Ece Ayhan – Dökülecekler
1. Uç Doğu. Anadolu’yu anlatacaktır öğretmen. Haritayı asar.
2. Bütün sınıf korkmuştur; göller, ırmaklar dökülecekler!
1. Uç Doğu. Anadolu’yu anlatacaktır öğretmen. Haritayı asar.
2. Bütün sınıf korkmuştur; göller, ırmaklar dökülecekler!
1. Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim
Emrazı Zühreviye Hastanesi’ne kapatıldı anamız
Adıyla çalışan ermiş Sirkeci kadınlarındandır
Şeker atar hala mazgallardan Cankurtaran’da
Acı Bacı’nın acı bilmez uçurtma çocuklarına
Yıl sonu müsamerelerine kimler çıkarılmaz?
2. Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim
Babamız dövüldü güllabici odunlarla tımarhanede
Acaba halk nedir diye düşünür arada işittiği
Dudullu’dan ta Salacak’a koşarak alkışlayalım
Fazla babalarıyla dondurma yiyen çocukları
Hangi çocukların neye imrenmesi yalınayak şiirdir?
1.
Atlasları getirin! Tarih atlaslarını!
En geniş zamanlı bir şiir yazacağız
2.
Harbi karşılık verecek ama herkes
Göğünde kuş uçurtmayan şu üç soruya:
3. Bir, Yeryüzünde nasıl dağılmıştır
Tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar?
4.
İki, Daha yavuz bir belge var mıdır ha
Gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?
5.
Üç, Boğaziçi bir İstanbul ırmağıdır
Nice akar huruc alessultanlarda bayraksız davulsuz?
6.
Nerede kalmıştık? Tarihe ağarken üç ağır yıldız
Sürünerek geçiyor bir hükümet kuşu kanatları yoluk
7.
Çocuklar! ile bile muhbirler! ve bütün ahali!
Hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız
8.
Kurşunkalemle de olabilir
Yort Savul!
Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür
Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.
Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım
O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler
Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.
sen kader ağacı değilsin—nedeni bu
tutkularına bırak kendini
bir soluk var yaşıyor uzak uzak
bu daha ölmemişsin demektir
önce bitir bu şarkıyı
bir bardak doldur mavi
–hiçbiri açmıyor mu seni-
ve git bu gelmediğin yere
kurtulamayan–nedeni bu
1.Şiirimiz karadır abiler
Kendi kendine çalan bir davul zurna
Sesini duyunca kendi kendine güreşmeye başlayan
Taşınır mal helalarında kara kamunun
Şeye dar pantolonlu kostak delikanlıların şiiridir
Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler
2.Şiirimiz her işi yapar abiler
Valde Atik’te Eski Şair Çıkmazı’nda oturur
Saçları bir sözle örülür bir sözle çözülür
Kötü caddeye düşmüş bir tazenin yakın mezarlıkta
Saatlerini çıkarmış yedi dala gerilmesinin şiiridir
Dirim kısa ölüm uzundur cehennette herhal abiler
3.Şiirimiz gül kurutur abiler
Dönüşmeye başlamış Beşiktaşlı kuşçu bir babanın
Taşınmaz kum taşır mavnalarla Karabiga’ya kaçan
Gamze şeyli pek hoş benli son oğlunu
Suriye hamamında sabuna boğmasının şiiridir
Oğullar oğulluktan sessizce çekilmesini bilmelidir abiler
4.Şiirimiz erkek emzirir abiler
İlerde kim bilir göz okullarına gitmek ister
Yanık karamelalar satar aşağısı kesik kör bir çocuğun
Kinleri henüz tüfek biçimini bulamamış olmakla
Tabanlarına tükürerek atış yapmasının şiiridir
Böylesi haftalık resimler görür ve bacaklanır abiler
5.Şiirimiz mor külhanidir abiler
Topağacından aparthanlarda odası bulunamaz
Yarısı silinmiş bir ejderhanın düzüşüm üzre eylemde
Kiralık bir kentin giriş kapılarına kara kireçle
Şairlerin ümüğüne çökerken işaretlenmesinin şiiridir.
Ayıptır söylemesi vakitsiz Üsküdarlıyız abiler
6.Şiirimiz kentten içeridir abiler
Takvimler değiştirilirken bir gün yitirilir
Bir kent ölümünün denizine kayar dragomanlarıyla
Düzayak çivit badanalı bir kent nasıl kurulur abiler?
1. Gazetelerde ak kara bir resmi otuz yıllık. Arkasında mülki taksimatlı bir harita.
Komiserin odasında ağırlanırmış.
2. Ve imparatoriçeliğinde bir vesikalık. Tombalacı Ceylan renkli çekmiş.
Delikleri balmumuyla örterler.
3. Gönderilen çelenklerde ‘Geçilmez’ yazılmıştı soyağacı. Küçük harflerle de
‘fuhşun anısına’.
4. Çanakkaleli Melahat’ın törenine polis bandosu da katılmıştır.
Ne zaman elleri zambaklı padişah olursam
Sana uzun heceli bir kent vereceğim
Girilince kapıları yitecek ve boş!
Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam!
I
Ey imece ile başsız gömülecek derviş
Sen kendin o zamandan değilsin
Ya bu hikayeyi nereden bilirsin?
Ey ustalıkla taşaronluğu birbirine karıştıran ve
Yaşayan okur!
Sen yabancı değilsin bense bir fakir derviş.
II
Ve bir derviş … atını saldı salar.
III
Karartma benizli bir sözcük kırıntısından bile.
Kesekağıdı yapıyor, yapabiliyor.
IV
Hava gırçımadır
İki çocuk da bir gömlek içinde
Valde külhandadır
Hafız! Sence çocuklar
Çiçeklerin koynunda uyumalıydı değil mi!
V
“Sizde ölüm var mıdır?”
VI
Yedi kez görünmeyen denizin üzerinde, iki açık deniz evliyası
Tabuttaş’tan Üsküdar Sultanlığı’na bir konsol aynası taşır.
VII
Eski bir göç yolu, izlenmektedir.
VIII
Devlet ve şairleri, iki kaşık gibi içiçe uyurlarken
Geldiği kapkara denize Karpiç’den gönderilmiş bir gemi.
IX
Duyduk ki, bir daha
Kuş getirmek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidişat tüzüğünde
Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar
N’apalım?
X
İnsan gözünün soldan sağa okuma alışkanlığı!
XI
Unutulmuş bir çocukluk hastalığından da bilinebilir
İkinci Savaş’da Galata’da geçilmiş bir kedi merdiveni.
XII
Şiir de, duraklarda, dinlenirdir, dinlenir.
XIII
Yenilmiş, geri çekilmededir bir gizli yol
Muvazzaf şairler de …
XIV
Geceleri, aydan, evlere girilemiyordur.
XV
Devletin cüceleri nasıl iki kez ayağa kalkmak zorundaysalar
Tabiatın cüceleri de bir dehliz bulmuşlardır kendi içlerinde.
XVI
Portakallarla donanmış selatin meyhaneleri, kapalıdır.
XVII
Ustasından geçmiyen bir deniz
Gittikçe uzaklaşıyor, okunmuyor.
XVIII
Mühründe şiir kazılıdır bir padişah.
XIX
Kuşlar havada, insan karada
Ölmek istemezler!
XX
Beş aydan bu yana, ilk bir insan görüyorum…
XXI
Kışı ve Üsküdar’ı, atkısıyla geçirecek bir kadın
Yazmışım, nedense, deftere.
XXII
Sarışın Osmanlı tarihçileri…
XXIII
“Bak bre çirkin!”
Karanfilinde bir … basılıdır.
XXIV
Beyaz kargalarlı, aykırı düşüncelerdir.
XXV
Biliyorsun; ölüm
Artık ayakta karşılanmıyor, karşılanmaz!
XXVI
Akıl, yürütülüyor, yürüttüm bu kentte.
XXVII
Bir erkeğe gerilmiş bir kadın,
karşıdadır.
XXVIII
Ebru ile bir yazı arası.
XXIX
“Şiir, ölüm ve yaşam dolayısıyla,
Şimdi ve daima, açıktır.”
XXX
İşkence!… Bu sözcüğü, ilk Karagümrük’de
Duyduk duyuldu.
XXXI
Camında sabun kurutulan evler
Beyoğlu’nun yıkılacağını bildiriyorlar.
XXXII
Ey gemileriyle birlikte yiten denizler
Ve bağlı limanlarıdır! ki unutulmasın
Gerçeklikte, gemiler terketmektedir fareleri.
Ece öldü. Ama hiçbir apartımanın, evin kapısında bir yığın ayakkabı işaretlemeyecek bu ölümü. Onun okurları bir binaya, bir eve girerken ayakkabı çıkartan sınıftan değiller. Oysa o Adnan Özyalçıner’in Taş öyküsündeki o görüntüyü ne çok yinelemişti bana. Bazan öyküyü değiştirerek. Kapının önündeki onca ayakkabının bir olağanüstülüğü gösterdiğini düşündüğünü çocuğun. Her anlatışında öykünün bir yerini değiştirmeyi severdi.
İlk kitabı a dergisi yayınları arasında yayınlanmıştı. Kendisi de ‘a’cı sayılırdı. Ama her şeye karşı olduğu gibi ‘a’cılara da karşıydı. Yaşamını bıçakla bölünmüş gibi ikiye bölen beyin ameliyatı öncesi de böyle miydi? Anımsamıyorum. Mülkiyeliler arasındaki dayanışma değilse de edebiyatçılar arasındaki dayanışma onu İsviçre’de Gazi Yaşargil’in neşterine teslim etmişti. Ama bu dayanışma, sonunda onun kurgularından biri yüzünden yitip gitti. Ece, kendisi için toplanan paraları birilerinin yediğine inanıyordu. Mahkemeler açtı, birilerini ihbar etti. Ve yalnız kaldı. Belki bu halusinasyonlar görmesine de yol açan ameliyatın sonucuydu, bilemiyorum. Ama onun mahkemedeki durumunu hiç unutmayacağım; yaşlı bir kadın, anası ve küçük bir çocuk, oğlu… Yoksul bir mülkiyeli, yoksul bir şair… Ve zengin bir düşgücü. Hemen söylemeliyim, Adnan Özyalçıner’in de, benim de arkadaşımdı. Ben şiirini severim. Bazen Adnan’la tartışırdı. Asım Bezirci, Ece’nin şiirini anlamamı ve sevmemi (herhalde şiirime bakarak) bana yakıştıramadığından olmalı, bu tartışmaların nedenini, o sıra yeni evli olduğum Adnan’la kaliteli kavga bahanesi aradığıma yormuştu.
Bütün ölüm yazılarında, yazanı ya da yakınlarını anlatan bir yer vardır. Bu bazen bir cümle bazen bir paragraftır. Bu, yazı içinde bir öykü olabilir. Bir gün Adnan’a ‘cenaze arabasıyla gezmeye gidenleri’ gördüğünü söylemişti. Adnan da bunu yazmak için izin istemişti. Sonunda yazılan öyküdür Pazar Gezintisi.
Ece Ayhan ne yazdı bunca yıl, neler anlattı? Bence ‘muhalifliği’ni. İlk şiirlerinden başlayarak gerçeküstüne yakışan bir kurgu, karanlık bir bakış açısı, toplumsaldan coğrafyaya bir sürü göndermeyle ne yapmak istiyordu? Dili gramerden koparıp, sıradan anlatımı kırmak, bir tanımın sözcüklerinin ilk harflerini karşılıklı değiştirmek bir oyundu belki. Ama tabulara dokunmak için tek yol muydu? Fikriye Hanım’ın intiharı onun şiiriyle girmedi mi edebiyata? Toplumcu değildi, hayır. Sınır çizilemeyen ‘karşıduruş’u toplumculuğa da karşı çıkıyordu onu sanki. Anarşist miydi?
Yaşadıkları ve anlattıkları toplumsal yorumlara uygundu.
12 Mart sonrası Türk Edebiyatı, toplu bir antimilitarist “antifaşist” darbe karşıtı dönem yaşadı. O yılların ürünlerinde bu görülebilir. Devlet Ve Tabiat o dönemin ürünü işte. Ece’yi kalabalıklara taşıdı. O kalabalıkları değilse bile birlikteliği severdi.
Yazdı da bunu:
‘Bir değişim, bir sokakta bile, elbirliğiyle yapılmalıdır bence. Ben bir keşişim ya da zangoçum falan filan ama… (…) Sözcüklerin, benim öz meramımı anlatmaya yetmediğini gördüm.’ Morötesi Requiem / Ağzıbozuk Bir Minyatür adlı anlatıdan alınacak bir bölüm, onun nasıl anımsama ve yorum sıçramaları yaptığını gösterebilir, anlatıda ve şiirde:
‘Anladığımca, büyük ve dondurucu bir kış geçiriyoruz galiba. Pencere kenarlarını kestiğimiz gazete kağıtlarıyla kapatmıştık. Bir sahana un koyuyorlar, sonra da su dökerek hamur yapıyorsun. İşte sana oldu mu tutkal. Parmakların ne güne duruyor, onlarla bir iyicene makasla kesilmiş gazeteleri yapıştırıyorsun. Kısacası sıcak, odadan kaçmasın için her şey yapılıyor. Odunları nasıl buluyorlardı bilmiyorum.
– ‘Eğer tanıklar yoksa’ diyor bir gazeteci-röportajcı- ‘olaylar da yoktur’. (Haber de yok olabiliyor yani.)
Şöyle de denebilir mi?: ‘Eğer tanıklar yoksa gece de gelmez, bastırmaz.’
Şeker çuvalları, morumsu bir şeker pancarı resmi kaput bezi (Amerikan da deniyor) nerde patiska?’
Bu anlatılan bir yanıdır muhalif olmanın. Devlet ve Tabiat’ın kökleriyse belki şu sonradan yazılanlarda:
‘-Birbirinizi kakmayın. Uslu uslu hiç konuşmadan. Boy sırasına göre dizilin bakayım.
‘-İşte bu gördüğünüz darağacıdır! İnsanları bununla asarlar haa! Bu da asılmış adam! İdam böyle işte! Çizin! Yazın! Yarın sınıfta göreceğim.’
Onu ‘Edebiyatımızın karşı sesi’ diye tanımladılar, ‘İkinci Yeni’nin papazı, keşişi’ diye. Bence o savunduğu ‘sivil şiir’in kurucusu diye anılmak isterdi. ‘Sıkı şair’ diye. Bir denemesinde Cumhuriyet dönemi şairlerini devletle ilişkileri bakımından sınıflandırarak bir antoloji hazırladığını söyler. Bir bölümünü örnek olsun diye yayınlar. Karşı olduğu şairler ve yanında olduğunu belirttiği şairler vardır. O, kalabalıkların sevdiği şairleri sevmez, Nazım Hikmet, Attilla İlhan, hatta Yahya Kemal. Ama Küçük İskender’i savunur. Belki eşcinselliği ‘bir kopuş’ olarak yansıttığından.
Ece Ayhan’ın şiirindeyse eşcinsel aşk anka simgeleriyle başlar ve Divan şiirine yakışan bir mesafelikle yansır. Argoyla bile olsa. Kısacası o ‘sivil şiir’ini hiçbir cinsellikle parlatmayı düşünmez. Parlatanlara duyduğu hayranlık mıdır? Alay mı etmektedir? Pek belli değildir. Onun şairler için söylediklerini merak eden Aynalı Denemeler’e bakar. Sataşmalarının en hafifinde, bir grup edebiyatçıyı ünlü müzikçilere benzetir, Turgut Uyar Frank Sinatra’dır da, Edip Cansever, Muazzez Abacı’dır. Ece kendini Rasputin’e benzetmişse, kim bu benzetmelere alınabilir?
Belki onun nasıl düşündüğünü tam görmek için ameliyatlardan falan önceki bir soruşturma yanıtından bir bölüm alıntılamak gerek.
Yıl 1967’dir, ‘Günün şiirinin okurla olan ilintisi’ sorusunu şöyle yanıtlıyor Şiir Sanatı dergisinde: Örneklediği şairleri eleştirdiğini anımsamak gerekir. Ece solu suçlar.
‘Her şey bir yana Nazım Hikmet’in 1967 Türkiye’sinde bir milyon okuru olmalı, Orhan Veli’ninse yarım milyon okuru olmalıydı, en azından. Neden yoktur? Açıklayınız da görelim?
Düşünülsün ki, bütün sağ, iktidar olarak, hükümet olarak okullarıyla, şusuyla busuyla sanata karşıdır, bilinçli olarak hem de. İlgisiz değildir asla. Elindeki bütün olanakları, araçları bu uğurda ve bu anlamda kullanır durur; dünlerden daha dikkatli. Şiiri, sanatı filan bırakın bir yana, ulusun kendi dilini bulmasını bile engellemek ister, çabalar, çırpınır. Türkçe’nin kendisini bulmasının, bir çeşit NATO’dan çekilme anlamını taşıdığını içgüdüsel bir sezişle bilir adeta. Hadi sağ kendini savunuyor, anladık. Peki ama sol yakanın bu ağızlarına ne oluyor? Bu bizden hoşnutsuzlukların, bu bizi suçlamaların, bana kalırsa, gerçek bir sol düşüncesiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Onlar kendi vehimlerini ve yüreklerinin sağda oluşunu açıklıyorlar. Gizli sağcılar! Sağdan işittiğiniz sözlerin benzerlerini ve hatta daniskasını onlardan işitiyoruz.’
1967 Mayıs’ında Kemal Özer’in dergisine verdiği bu yanıt, ‘kapalı şiir’ tartışmalarının verdiği bir öfkeyi taşımaktadır kuşkusuz. ‘Bilinir ki, bugünkü okurun ilgi alanları çeşitlenmiştir çok. Bunlar siyasal, toplumsal sorunlar olsa çoğunlukla takılmayacaktım; şu küçük geçmişteki sol yayınlara gösterilen ilgi gibi örneğin, böylesi bir ilgi sonunda şiire daha bir kolay açılabilir. Ama okur ayak topu, at yarışları, polis hikayeleri, resimli romanlar vs. peşindedir ve daha yüzlerce şeyin peşindedir. Onları oraya bugünkü şiir sürmüştür demek ineklik etmektir. Bu olgunun sorumluluğu elbet birtakım sarı kurumlarındır doğrudan doğruya, ama okurun da yok mu? Müşteri daima haklı mıdır?’
Belki burada ancak Ece Ayhan’a sorabileceğim ve doğru yanıtı onun verebileceği bir soru sorulmalı… Bazı şairler, yaşlılarevi, kimsesizlerevi gibi kurumlarda ölürler. Toplumcu da olsalar, muhalif de olsalar… Kitaplarını bir toplumcu yayınevi de bassa Yapı Kredi de bassa durum değişmez.
Enver Gökçe ile Ece Ayhan’ı birleştiren bu benzerlik yazgı değildi. Şairlerin yalnızlığı sevmesi gibi bir kurmacayla açıklanmaz. Bu, şiirini beğensin beğenmesin ‘şiiri meslek olarak alanlar’ diye tanımladığı grupta olmaktandır belki. Belki ‘Bir şiir kıpırdanıyor, deviniyorsa sona ermiş demektir; sözgelimi herhangi bir şey eksi kıpırdanmaz! Ustalar şunu çok iyi anlayacaklardır; şiir tam bir avadanlıktır, tarihsel bir avadanlıktır!.. Devletle…’ tanımında şiir kıpırdanmasını görmek için yalnız kalır kimi şairler.
Bence bunların yanısıra muhalifler yalnız kalır.
Topluma duyduğu ilgi, düzene muhalifliği, toplumculuğu yok saydıracak kadar muhalif olan Ece Ayhan da, Marksist ve toplumcu muhal sevecen Enver Gökçe de.
Değişmeyen karşısında kendimizi yargılamalı mıyız?
Ece bir yerlerden ‘Şiirsizler, kovalar, düşmanlarım, ayağa kalkın’ diye seslendiğinde ayağa kalkacaklar bu soruyu geçsinler, lütfen.
(Sennur Sezer)
1. imzasız bir yazı yayınlanır bir gün babıali’de. boğazlar üzerine bir ankabakışı çamlıca’dan.
2. pembe konağı bir yağmur alır, tüm iktidar ayaktadır. kim yazmıştır?
3. öğrenilir; ve herkes üç oh! çekerek oturur devlet koltuklarına.
4. “ha, şu bizim şair yahya mıymış? yerdeki” demiştir talat paşa.
şu taşbasması
işkence usülleri kitabı
nerede basma iş
babil’de
babil’de bir çocuk demek
bizi kullanıp kullanıp duruyormuş
ama biz bu değiliz ki
daha ilk sayfalarda
karşımıza çıkıveriyor
başkasının gözleri
başkasının ağızları dudakları
babil’de basılmış
birer birer açılan
hayatımıza.
1.
fakir kuş hiç unutmaz, kitapların yakıldığı yıldı
kırk kapıdan birden devletle girdiğini gördük
başsız bir at ve içindeki solgun süslü binicisinin
dervişlere göre parçalanmış ölüm doğudan dönüyordur
onun için ki acı bir suyla üçe bölünmüştür bir kent
2.
fakir kuş hiç unutmaz, ustaları ölmüş oğlan çocukları
denizden çıkınca birbirlerinin saçlarını tararlardı
ah karpuzun içindeki kesmece delikanlım istanbul
yüreğini utanarak saklıyor ve çürümüş çiçek kokuyorsun
okuma parçası bir kentin üstünde kara güvercinler uçuşuyor.
3.
fakir kuş hiç unutmaz şu altın eytişimsel yasayı da
tarihte nice ve nite şehzade bilmeden atını taşımıştır
işte onların sandukalarında usta işi gazeller oyuludur.