vecihi Timuroğlu Yorgo Seferis Arif Damar Haydar Ergülen Oğuz Atay Günter Kunert Gülseli İnal Ahmet Necdet Talip Apaydın Yılmaz Odabaşı Vedat Türkali Tove Ditlevsen Suat Taşer Süleyman Çobanoğlu Barış Pirhasan Louis Macneice Cevat Şakir Kabaağaçlı Melih Cevdet Anday Yaşar Miraç Jesus Lopez Pacheco Fang Vei Teh Özdemir Asaf Aziz Nesin Özdemir İnce Kostas Kleanthis Miguel Hernandez E. E. Cummings Özge Dirik Cahit Külebi Bilgin Adalı Cahit Irgat Adalet Ağaoğlu Ahmet Ada Kahraman Altun Ahmet Muhip Dranas Hasan Basri Alp Nicolae Dragos Enis Batur Eugene Guillevic Özkan Mert Mehmet Yaşin Tevfik El Zeyyad Metin Demirtaş Ahmed Arif Yaşar Kemal Şükrü Erbaş Süleyman Nesip Adnan Yücel Konstantinos Kavafis Yi Men Konstantin Simanov Müştak Erenus Kenneth Rexroth Liana Daskalova Türkan İldeniz Erdal Alova Oktay Rifat Suat Vardal Ingeborg Bachmann Ece Ayhan Salah Birsel Metin Eloğlu Bertolt Brecht Nazım Hikmet Abdülkadir Bulut Orhan Murat Arıburnu Halim Şefik Güzelson Seyhan Erözçelik Sandor Petöfi Nihat Behram Zafer Ekin Karabay Asaf Halet Çelebi Fakir Baykurt Nahit Ulvi Akgün Nikola Vaptsarov Gabriel Celaya Gülten Akın Fethi Giray Blas De Otero Paul Eluard Enver Gökçe Sinan Kukul Conrad Aiken Behçet Necatigil Celal Sılay Asım Bezirci Cemal Süreya Oktay Taftalı Turgut Uyar Federico Garcia Lorca Sennur Sezer İlhan Berk Abdülkadir Budak Peter Abrahams A. Kadir Hasan Biber Altay Öktem Şükran Kurdakul Can Yücel İsmail Uyaroğlu Ozan Telli Philippe Soupault Orhan Kemal Dido Sotiriou Feyzi Halıcı Vladimir Mayakovsky Kutsiye Bozoklar Yaşar Nabi Nayır Fazıl Hüsnü Dağlarca A. Hicri İzgören Cahit Sıtkı Tarancı Vyaçeslav Ivanov Rıfat Ilgaz Hasan İzzettin Dinamo Füruğ Ferruhzad Kemal Burkay Behçet Kemal Çağlar Adnan Özer Hilmi Yavuz Goethe Suat Derviş Faruk Nafiz Çamlıbel Kemal Özer Ülkü Tamer Birhan Keskin Attila İlhan Cahit Zarifoğlu Sabahattin Kudret Aksal Pablo Neruda Turgay Fişekçi İlhami Bekir Tez Sun Yu-T'ang Cengiz Bektaş Sandor Forbath
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Sayfanın başına dön