Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Şunun için etiket arşivi: Attila İlhan

admin

Attila İlhan – Bir, üç ve beş..

in Şiir

desen ki denizin tuzu
çiğ düşmüş kadife donlu patlıcanlar
desen ki kendilerinden karga çığlıklarıyla
kaçanlar
en fakiri en zengini çirkini ve orospusu
seni unutmuş olsun
sen ki üşümüş gökte o yalnız bulutsun
kıskanmadığın cömert bir maviliğin ortasında o
bildiğin yalnızlığın ellerinden tutmuşsun
desen ki unutulmuşsun
denizler kızılca kıyamet akıp geçiyor
zamana karşı geliyorsun
bir üç ve beş leylekler artık gitti
şimdi seni karanlıkta bir liman çekiyor
unutulduğun unutulmadığın bilinmediğin bir
liman
bir üç ve beş derken şişede rom bitti
sen yaşamaya başladığın zaman

üşümüş gökte o yalnız bulut
kendini hiç yerinde hissetmiyeceksin
keyif senin
istersen talihini billur akıntılarla bir tut
ellerini göğsüne kavuştur
doğu batı kuzey güney diyerek
koştur
bir üç ve beş istersen rom kadehleri gibi
nasıl ki unutulmuşsun
devril
ve bitir maceranı

admin

Attila İlhan – Başka Adam

in Şiir

yerinden kaldırmasalar
tedirgin etmeseler
armonikle ezbere polkalar çalan
alsace’lı kör kadını
türkülerin başladığı bittiği yerdeki kız
raspail bulvarı’ndan
yine gelip yine geçsen her akşam
yalnız
tedirgin etmeseler
armonik çalan bir kadını
ışıklar yola çıkınca herhangi bir akşam
beni alıp duvarların arkasına götürmeseler
seni alıp götürmeseler

zuider-zee körfezi’nin mastor bulutları
bir bir hatırında
hep böyle cam yeşili gökler boyar durur
sabahtan akşamlaradek
hollanda’lı bir ressam
orfevre rıhtımı’nda
demek
bir türkünün kıyısından çocuklar geçer
ellerini tertemiz bir yağmurda yıkamış
yalınayak macera gözlü çocuklar geçer
gülmüş gülmüş
ağlamış ağlamış

ben hızlı yıldızları deniz boylarında gördüm
ateşten oyulmuş çizgiler vardı
gözbebeklerinde
yıldız rüzgârları geçtiler
poyraz rüzgârları geçtiler

üşüdüm
büyük büyük üşüdüm
deniz fenerleri
akşamın içinden öksüz bakarlardı
palermo ve calabria sahillerinde
güvertede serseri ve mahzun gemiciler
ve gemicilerin gözbebeklerinde
bilmediğim
görmediğim
duymadığım
bir melankoli vardı
palermo ve calabria sahillerinde
deniz fenerleri
akşamın içinden öksüz bakarlardı
ben örsün kerpetenin şairi
İstanbul limanından marsilya limanına kadar
kurşun döker gibi döktüm
mısra mısra
bütün namuskâr
bütün insancıl şiirleri

bulvarlarda rüzgâr
luxembourg bahçesi’nde rüzgâr
çoluk çocuk son yaprakları savuruyor
şimdi yerin altında
bir başka dünyanın nabzı gibi vuruyor
maden işçilerinin otomatik çekiçleri
ve köstebek yavrusu metrolar
armonik sesi utangaç
uzaktan
kaldırımlarda paris manzaraları
gökyüzünde bir çabuk
bir açık
bir hızlı mavilik

bir hızlı bulutlar
kırmızı kuşlarla süslenmiş yün eldivenlerin
gökyüzü kaldırımlarken ve paris şehri
sen ve paris şehri sevgilim
ve her biri bir başka türlü çığrışan
yol-cu-luk-lar

ubangi-
şari’-
de
el değmemiş yıldızların altındaki
şehirsiz ve radyosuz dört duvarın
el değmemiş namuslu gözlerinde
ve yabani sarmaşıkları
misli görülmemiş hayranlıklar içinde
yabani yabani aydınlatan
beş alevlik ateşimiz
sonra bir adam
uğultulu ormanı
küstah çakal seslerini
ve bizzat çakalları
omuzlarına almış
yağlı simsiyah bir adam
yağlı ve kıvırcık
simsiyah sakalları

ben adam
başka adam
yürük adam
yıkmış sokaklara boylu boyunca gençliğini
ümitlerini güvercinler gibi uçurmuş
binlerce defa kaybetmiş ümitlerini
gemilerin kayboldukları yerde kaybetmiş
hain şiirlerde hain türkülerde kaybetmiş
binlerce defa yeniden bulmuş
ümitlerini
sonra fecir çığlıklarının saçlarından tutmuş
deniz gider o gider
bulut gider o gider

ben adam
başka adam
yürük adam

admin

Attila İlhan – Belma Sebil

in Şiir

Seni ben Kallâvi sokağı’nda gördüm
Sen beni görmedin görmedin
Kapıları çaldım adını sordum
Söylemediler öğrenemedim
Seni ben Kallâvi Sokağı’nda gördüm
Bir daha görmedim bilmedim
Belma Sebil adını yakıştırdım
Aklıma geldikçe her sefer
Gözlerinin mavisini bitirdim
Saçlarının siyahına başladım

Kallâvi Sokağı’nda güvercinler
Benim karanlık İstanbul’um
Bir esnaf kahvesine oturdum
Belma sebil ya geçti ya geçer
Rüzgârını içime doldururum
Kallâvi Sokağı’nda güvercinler
Bunca yıl sönmemiş umudum
Nisan değilse mayıs
Perşembe değilse pazar
Ben belma Sebil’i bulurum

admin

Attila İlhan – Ayrılık Sevdaya Dahil

in Şiir

1.

açılmış sarmaşık gülleri
kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
yağmurlu genç kadın

2.

rüzgar
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan

3.

ay ışığına batmış
karabiber ağaçları
gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdaya dahil
çünkü ayrılanlar hala sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
herşey onunla ilgili

telaşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sahili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdaya dahil
çünkü ayrılanlar hala sevgili

4.

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize
yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fena kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

5.

sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
tek kişilik bir yalnızlığa bile
rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hala içimizde o yanardağ ağzı
hala kıpkızıl gülümseyen
-sanki ateşten bir tebessüm-
zehir zemberek aşkımız

admin

Attila İlhan – Sultan ı Yegah

in Şiir

şamdanları donanınca eski zaman sevdalarının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın
nemli yumuşaklığı tende denizden gelen âhın
gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

admin

Attila İlhan – Sen Benim Hiçbir Şeyimsin

in Şiir

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği

Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesinle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin

admin

Attila İlhan – Bence Malumdur

in Şiir

dikenin
kalbime battığı bir sonbahar günüdür
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
bulutlar senin gözlerinin üstünde yürürler
içini kurtlar kemirir
bence malumdur

buğulanmış camların arkasında masmavi yüzün
senin ateşler içinde olduğun
bence malumdur
ellerin muhakkak çocuk elleridir
hep kimsenin bilmediği türküler düşünürsün
onlar neden daima okul türküleridir
süleymancıktan bahseder
kara toprakta açık yeşil bir yıldız gibi akıp giden
süleymancıktan
ve karınca yuvalarından bahseder
ışıksız kömürsüz karınca yuvalarından
gökyüzünde kızıl bir hilalin kaydığını görürsün
sen ansızın gökyüzünde görünürsün
gözlerinin rengi
bence malumdur
elinde değildir akşam serinliğinde üşüsün
eylül’den itibaren geceler hazindir uzundur
sokaklar yorulur uykuya varıp gelirler
sokakların üstüne bulutlar gelirler
bulutların üstüne yıldızların gözleri gelir
bir yıldız bir yıldızın ardınca gider
yıldızların kaybolduklari yer
bence malumdur
karanlıkta bir şeyler kopar dağılır
uzaktan yabancı sesler duyulur
sen elini bulutların içinde gezdirirsin
elin hayallerimi dağıtır
bilirsin
sen elini bulutların içinde gezdirirsin

admin

Attila İlhan – Nasıl Bir Sevdaysa

in Şiir

Ay çok mu gecikti nerdeyse çıkar
Sen yalnızlığıma varır varmaz
Az sonra yağmuru durduracaklar
Rüzgarı değiştirdim
Ustura ağzı poyraz
Yok canım yıldızları unutmadık
Mutlaka yerlerinde bulunacaklar
Kenarı yaldızlı mavi bir karanlık
Sütlü çıplaklığını örtecek kadar
Senin için olduğu asla bilinmeyecek
Yapraklarını birden dökecek dutlar
Şafak sökerken sekiz on kadar şimsek
Balkonda işlemeli müstesna bulutlar
Ayak bastığın an şehir de değişebilir
Yoksa Moskova’mı
Belki Berlin belki Dakar
Belki 30’lardan mehtap yorgunluğu İzmir
Körfez’de şerefine donatılmış vapurlar
Nerede ne zaman kaç kere yaşadık
Nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar
Bitirdiğimiz herşeye yeniden başladık
Dudaklarımızda birbirimizden mısralar

admin

Attila İlhan – Sana Ne Yaptılar

in Şiir

o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
bir bıçağın ağzında yürür gibiydin
demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında
gözlerinde karanlığı dar hücrelerin
seni görür görmez özgürlüğümden utandım
söyle ne içersin çay mı kahve mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım

saçların uzundu omuzlarına akardı
gönlümüz şenlenirdi sarışınlığından
onlar mı kestiler sen mi kısalttın
gülerdin içimize aylar doğardı
görünmez dağların arkasından
eski gülümsemeni beyhude aradım
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değimisin birden tanıyamadım

bir çay içer misin yoksa kahve mi
kibritim yok demek cıgaraya başladın
ellerin de titriyor bir şeyin mi var
böyle bir kız değildin sen eskiden
sana ne yaptılar sana ne yaptılar
kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım

admin

Attila İlhan – Ağustos Çıkmazı

in Şiir

Beni koyup koyup gitme, n’olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatların yok
Düşersin yorulursun
Beni koyup koyup gitme, n’olursun

Bir deniz kıyısında otur
Gemiler sensiz gitsin bırak
Herkes gibi yaşasana sen
İşine gücüne baksana
Evlenirsin, çocuğun olur
Beni koyup koyup gitme, n’olursun

admin

Attila İlhan – Elimden Gelen Bu

in Şiir

elimden gelen bu ben iki kişiyim
çoğalmak neyse ne azalmak zor
birisi seni her an bırakıp gittiğim
öbürü kan gibi tutulmuş seviyor
ağzındaki acı alnındaki çizgiyim
gözlerine kirli bir bulut getirdim
hiçbir sevinç aydınlığı onu silemiyor
elimden gelen bu ben iki kişiyim
birisi kapadığın kapılardan gitmiyor
yağmur yağmaksa o güneş açmaksa o
bir yerin üşüse onun sıcaklığı
öbürü en içten çağrını ısıtmıyor
hüneri ne dersen duygu kaçakçılığı
alıp tutmaksa o basıp gitmekse o
bakışları kıyısız bir deniz uzaklığı

elimden gelen bu ben iki kişiyim
ikisi birbirinden çikmaya uğraşıyor
bilmem ki hangisinden nasıl vazgeçeyim
birisi yeni baştan serüvene başlamış
öbürü silahında son mermiyi yakıyor
çoğalmak neyse ne azalmak zor

admin

Attila İlhan – Kimi Sevsem Sensin

in Şiir

kimi sevsem sensin / hayret
sevgin hepsini nasıl değiştiriyor
gözleri maviyken yaprak yeşili
senin sesinle konuşuyor elbet
yarım bakışları o kadar tehlikeli
senin sigaranı senin gibi içiyor
kimi sevsem sensin / hayret
senden nedense vazgeçilemiyor
her şeyi terk ettim / ne aşk ne şehvet
sarışın başladığım esmer bitiyor
anlaşılmaz yüzü koyu gölgeli
dudakları keskin kırkızı jilet
bir belaya çattık / nasıl bitirmeli
gitar kımıldadı mı zaman deliniyor
kimi sevsem sensin / hayret
kapıların kapalı girilemiyor

kimi sevsem sensin / senden ibaret
hepsini senin adınla çağırıyorum
arkadamdan şımarık gülüşüyorlar
getirdikleri yağmur / sende unuttuğum
hani o sımsıcak iri çekirdekli
senin gibi vahşi öpüşüyorlar
kimi sevsem sensin / hayret
in misin cin misin anlamıyorum

admin

Attila İlhan – Yasak Sevişmek

in Şiir

öteki kapımdan gel bunu açamazsın
eski gözlerinle gel öldürmek vakti gel
hem tetik bulun ardında biri olmasın
hanidir ben bu evde saklanıyorum
adımı değiştirdim başka bir adla yaşıyorum
gece gündüz siyah gözlük kullanıyorum
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
sabaha karşı gel bütün gözlerinle gel
pancurların gerisinde kararıyorum
içime belalar doğuyor sonbahar doğuyor
telefonda sesini tanıyamıyorum
yüzün parmaklarımdan akıp kayboluyor
böyle hep bir şey kopuyor bir şey kırılıyor
sabaha karşı gel eski gözlerinle gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
hem tetik bulun ardında biri olmasın

artık hiç kimse beni yaşamıyor
aşklarımı büyük kemanlarla çizdiler
korkularım oldum bittim kimsesizdiler
yalnız bir mısra mıyım ıslanıyorum
bir revolver romanımı tamamlıyor
oyun bitti ışıklarımı söndürdüler
yokmuşsun gibi gel öldürmek vakti gel
öteki kapımdan gel bunu açamazsın
üzerime kilitleyip mühürlediler
hem tetik bulun ardında biri olmasın

admin

Attila İlhan – Korkarım

in Şiir

ay soluk soluğa
yıldızlar akla ziyan bir irilikte
uzaydan yanmış kibrit kokuları
koklasam korkarım
koklamasam

gizli yılan ıslıklarıyla özsuyu zaptediyor
henüz birer iskelet gibi çıplak
asağıdan yukarıya ağaçları
çiçekleri uyandı uyanacak
koparsam korkarım
koparmasam

öyle yoğun bir elektrikle çıtırdar ki saçları
kim değse tutaşacak
dokunsam korkarım
dokunmasam

gözleri bir yangın başlangıcıdir
dudakları kırmızı alarm
uğultusu şehre yayılır
sokak sokak
tutulsam korkarım
tutulmasam

admin

Attila İlhan – Adımla Nasıl Berabersem

in Şiir

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
bir dakika bile çıkmıyorsun aklımdan
koşar gibi yürüyüşün
karanlıkta bir ışık gibi aydınlık gülüşün
hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
uzak uzak yıldızlarla çevrilmiş kainatın
karanlık boşluklarında akıp giderken zaman

adımla nasıl berabersem öylece beraberiz
seninle her saat seninle her dakika seninle her saniye
gönlümüz mutluluğa inanmış olmanın gururuyla rahat
koltuğumuzun altında birer dinamit gibi kellemiz
ve sonra her zaman her ölümlüye
aynı şartlar altında kısmet olmıyan
gerçekleri görmenin aydınlığı alınlarımızda

hacet yok hatırlatmasına seni hatıraların
sen bana kalbim kadar elim kadar yakınsın

admin

Attila İlhan – Sisler Bulvarı

in Şiir

elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk
sisler bulvarı’na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı’nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu

terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı’da bir tren vardı

sisler bulvarı’nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı’ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika’ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka’da bir gün kalacağım
sisler bulvarı’nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos’tan bir satır yağmur’dan iki
senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul’du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlıyamazdı
on beş sene hüküm giyerdim

dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı

sisler bulvarı’ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm
yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray’da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor
artık kalbimi susturamıyorum

admin

Attila İlhan – Adım Sonbahar

in Şiir

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

admin

Attila İlhan – Üçüncü Şahsın Şiiri

in Şiir

gözlerin gözlerime değince
felaketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felaketim olurdu ağlardım

ne vakit maçka’dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgar aklımı alırdı
sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felaketim olurdu ağlardım

akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felaketim olurdu ağlardım

admin

Attila İlhan – An Gelir

in Şiir

an gelir
paldır küldür yıkılır bulutlar
gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
o eski heyecan ölür
an gelir biter muhabbet
çalgılar susar heves kalmaz
şataraban ölür

şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür

an gelir
ömrünün hırsızıdır
her ölen pişman ölür
hep yanlış anlaşılmıştır
hayalleri yasaklanmış
an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada pir sultan ölür

son umut kırılmıştır
kaf dağı’nın ardındaki
ne selam artık ne sabah
kimseler bilmez nerdeler
namlı masal sevdalıları
evvel zaman içinde
kalbur saman ölür
kubbelerde uğuldar baki
çeşmelerden akar sinan
an gelir
-la ilahe illallah-
kanuni süleyman ölür

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir
attila ilhan ölür

admin

Attila İlhan – Aysel Git Başımdan

in Şiir

aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan istemiyorum

benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün
dağıtır gecelerim sarışınlığını
uykularımı uyusan nasıl korkarsın
hiçbir dakikamı yaşayamazsın
aysel git başımdan ben sana göre değilim
benim için kirletme aydınlığını
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

ıslığımı denesen hemen düşürürsün
gözlerim hızlandırır tenhalığını
yanlış şehirlere götürür trenlerim
ya ölmek ustalığını kazanırsın
ya korku biriktirmek yetisini
acılarım iyice bol gelir sana
sevincim bir türlü tutmaz sevincini
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ümitsizliğimi olsun anlasana
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim

sevindiğim anda sen üzülürsün
sonbahar uğultusu duymamışsın ki
içinden bir gemi kalkıp gitmemiş
uzak yalnızlık limanlarına
aykırı bir yolcuyum dünya geniş
büyük bir kulak çınlıyor içimdeki
çetrefil yolculuğum kesinleşmiş
sakın başka bir şey getirme aklına
aysel git başımdan ben sana göre değilim
ölümüm birden olacak seziyorum
hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim
aysel git başımdan seni seviyorum

admin

Attila İlhan Üzerine

in Yazın

‘ben gidip başıma belalar aramışım
o kalıp mevlasını bulmuş
boynuna o yeşil fuları sarma çocuk
gece trenlerine binme kaybolursun
sokaklarda mızıka çalma çocuk
vurulursun’

Attila İlhan, sevdamızın başımıza vurduğu saatlerde mısralarıyla kalbimizin derinliklerine inerek içimizi titreten bir şair olduğu gibi, tarihsel birikimi, geçmiş dönem kültürlerine olan hakimiyeti ve bunlara eklediği ilerici tavrı ile kültürel yaşantımıza da katkısını dürüstçe sunan bir yazardı.

Edebiyat yaşamına 1941 yılında şiirle başlamış olan şair, babasının etkisiyle Divan Edebiyatı’nı öğrenmeye çalışmış, Mehmet Akif Ersoy’un, Necip Fazıl Kısakürek’in, Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirlerini okumuş, çocukluğunda dinlediği masallar ve türküler sayesinde Dadaloğlu, Dertli, Gevheri gibi halk şairlerinin etkisiyle halk şiirini tanımış ve sevmiş, Nazım Hikmet’le de toplumculuğu tanımıştır.

16 yaşında bir lise öğrencisiyken Nazım Hikmet’in şiirini kız arkadaşına yolladığı için ‘komünizm propagandası’ yapmak suçundan tutuklanarak Sansaryan Han hücresine atılır ve bu dönem, onun siyasi düşüncesinin köşe taşlarını oluşturur. Çünkü hapisten çıktıktan sonra Esat Adil Bey’in başında bulunduğu Türkiye Sosyalist Partisi’yle bağlantıya geçer ve partinin yayın organı olan ‘Gerçek’ gazetesinde Asım Bezirci, Hasan Tanrıkut gibi isimlerle çalışırken; hem gazeteciliği, hem de sosyalizmi öğrenerek ilk siyasal yazılarını kaleme alır.

Şairin şiir yazmaya başladığı 1940’lı yıllarda edebiyat çevrelerinde ikisi iktidardan yana, ikisi iktidara karşı dört ayrı grup bulunmaktadır. İktidar ise Cumhuriyet Halk Partisi ve İsmet İnönü’dür. Birinci grupta Nurullah Ataç, Sabahattin Eyüboğlu ve Yaşar Nabi’nin desteklediği Garip üçlüsü (Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat) vardır. İkinci grup da Suut Kemal Yetkin idaresinde görünen Behçet Necatigil, Oktay Akbal, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Salah Birsel’dir. Bu iki grup var olan iktidara muhalif bir tavır izlemeden sanatlarını geliştirmeye çalışırken üçüncü grup Nazım Hikmet etkisinde şiire başlamış olan Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk Toprak, Cahit Irgat, Attila İlhan, Ahmet Arif, Arif Damar (Barikat), Şükran Kurdakul, Niyazi Akıncıoğlu gibi sanatçılardır. Dördüncü grup ise ırkçı-turancıların oluşturduğu Nihal Atsız ve grubudur.

Attila İlhan, 1946 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin düzenlediği şiir yarışmasında ‘Cebbar Oğlu Mehemmed’ şiiriyle ikinci olur. Bu yarışmada ayrıca Cahit Sıtkı Tarancı ‘Otuz Beş Yaş’ şiiriyle birinci, Fazıl Hüsnü Dağlarca ise ‘Üç Şehitler Destanı’ ile üçüncü olur.

‘…cebbar oğlu mehemmed/ fransız’a silah çekmiş/ hür yaşamak uğruna/ ırz namus uğruna
ana için baba ve kardeş için/ şu mübarek topraklar/ şu mübarek vatan için…’

1948 yılında ilk şiir kitabı ‘Duvar’ı çıkarır. Kitap, Gavur Dağları’ndan Rivayet, Hürriyet Yürüyor, Karanlıkta Kaynak Yapan Adam, Harb Kaldırımında Aşk, Ô¨Åafak Vakti Dünya bölümlerinden oluşur. ‘Gavur Dağları’ndan Rivayet’te yedi ayrı şiir vardır. Bu şiirler birbirinden bağımsız görünse bile konu ve anlatım bakımından benzerlikler göze çarpar. Anadolu’nun yaptığı savaşlar, kahramanlıklar, yüce dağlar, toprak için verilen mücadele, insanların mekanla bütünleşen yaşam tarzları sergilenir. Zaman, Kurtuluş Savaşı öncesi, Fransızların işgali, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet sonrasıdır. Bağımsızlık mücadelesi bölge gerçekliği ve kahramanlıklarıyla anlatılırken şair, destan niteliğindeki denemelerini bu şiirlerle yapmıştır. Karacaoğlan, Dadaloğlu, Dertli gibi halk ozanlarının söyleyişini dönem şartlarıyla bütünleştirerek dile getirir. Kitabın diğer bölümü olan ‘Şafak Vakti Dünya’, İkinci Dünya Savaşı’nı ve faşizmi konu alır. Polonya, Belçika, Hollanda ve Fransa işgal edilirken; hürriyet, eşitlik, sulh ve saadet toprakları için yani yaşamak için ölünürken ‘Lili Marlen Türküsü’ her gece Zagrep radyosunda çalar:

‘biz dünyalılar yemin içtik
imanımız var
hürriyet için hürriyet aşkına
savulacak döne’m savulacak düşman
dehrin sefasını çektik
safasını süreceğiz

akşam olur
mektuplar hasretlik söyler
zagrep radyosu’nda lili marlen türküsü
dost ağlar karanfilim dost ağlar
marş söylemeden ölmek bize yakışmaz
ve biz yine yıldızlara bakarız
ve yine yıldızlar bize bakar

duadır
güneş baht olasın civan oğlum
hürriyet için dipçik tutan el dert görmesin’

Kitaba adını veren ‘Duvar’ şiiri ise II. Dünya Savaşı içinde kahredilen bütün dünya duvarları için yazılmıştır. Ô¨Åair, hücreyi duvarların dilinden aktarır. Güneş görmemiş her duvar, her insanın farklı hikayesine tanık olmuştur:

‘ben bir duvarım hiç güneş görmedim/ sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar/biz de duvarız dinleyen duyan düşünen duvarlar/ ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar/ işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk’

‘biz duvarız neyleyelim gözlerimiz ağlamayı bilmez/ onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler/ kendi gitti ismi kaldı yadigar bağrımızda/ o zaman mayıstı yağmurlar başımızda

ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler/ öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil/ getirirler vururlar biz öyle dururuz/ yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil/ elimizden ne geldi de yapmadık/ ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz.’

II. Dünya Savaşı sürerken ve bittikten sonra faşizmin ezdiği halkların yanında olduğu için düşüncesini söyleyen ve savaşan hangi aydın hücreye atılmadı ki? Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ şiiri o günleri unutturmak istememektedir ve bugünlere seslenir:

‘Görmek istersen denizi
Aldırma gönül aldırma Yukarıya çevir gözü
Ağladığın duyulmasın Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül aldırma’

Ahmed Arif ise ‘Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin’ şiiriyle mücadelede umutsuzluğa yer olmadığını söyleyerek güzel günler görüleceğine inanmaktadır ve duvara şu dizelerle seslenir:

‘Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere
Yastığım, ranzam, zincirim
Uğrunda ölümlere gidip geldiğim
Zulamdaki mahzun resim.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş
Karanfil kokuyor cigaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin.’

Attila İlhan’ın toplumcu şiirleri ilk başta Nazım Hikmet’in etkisinde olsa da daha sonra ‘Sisler Bulvarı’ şiir kitabında toplumcu şiirlerinden kopmamak kaydıyla kendine özgü çizgisini bulur. 1940 yılından sonra 1950 seçimleriyle iktidara gelen Demokrat Parti ‘Truman Doktrini’yle ülkemizin ekonomik programını şekillendiriyor, diğer yandan toplumcu edebiyatçıların örgütlenmesine izin vermeyerek dergilerini sürekli basıyordu. ‘Tan’ matbaasının dönemin iktidarınca yaktırılıp yıktırılması bunun en belirgin örneğidir. Attila İlhan da bu dönemde siyasi olarak Nazım Hikmet’i kurtarma kampanyasına katılırken şiir alanında onun etkisinden kurtulmak ve kendine özgü bir şiir anlayışı ve üslubu geliştirmek çabasındadır. 1954 yılında ‘ben’ şiirleri ön plana geçerek modern şiir anlayışı, toplumsallık ve sınıfsallık teması üzerinde şekillenmeye başlar. ‘Sisler Bulvarı’ ve ‘Yasak Sevişmek’ şiirinde bir taraftan Paris günlerini düşünürken diğer taraftan komitacılık yaptığı yaşantısının izlerini ‘gerilimli’ olarak adlandırdığı bu şiirlerinde yansıtır. Çünkü kullandığı kelimelerde yaşanılan atmosfer anlatılmıştır:

‘sisler bulvarı’nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar

sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin

ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!’

Buradan yola çıkarak Attila İlhan’ın şiiri üç dönemde incelenebilir:
1941-1954: Nazım Hikmet’in etkisi altındaki toplumcu dönem
1954-1968:Bireyin kendi iç çalkantılarıyla toplumculuğun birleştiği dönem
1968 sonrası: Divan şiirlerinin özelliklerinin dönüştürüldüğü ve yeniden üretildiği dönem

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Attila İlhan, 1949 yılında Paris’e önce otuz beş yıl hüküm giymiş olan Nazım Hikmet’i kurtarma komitesiyle gider, daha sonra ise Marksizm’i öğrenmek için. 1949‚Äì1953 yılları arasında ve 1960’ların başında toplam beş yılını orada geçirir. Bunun temel nedenleri olarak iktidarın sol eğilimlere karşı yaptığı baskı, 1944 süreci ile birlikte ilerici ve solcu profesörlerin üniversiteden atılması, gazetelerin basılıp yıkılması v.b. gösterilebilir. Marks ve Engels’in sanat alanında düşünceleri dışında, Sovyet yazarlarından Plekhanov’un diyalektik ve tarihsel materyalizme dayanarak geliştirdiği toplumsal kuramını Stalin’in ‘sosyalist gerçekçiliği’nden ayırır ve şiirde ‘Plekhanov’un estetiği’ni seçer. Türkiye’ye döndükten sonra modernleşmenin aslında Türkiye’de yaşanmadığına dair tespitlerde bulunur. ‘Türkiye modernleşmesi nasıl yaşanmalı? Ulusal sentez, sanat ve edebiyat alanında nasıl toplumculuk temelinde üretilebilir?’ sorularının cevabını denemelerinde vermeye çalışır.

Plekhanov sosyalist sistemde ve üst yapıda edebiyatı nerede görüyordu?

‘İnsanın insan tarafından sömürüldüğü bütün düzenlerde bir yanda, mevcut düzeni savunan bir edebiyat bulunur. Bu edebiyat, bu düzenin üst yapısına dahildir. Fakat bunun yanı sıra bir de ilerici edebiyat vardır. Önceleri yükselen sınıfın fikir ve duygularını dile getiren bu edebiyat, yeni temel, eskisinin yerini aldığı zaman bir üst yapı haline gelecektir. Bu edebiyat da sadece bütün sömürülen insanların fikirlerini, duygularını ifade edebilir. Sömürücü olmayan bir düzende, yani sosyalist düzende bir üst yapı olabilir. Sınıf mücadelesi içinde yer alan edebiyat eseri, içinde doğduğu ve kendisine bağlı bulunduğu tarihsel konjonktürle açıklanır. Estetik eleştiri olmadan tarihsel eleştiri ve buna karşılık, tarih olmadan estetik, tek yanlı ve dolayısıyla yalancıdır. Ô¨Åu halde bir eserin, bir sanat şeklinin asıl estetik anlamını bulup çıkarmak, bunları taşımış olan ekonomik ve toplumsal altyapı ortadan kalktığı halde nasıl olup da estetik bir anlam ve değer muhafaza ettiğini araştırmak gerekir.'(1)

Plekhanov’un estetiğinin yanında Fransız şair Apollinaire’ın şiiriyle tanışması onu imgeye yaklaştırır. Küçük harfle ve noktalama işareti kullanmadan yazma tekniği buradan gelen bir esinlenmedir. Büyük kentin yorgunluklarını, aşklarını, kavgalarını, modernleşme kaygılarını imgelerle yansıtmaya çalışır şiirlerinde. Sisler Bulvarı’nın devamı sayılabilecek diğer şiir kitaplarında Yağmur Kaçağı (1959), Ben Sana Mecburum (1960), Bela Çiçeği (1962), Yasak Sevişmek’te imgelerle dolu lirizm ve coşku imkansız aşklar ile melankoli adeta iç içe geçmiştir. 1968 yılından sonraki şiirlerde ‘ben’in hesaplaşması devam ederken, Tutuklunun Günlüğü, Elde Var Hüzün, Korkunun Krallığı, Ayrılık da Sevdaya Dahil şiirlerinde 12 Mart ve 12 Eylül’ün izleri göze çarpar. Tutuklunun Günlüğü’nde başlayan ’40 Karanlığı, Tutukluyu Uyutmamak, Tutanak kısımları Gizli Duruşma ve Gereği Düşünüldü’ bölümleri Türkiye’de iktidarın tutsaklara uyguladığı o günün tecrit işkencesinden kesitleri anlatır:

‘hücremin karanlık olması iyi/ yalnızlığımı görmem böylece/yırtıldı içimdeki afişler/olduğum yerde sakatlandım/içim dışım eylemim gece…

nasıl oluyor anlamıyorum/ gece yayın bitmiş televizyonu kapamışım/ekranda ansızın birileri/kapalı bir demir gibi suratları/gözleri ateş saçıyorlar…’

‘Ben-Heyecan-Korku’nun yarattığı izlerin dışında 1968 yılından sonra şiirde Divan Edebiyatı’na dönüş, rubailer, serbest gazeller, beyitler ve bentlerden oluşturulmuş şiir denemelerine girişen şair, ekonomik sömürü, ırksal sömürü ve cinsel sömürüyü son şiir kitaplarında ve Fena Halde Leman, Zenciler Birbirine Benzemez romanlarında ele alır.

Garip, İkinci Yeni ve Mavi
1940 yılında şiire yeni bir ses, yeni bir soluk gelir. Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat şiirlerini ilk olarak Varlık dergisinde yayımlarlar ve 1941 yılında ‘Garip’ adlı bir kitapta toplarlar. Genel düşünce olarak; kendilerinden bir alıntı ile ‘bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiir’e karşı çıkan ‘garip’çiler, diğer yandan da, Nazım Hikmet ile gelişen politik şiire de karşı durmaktaydı. Ô¨Åiirde, uyak ve ölçüyü tümden yok ederek müziği azaltıp, içerik ve şekle önem veren, biçim olarak Fransız gerçeküstücülerden etkilenerek geniş bir topluma hitap eden Garip şiiri, insanların sorunlarını yazabilmiş ve bu şiir o döneme göre ilerici bir duruş sergilemiştir. Fakat toplumsal gerçekçiliğin biraz daha geriye itilmesiyle Garip akımı ucuz halkçılığa kaymaya başlamışken 1945 yılında yavaş yavaş toplumculuğa yönelmişler, halk şiirinden ve halk dilinden yararlanmışlardır.

Attila İlhan o dönem toplumcu şairler içerisinde şiir yazmaya çalışmaktadır ve Garipçilere karşı bayrak açanlardan biri olmuştur. Eleştirilerinin temelinde ise biçimin ya da içeriğin birbirinin önüne geçmemesi, eğer geçerse sanatçıyı çağından, yaşadığı toplumdan alıp, soyutlama dünyasına götüreceği düşüncesi; ikinci olarak ise etkilendikleri gerçeküstücü akımların felsefe anlamında idealist, soyut kalması fikridir. Son bir eleştiri olarak ise, yaşama sevincinin ne olduğunun irdelenmesi ve insanın hangi gerçeklikler karşısında bu hislerle dolu olduğunun tekrar tekrar sorgulanması gerektiğine inancıdır.

Sosyalist gerçekçilikle sosyal realizmi ayıran şair, kültürün ve edebiyatın birbirine bağlı olduğunu yeni gelenin öncekini silmektense ilerlemeden geçmesinin tarihsel zorunluluk olduğu görüşündedir. ‘Sosyal Realizm’i şöyle tarif eder:

‘Toplumsal gerçekçilik, ülkemizin ve ulusumuzun bütün sorunlarını, toplumsal ve tarihsel bir görüş açısından bilimsel olarak görüp, en uygun ve yeni estetik biçimler içerisinde yansıtmaya çalışan bir sanat yöntemidir. Toplumsal gerçekçilik geçmiş çağlarımızın başarılı eserlerini koşulları içersinde değerlendirmeyi ve bu eserlerden gereğince faydalanmayı; gerek halk edebiyatımızın gerekse divan edebiyatımızın geleneğini iyice inceleyip anlamayı, benimsediği ulusal koşullarımıza en uygun sanat bileşimini vermeyi düşündüğü için Milli; sanatın toplumsal bir amacı olduğuna ve bu amacın Mustafa Kemal’in tanımladığı anlamda ‘memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmak’ olduğuna inandığı için Milliyetçi; alaturka ve Osmanlı geleneğinin terk edilerek ulusal koşullar içerisinde batılı sanata ait estetik kavramaların geliştirilmesine çalıştığı ve Türk sanatının batı estetiği içinde bir değer olabilmesini amaç edindiği için Batılı; memleketin ve milletin gerçek saadet ve imarına çalışmasının ancak toplumsal bir platform ve programla girişilecek toplumsal eylemlerle gerçekleşebileceğine ve bunda ulusun büyük çoğunluğunu meydana getiren işçiler, köylüler, yoksul şehirliler ve aydınlara büyük işler düşeceğine ve bu yolda sanatın yol gösterici bir görevi olduğuna inandığı için toplumsal; toplumsal gerçekler ne kadar acı ve ne kadar yıkıcı olursa olsun, ulusumuzun ve ülkemizin mutlu geleceğine inandığı için iyimser ve aydınlık bir sanat tutumudur.’ (2)

Görüldüğü gibi, Attila İlhan, o günkü koşullar içinde, sonuçta ilerici sayılabilecek bir yaklaşımda olup fakat diğer yandan da, sonradan çok daha net görülebilen, ulusalcı-kemalist çizginin etkisi ile, toplumcu gerçekçiliğin temel vurgularına ters düşen bir kavram karmaşası yaşamaktadır. Kemalizm’in anti-emperyalist çıkışı ve halk desteği sağlamış iktidar başarısı pek çok sosyalist aydın ve sanatçıda olduğu gibi, Attila İlhan’da da, ‘milliyetçilik’ açmazının, temelsiz bir Batıcılığın başlamasının sebebi olarak görünmektedir. Bu durum, örgütlü-devrimci ve sınıfsal bir bakışa sahip olamayan bu kesimin, sonradan devletçileşerek halktan kopan tutumunu anlamamıza da yaramaktadır.

1950‚Äì1960 dönemi arasının şiiri sayılabilir İkinci Yeni şiiri. Menderes döneminin politikalarıyla edebiyatta içe kapanma dönemi geçirir, halkın yaşamından ve sorunlarından uzaklaşmaya başlar, atılan edebi sanatlara yeniden kucak açar ve şiiri akılcılıktan, duygu temeline sürükler. Yani biçimi ön plana alarak anlamda kapalı bir söyleyiş ve özde de bir kaçıştır aslında. Kapitalist sistemin dünyaya yaymak istediği hükümranlık ve makineleşmeyle birlikte bireyin yabancılaşma süreci bu şairleri böyle bir tavır almaya yanaştırsa da esas olan şey, neye karşı neden mücadele edildiği sorularının yanıtını aramak olmalıdır. Tıpkı Abdülhamit İstibdadı’ndaki Servet-i Fünun edebiyatı gibi. İkinci Yeni şiiri yükselen devrimci hareketle çıktığı tıkanıklıktan öz eleştiri vererek kurtulmak ister ve şairler teker teker toplumculuğa tekrar yönelirler.

Attila İlhan, II. Yenicilerin başta biçimciliklerini sert bir dille eleştirerek şunları söylüyor: ‘O tarihte, imgeyi getirelim demek, imge temeline yaslanan özcü ve toplumsal sanatı geri getirelim demekti, tek başına imgeyi alıp getirelim demek değil! Yıl 54-55. O sıra Menderes diktası katılaştıkça katılaşırken ‘toplumsal gerçekçi’ tezlerle ortaya çıkmanın anlamı budur ve açıktır. Ne var ki, imgeye yaslanmadan özcü sanat yapmak nasıl biçimciliğin elleri üstünde yürümesiyse (Orhan Veli Takımı, Son Mavi) imgeyi toplumsal ya da bireysel özünden ayrı ve bağımsız ele almaya kalkışacak bir sanat tutumu da biçimciliğin önde gidenidir. Çünkü ikisi de estetik bileşimi, belirli bir toplumsal bireysel içlemin imgelerle deyimlenmesi diye almaz da, o belirli özden apayrı, düşünülmüş dil olanaklarının süslemeci ustalığıyla kullanılması diye alır. Kendilerine ‘ikinci yeni’ adını yakıştıranlar işte bu temel yanlışı yapmışlarıdır.’ (3)

Garip ve hece şiirine bir tepki olarak, ‘Mavi’ dergisi, 1 Kasım 1952 yılında bir grup genç tarafından çıkarılır. Derginin kapanmasından sonra da Attila İlhan, Orhan Duru, Ferit Edgü, Özdemir Nutku, Ahmet Oktay, Adnan Özyalçıner gibi sanatçılar dergiye ilgi göstermeye başlar ve 1956 yılına kadar çıkarırlar. Derginin amacı batılı yöntemlerle ulusal ve Atatürkçü bir çizgide sosyal realizmi anlatmaktır.

Tanzimatçılık, Kemalizm, Sosyalizm, Toplumculuk:
Türkiye 1920‚Äì1923 sürecinde Ulusal Kurtuluş savaşını yapmış, anti-emperyalist kimlikle bu savaşı kazanmış, bu savaşın öncüsü olan Kemalistler, iktidar da olmuş fakat ekonomik- politik tutumu ve sınıfsal karakteri ile bu bağımsızlıkçı tavrı, siyasal ve ekonomik bir zafere dönüştürmekten çok uzak oldukları için, ülke, 1940’lı yılların politikalarından sonra ikili anlaşmalarla Batı’nın bir kez daha hegemonyası altına girerek ‘Tam Bağımsız Ülke’ yaratılmak istenirken, yeni-sömürge durumuna düşürülmüştür. Yönünü sola ve Marksizm’e çevirmiş aydınların II. Dünya Savaşı sürecinden ve politikalarından etkilenerek iktidara karşı tavır almalarının yanında, elbette ‘Tam Bağımsız Türkiye’ temelinde üretim araçlarının kimin elinde olduğu sorunu yatar. Çünkü ülkenin alt-yapısı o ülkenin üst-yapısını başta kültür-sanat-edebiyat alanlarında şekillendirecek ve yön verecektir.

Attila İlhan, Paris’te, Üçüncü Dünyacılık ve Marksizm ile tanıştıktan sonra Batı’nın aslında görüldüğü gibi modern olmadığını ve onun emperyalist yüzüyle karşılaştığını özellikle Fransa’nın Cezayir’e yaptığı işgal ve ırk ayrımcılığıyla örneklendirerek 1972 yılında ‘Hangi Batı?’ kitabını çıkarır. Anti-emperyalizm olmadan sosyalizmin olamayacağını Mustafa Kemal’in bağımsızlık anlayışına ve yurt milliyetçiliğine sahip çıkılması gerektiğini yazar. İsmet İnönü’nün CHP’sini dikta rejimiyle suçlayarak Türkiye solunun gelişemediğini halbuki Mustafa Kemal’in anti-emperyalist söyleminin ve halkçılığının, sosyalizmin yolunu açacağını savunur. ‘Hangi Sol?’ kitabında bu duruma eklektik olarak Stalin dönemi Sovyet Rusya’sı ile Türkiye’nin anti-emperyalist mücadelesi hem bileşke içerisinde hem de karşıtlıklarıyla anlatılır.

Türkiye’de Batı’daki gibi aşağıdan yukarıya bir aydınlanma dönemi yaşanmadığı için iktidar, özellikle İsmet İnönü döneminde Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in öncülüğünde kültür alanında aydınlanma için belirli yön vermeye başlar. Başta ‘Tercüme Odası’nın kurulması ile Doğu-Batı klasikleri Türkçe’ye çevrilmiş, 17 Nisan 1940 yılında Köy Enstitüleri kurulmuştur. Böylece köylü, yıllardır süren feodal ağalığa eğitim ve kültür bilinciyle karşı çıkacak; böylece Türkiye’de modernleşmenin temeli atılacaktı. Köy Enstitüleri sistemine Attila İlhan; ‘CHP faşizminin yanlış kültür sorunsalı’ diye karşı çıkar ve Mustafa Kemal’in sisteminden farklı olduğunu söyleyerek Mustafa Kemal’in altı okundan ‘Devrimcilik’ ilkesinin ‘sürekli devrimciliğe’ değil ‘Batılılaşma’ya kaydığını ve bunun da ülkeyi sosyalizme değil, Tanzimatçılık’a götüreceğine işaret eder. ‘İnönü Atatürkçülüğü’nün öykünme düzeyinde olduğunu, Müdafaa-i Hukuk doktrininden ve Kuvayi Milliyecilikten temel bir sapma göstererek, devlet baskısını, faşizan baskıyı, yukarıdan aşağıya zorlamaları, resmi kültür ve sanat yönlendirmelerini içeren bir sistem olduğunu edebiyatta, ekonomide, siyasette bunların halkçılık adına toplumcu, solcu olmadığını bu yüzden ‘ortanın solu’ kavramının çok tuttuğunu böyle bir karşılaşmadan yola çıkarak anlatır. Yazara göre Mustafa Kemal’iin ulusal demokratik devrimi yozlaştırılmıştır. Yunan-Latin klasiklerinin çevrilmesi Avrupa kültürünün ortak temelidir ve Hıristiyan-Ümmet kültürünün bir parçasıdır. Mustafa Kemal, ‘ümmet’ kültüründen ‘millet’ kültürüne geçişi sağlamak için ardı ardına reformlar yapmıştır. Önce feodalite tavsiye edilecek, toprak reformu yapılacak ve sanayi devrimi başlatılacaktır. Yani Batı’nın yaptığı reformları aşağıdan yukarıya doğru Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda yapılacaktır. Fakat ondan sonra gelen iktidarlar Batı’ya karşı tek taraflı bir teslimiyet sürecine girmiştir.

Attila İlhan, bu düşünce sistemine sonraki yıllarda da tutarlı bir şekilde sahip çıkmış fakat gerek Kemalizm’in aslında kendi doğası ile geliştirdiği bu devletçi yapıyı ve gerekse de emperyalizmin Türkiye’deki özgün sömürü biçimlerini anlayamaması sonucu, başlarda sahip olduğu ve o dönem ilerici kabul edilebilecek ulusalcı çizgiye bağnazca sahip çıkışı onu şoven milliyetçilerle aynı noktaya getirmiş, Kemalizm’i savunayım derken devleti sahiplenmek zorunda bırakmıştır.

Attila İlhan’ın romanlarından olan Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’nın panoraması olarak nitelendirilebilecek Ayna’nın İçindekiler serisindeki ‘Dersaadet’te Sabah Ezanları’ ise Osmanlı Devleti’nden başlayarak Cumhuriyet’in ilk yıllarına dek uzanır. Yazar, bu romanı yazmaya iten nedeni ‘Hangi Edebiyat’ denemesinde, 1950 yılında Paris’te bir Fransız’ın ona; ‘…devrim iyi hoş ya, sizin orada 1920 yılına doğru basbayağı anti emperyalist bir savaş verilmiş, Mustafa Kemal diye bir adam çıkmış, nedir bu adamın özelliği, bu savaşın ve devrimin özü?’ demesi olarak açıklar.(4) Bu romanın diğer önemli bir özelliği de, romanda işgal edilen kent İzmir’dir fakat işgal karşıtı protesto İzmir yerine Dersaadet’tir. Göstericiler Sultanahmet Camii’nin önünde toplanır ve kürsüdeki kadın, ‘ezan sesleri’ eşliğinde halkı ulusal bir direnişe çağırır. Roman konusunda ise yazarın tespitleri şunlardır:

‘Romanlaştırma anlayışında önce genel bir ayırım olduğunu sanıyorum, bir romancı anlatacağı dönemi ve insanlarını ya diyalektik olarak ele alır, ya metafizik olarak! Yaygın olan ikincisi, yani o dönemin, insanları ve koşullarıyla durağan olarak ele alınması ve yansıtılmasıdır.(…) Diyalektik öyküleştirmede, romancı bir insanı bir dönemi değil bir süreci anlatacaktır, bu süreç elbette iç çelişkileriyle ve statik olarak değil, dinamik olarak anlatılacaktır. Ben bir kere bunu yapmaya çalışıyorum, ister Kurtuluş Savaşı anlatacak olayım, ister başka bir şey, önce anlatacağım sürecin ne olduğunu, çelişkilerini ve koşullarını bulmaya çalışıyorum, bu da benim için sıçramalarla, geriye dönüşlerle dolu bir roman tekniğini geliştirmek oluyor. (5)

1981 yılında yayımladığı ‘Hangi Atatürk?’ kitabında en çok Mustafa Kemal’iin anti-emperyalist yönünü vurgular. Bundan birkaç yıl önce çıkan ‘Allah’ın Süngüleri, Gazi Paşa ve O Sarışın Kurt’ kitaplarında da Kurtuluş Savaşı’nı roman tekniğine dayandırarak tasvirlerle ve geri-dönüşüm teknikleriyle, tarihsel süreci bozmadan verir.
Yazar, şiirde diyalektik bir bileşimle ulusalcı-toplumcu bir senteze gitmek isterken Mustafa Kemal’in ‘Sürekli Devrimcilik’ ilkesinin var olan aydın çevrede gelişmesi için çeşitli dergilerde yazılar yazar ve kitaplar çıkar. Doğan Avcıoğlu’nun 1965 yılında yayımladığı ‘Yön’ dergisi bunlardan biridir. Doğan Avcıoğlu da Attila İlhan gibi Mustafa Kemal’in anti-emperyalist savaşının sosyalizme gideceğine dair ve sorunun üretim araçlarının hangi sınıfta olması gerekliliğini yazmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra Nihat Erim’in başında olduğu CHP çok daha faşizan bir niteliğe bürünerek ülkedeki hiçbir kuruma göz açtırmamıştır. Attila İlhan 1966’dan sonraki yazılarını ise ‘Faşizmin Ayak Sesleri’ kitabında toplamış, aydınların orduya dayalı bir devrim yapma fikrine başta Doğan Avcıoğlu’nu işaret ederek baştan beri sıcak bakmadığını ve gelecek olan hareketin faşizan bir hareket olduğunu belirtmiştir. Ülkenin bu hale geliş sürecini ‘Aydınlar Savaşı’nda ve başta aydınları suçlayarak yapmış ve bunu iki nedene dayandırmıştır. Birinci neden olarak Tanzimat’tan gelen bir ‘Batılı’ ve ‘Batıcı’ aydın tipi olduğunu ( Bu aydın tipini komprador ekonomisinin yarattığı bir garip yaratık olarak görmektedir.) ve bu aydın tipinin emperyalizme alışmış ‘İlerici’ değil bürokrasiye dayalı olduğu için işbirlikçi olmasını belirtir. İkinci nedeni bu aydınlardaki sosyalizm anlayışı olarak görür. Türkiye sosyalistlerinin ve aydınlarının körü körüne bağlanıp, kuramı bilemediklerini ve ulusal koşullara iyi uygulayamadıklarını, başkalarının yanlış ilericiliklerini tartışmasız benimsedikleri görüşüne dayanır.

Sonuç olarak, Attila İlhan yaşadığı dönem içerisinde fikirleri tartışılan ve bazen sahiplenilen bazen sahiplenilmeyen ama şiirleri çok okunan, yakın tarihimize çağdaşlaşma, kültür, ulusallık, sınıfsallık konularına anti-emperyalist temelden yola çıkarak, tarihsel süreci sınıfsallığa doğru giden ve Kemalizmi ‘Marksizmin yerelleşmiş hali olarak gören’ değerlendiren ve eleştiriler sunarak günümüz tarihine de ışık tutan bir şair ve aydın olarak Türkiye tarihinde yerini almıştır.

Attila İlhan’ın yazı içinde sayamadığımız kitapları şunlardır:

Şiir:

duvar
sisler bulvarı
yağmur kaçağı
ben sana mecburum
bela çiçeği
yasak sevişmek
tutuklunun günlüğü
böyle bir sevmek
elde var hüzün
korkunun krallığı
ayrılık da sevdaya dahil
kimi sevsem sensin

Roman:

sokaktaki adam
zenciler birbirine benzemez
kurtlar sofrası

aynanın içindekiler:
1/bıçağın ucu
2/sırtlan payı
3/yaraya tuz basmak
4/dersaadet’te sabah ezanları
5/o karanlıkta biz

fena halde leman
haco hanım vay

Deneme/Anı:

abbas yolcu
yanlış kadınlar yanlış erkekler

anılar ve acılar:

1/hangi sol
2/hangi batı
3/faşizmin ayak sesleri
4/hangi sağ
5/hangi Atatürk
6/hangi laiklik
7/hangi küreselleşme
8/hangi edebiyat

Attila İlhan’ın defteri:

1/ gerçekçilik savaşı
2/ikinci yeni savaşı
3/faşizmin ayak sesleri
4/batı’nın deli gömleği
5/sağım solum sobe
6/ ulusal kültür savaşı
7/sosyalizm asıl şimdi

KAYNAKÇA:
1- Plekhanov, Sanat ve Toplumsal Hayat, Sosyal Yayınlar
2- Attila İlhan, Gerçekçilik Savaşı, BDS Yayınları
3- Attila İlhan, İkinci Yeni Savaşı, Bilgi Yayınevi
4- Attila İlhan, Hangi Edebiyat? Bilgi Yayınevi
5- Attila İlhan, Hangi Sol? Bilgi Yayınevi
6- Attila İlhan, Faşizmin Ayak Sesleri, Bilgi Yayınevi
7- Attila İlhan, Aydınlar Savaşı,
8- Attila İlhan, Duvar, Kültür Yayınları
9- Attila İlhan, Sisler Bulvarı, Kültür Yayınları
10- Attila İlhan, Tutuklunun Günlüğü, Kültür Yayınları
11- Attila İlhan, Korkunun Krallığı, Bilgi Yayınevi

(Hande Sonsöz)

admin

Attila İlhan – Yağmur Kaçağı

in Şiir

elimden tut yoksa düşeceğim
yoksa bir bir yıldızlar düşecek
eğer şairsem beni tanırsan
yağmurdan korktuğumu bilirsen
gözlerim aklına gelirse
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni
geceleri bir çarpıntı duyarsan
telaş telaş yağmurdan kaçıyorum
sarayburnu’ndan geçiyorum
akşamsa eylül’se ıslanmışsam
beni görsen belki anlayamazsın
içlenir gizli gizli ağlarsın
eğer ben yalnızsam yanılmışsam
elimden tut yoksa düşeceğim
yağmur beni götürecek yoksa beni

admin

Attila İlhan – Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken

in Şiir

akşamın acı su karanlığı içinden
soğuk kadife teması yalnızlığın
şuh bir kahkaha balkonun birinden
gizli işareti midir bir başlangıcın

sevmek için geç ölmek için erken

başbaşa çay elele yürümek derken
boğaz vapurları mı iskele sancak
telefonda kaybolmak sesini beklerken
insan insanı yeniler doğrudur ancak

sevmek için geç ölmek için erken

içimdeki gökkuşağı besbelli neden
bulutların içinden kuşlar yağıyor
bir şiire başlarsın birini bitirmeden
hiç kimse gözlerine inanamıyor

sevmek için geç ölmek için erken

sevmek sevildiğini bile farketmeden
yaklaştıkça ölüm soğuk bir yağmur gibi
sevmek zehir zemberek ve yürekten
gecikerek de olsa vuruşur gibi

sevmek için geç ölmek için erken

admin

Attila İlhan – Ölmek Zamanı

in Şiir

dağılırdı saçlarınız yaz akşamı
batan güneşe karşı / kumral
susardınız ne de çok susardınız
anlaşılması güç susmanızın anlamı
sanki bir bulmaca uzun bir sarmal
uzadıkça sersem eder adamı
o zaman sevmek değil ölmek zamanı

(uzak bir kız sisli mavi susarsa
acılarla yüklüdür suskunluğu
akıl almaz tehlikeler içerir
hele hayatında bir sürgün varsa
kelepçe kuşlarının buz gibi uçuştuğu
o siyah tren uğultularla gelir
bütün üçüncü mevki cıgara dumanı)

bana susar bir hayalle konuşurdunuz
hani fakülteden çıkarken vurmuşlardı
kollarınızda ölen tıbbıyeli çocuk
birbirinize nasıl da uymuştunuz
sevginizde yüceltici birşeyler vardı
korku bulaşığı garip bir mutluluk
bir filmi hatırlatan belki bir romanı

(uzak mavi kız dalgasız bir su
ah onun yalnızlığı benim yalnızlığım
içimizde gemiler ansızın yol kesiyor
ansızın beni de vururlar mı korkusu
izlendiğini sanmak her gece adım adım
şehrin karanlığında devriyeler geziyor
telsizde cızırtılar / cinayet alarmı)

eflatun ve ıssız ağzınız bir muamma
susardınız arkasında susmuşluğunuzun
tekrar tekrar sizi duruşmaya çağırırlar
geç vakte kalır sorgular bitmez ama
hapislik nedir ki / unutulmak asıl sorun
seyreldikçe seyrelir istanbul’dan mektuplar
ne arayanı kalır gittikçe ne soranı

(baksa da beni görmüyor sanki yokum
duymadığı açık anlattıklarımı
sessizliği kalabalık giremiyorum
ölüler kuşatılmış sağımı solumu
geçmişte yaşıyor biliyorum
bir anlatabilsem onsuz olamadığımı
o zaman sevmek değil ölmek zamanı)

admin

Attila İlhan – Duvar

in Şiir

ben bir duvarım hiç güneş görmedim
sen hiç güneş görmemiş bir başka duvar
yüzümüz benek benek tahta kurusundan
ve sinemiz baştan başa ak üstünde karalar
– kelepçeden kahroldu kahroldu bileklerim
– sıyrılıp çıktım artık ölüm korkusundan
– dilim dilim sırtımdaki yaralar
ben demirbaşım sığır siniriyle dayak yedim
biz de duvarız dinliyen duyan düşünen duvarlar
bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
ve bizim kucağımızda kasırgalı insanlar

yüzündeki deniz parlaklığıyla durur hatıramızda
o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk
o zaman mayıs’tı yağmurlar başımızda
bir cumartesi akşamı girdi kapımızdan
gözlerinde kıpkızıl diken diken öfkesi
adeta birden bire aydınlandı zindan
onu böyle görünce nasıl da korkmuştuk
sapından fırlamış bir balta gibi çehresi
ve omuzlarında delikanlı gölgesi

o zaman mayıs’tı yağmurlar başımızda
o sırt üstü yatağında yatardı
sımsıcak gözleri şimdi bile aklımdadır
bir sana bakardı bir bana bakardı
dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır
toprak ana bütün zincirlerinden çözülmüş
sabahlar akşam üstleri manolya gibi parlak
tarlaların yüzü gülmüş
işte her akşam geçtiği denize çıkan sokak
ah işte annesi annesi sevgilisi

işte biz dinliyen duyan düşünen duvarlar
işte o çocuk yumruklu dev o dev yumruklu çocuk

dışarda tabiat mevsimin en çıngıraklı ayındadır
bizim kucağımız terkedilmiş bir yatak gibi kirli soğuk
o bir kaç defa kartal gibi gitti kartal gibi döndü
çığlıklarını değil kırbaç sesini duyduk
biz duvarız neyleyim gözlerimiz ağlamayı bilmez
onu bir gece sabaha karşı büsbütün götürdüler
kendi gitti ismi kaldı yadigar bağrımızda
o zaman mayıs’tı yağmurlar başımızda

ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler
onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yara değil
getirirler vururlar biz öyle dururuz
yağmurlar gözyaşı bulutlar mendil
elimizden ne geldi de yapmadık
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
bir mayıs sabahı toprak rezil gök rezil
yıldızlar küfür gibi yüzümüze tükürür gibi
şafak sancılarıyla iki büklümdü ufuk
ve simsiyah çamur gibi bir manga ortasında
siyaset meydanına geldi dev yumruklu çocuk
bulutlar eğilip alnının terini sildiler
ve mermiler birdenbire ölümü getirdiler

o düştü biz yine ayakta kaldık
halbuki ne kadar yorgunuz
öyle bakmayın bu yaralar şerefli yaralar değil
ah öyle bakmayın utanırız kahroluruz

admin

Attila İlhan – Cinayet Saati

in Şiir

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
dört bıçak çekip vurdular dört kişi
yemyeşil bir ay gökte dağılıyordu

deli cafer ismail tayfur ve şaşı
maktulün onbeş yıllık arkadaşı
üçü kamarot öteki aşçıbaşı
dört bıçak çekip vurdular dört kişi

cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz

demirlemişti eli kolu bağlıydı ağlıyordu
on üç damla gözyaşını saydım
allahına kitabına sövüp saydım
şafak nabız gibi atıyordu
sarhoştum kasımpaşa’daydım
hiç biriniz orada yoktunuz

haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
polis katilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa’daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü

ben vursam kendimi vuracaktım

admin

Attila İlhan – Böyle Bir Sevmek

in Şiir

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
azıcık okşasam sanki çocuktular
bıraksam korkudan gözleri sislenir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular

böyle bir sevmek görülmemiştir

hayır sanmayın ki beni unuttular
hala arasıra mektupları gelir
gerçek değildiler birer umuttular
eski bir şarkı belki bir şiir
ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir

yalnızlıklarımda elimden tuttular
uzak fısıltıları içimi ürpertir
sanki gökyüzünde bir buluttular
nereye kayboldular şimdi kimbilir

ne kadınlar sevdim zaten yoktular
böyle bir sevmek görülmemiştir.

admin

Attila İlhan – Beni Bir Kere Dövdüler

in Şiir

beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm
daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor
büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri
geceleyin dövdüler dişlerimi tükürdüm

emirgan’la aramız çok eskiden beri yok
niye ölmedim diye bana bozuluyor
ötekiler şurda burda azar azar gördüğüm
çakıdan bozma itler sustalı birileri
fakat çok fena dövdüler size ne söylüyorum
bir vakit omuzlarım tutmadı dişlerimi tükürdüm

boşyerlerime vurdular yumrukları duruyor
gecenin bir saatinde gizlice kustum
bir böcek yürüyordu boynumdan içeri
burnum mu kanıyordu ağlıyor muydum
büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri
ayıran eden çıkmadı susadım su veren yok
kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm
çocuk sıcaklığına sığınıp uyumayı
omzum bir vakit tutmadı dişlemi tükürdüm

fakat çok fena dövdüler size ne söylüyorum
daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor
hiç kimse o halimde görsün istemiyordum
eczane aramak filan aklımdan geçmedi
sıcak bir şeyler içmek otelde motelde
kavgalı olmasaydık belki seni düşünürdüm
dağıtılmış suratımı avuçlarına saklamayı
ağlamayı düşünürdüm kim bilir belki de
bir vakit omzum tutmadı dişlerimi tükürdüm

beni bir kere dövdüler çok gözlüklüydüm
daha bere giyiyordum bıyıklarım da duruyor
büyükdere’de dövdüler emirgan ve birileri
senin için dövdüler dişlerimi tükürdüm

admin

Attila İlhan – Bela Çiçeği

in Şiir

alsancak garı’na devrildiler
gece garın saati bela çiçeği
hiçbir şeyin farkında değildiler
kalleş bir titreme aldı erkeği
elleri yırtılmıştı kelepçeliydiler
çantasını karısı taşıyordu

hiç kimse tanımıyordu kimdiler
gece garın saati bela çiçeği
üçüncü mevki bir vagona bindiler
anlaşıldı erkeğin gideceği
bir şeyden vazgeçmiş gibiydiler
bir türlü karısına bakamıyordu

ayaküstü birer bafra içtiler
gece garın saati bela çiçeği
şimdiden bir yalnızlık içindeydiler
karanlık gelmişi geleceği
birdenbire sapsarı kesildiler
vagonlar usul usul kımıldıyordu

admin

Attila İlhan – Rüzgar Gülü

in Şiir

önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim
sisler utanacak eğilecek
ağzının ucundan öpeceğim
saçına kalbimi takacağım
avcunda bir şiir büyüyecek
nerede olduğumu bileceğim

bu çıplak geceler yok mu
bu plak böyle ağlamıyor mu
camları kırmak işten değil
delirecek miyim neyim
kirpiklerimden mısra dökülüyor
kenya’da simsiyah yalnızım
yoksul bir şilepte gemiciyim
malezya’da yük bekliyorum
önümden çekilirsen istanbul görünecek
nerede olduğumu bileceğim

gözlerini söndürme muhtacım
ben senin aydınlığına muhtacım
yepyeni bir ilkbahar harcayıp
bir yaz boğup bir sonbahar harcayıp
rüzgar gülünü arayacağım
oran’da pernanbouc’ta tombuktu’da
vinçler yine akşamları indirecekler
yine karanlığa bulaşacağım
gözlerin rüzgarda savrulacak

ikimiz iki sap buğday olsak
sen benim olsan ben senin olsam
bir gece vakti aklına gelsem
uykunu tutsam bırakmasam
seni kucaklasam kucaklasam
birbirimizin kalbini dinlesek
dünyanın kalbini dinlesek
büyük ateşler yaksalar
iki güvercin uçursalar
nerede olduğumuzu bilsek

admin

Attila İlhan – Zeynep Beni Bekle

in Şiir

zeynep beni bekle / gece ağaçlarına
yağmur çiseliyorum / cam tozu su beyazı
yalnızlığını mutlaka değiştireceğim
bir yaprak halinde süzülüp saçlarına
eski teşrin’lerden / kederli kırmızı
zeynep beni bekle mutlaka döneceğim
söyle kim önleyebilir buluşmamızı

geceleyin ışıkları söndürdüğün zaman
benim şiir kitaplarından sızan aydınlık
elinde uyuyakaldığın heyecanlı roman
pancurların çarpıldığı lodos geceleri
rüzgarın değil benim / pencerendeki ıslık
her akşam koridordaki ayak sesleri
yanlış çaldığını zannettiğin telefon
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
hem bu ne ilk ayrılığımız ne de son

pikapta eminağa acemaşiran saz semaisi
sokakta çocuklar saklambaç hırsız polis
hayat akıp gidiyor olsam da olmasam da
saatı durmamalı ufak sorumlulukların
resmi bırakmadın ya / son çektiğin hangisi
bak mektuplar birikmiş yine masamda
fakülteler açılacak bak bugün yarın
zeynep beni bekle mutlaka geleceğim
başladığımız filmi birlikte bitireceğiz

kim ne derse desin içimde delice bir his

admin

Attila İlhan – Ben Sana Mecburum

in Şiir

Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum, sen yoksun!

Sevmek kimi zaman rezilce korkudur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatihte yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlarda bir Cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum, sen yoksun!

Belki haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy’de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışşın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor.

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin…

admin

Attila İlhan – Emperyal Oteli

in Şiir

ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var
sımsıcak bir merhaba diyecektim
başımı usulca dizine koyacaktım
dört gün dört gece susacaktım
yağmur sönecekti yanacaktı
sameland seferden dönecekti
duvardaki saat duracaktı
kalbim kendiliğinden duracaktı
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var

emperyal oteli’nde bu sonbahar
bu camların nokta nokta hüznü
bu bizim berhava olmuşluğumuz
bir nokta bir hat kalmışlığımız
bu rezil bu çarşamba günü
intihar etmiş kötümser yapraklar
öksürüklü aksırıklı bir takvim
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin itirazım var

sesleri liman sislerinde boğulur
gemiler yorgun ve uykuludur
sabahtır saat beş buçuktur
sen kollarımın arasındasın
onlar gibi değilsin sen başkasın
bu senin gizlerin gibisi yoktur
adamın rüyasına rüyasına sokulur
aklının içinde siyah bir vapur
kıvranır insaf nedir bilmez

otelin penceresinde duracaktım
şehri karanlıkta görecektim
karanlıkta yağmuru görecektin
saçların ıslanacak ıslanacaktı
kış geceleri gibi uzun uzun
tek damla gözyaşı dökmeksizin
maria dolores ağlayacaktı
İstanbul’u yağmur tutacaktı
bütün bir gün iş arayacaktım
sana bir türkü getirecektim
kulaklarımız çınlayacaktı

emperyal oteli’nin resmini çektim
akşam saçaklarından damlıyordu
kapısında durmanı söylemiştim
yüzün zambaklara benziyordu
cumhuriyet bahçesi’nde insanlar geziyordu
tepebaşı’ndaki küçük yahudiler
asmalımescit’teki rum kemancı
böyle rüzgarsız kalmışlığımız
bu bizim çektiğimiz sancı
el ele tutuşmuş geziyordu
gazeteler cinayeti yazıyordu
haliç’e bir avuç kan dökülmüştü

emperyal oteli’nde üç gece kaldık
fazlasına paramız yetmiyordu
dördüncü gece sokakta kaldık
karanlık bir türlü bitmiyordu
sirkeci garı’nda sabahladık
bilen bilmeyen bizi ayıpladı
halbuki kimlere kimlere başvurmadık
hiç biri yüzümüze bakmıyordu
hiç kimse elimizden tutmuyordu
ben hiç böylesini görmemiştim
vurdun kanıma girdin kabulümsün

admin

Attila İlhan – Yorgun Serüvenci

in Şiir

ben yeşil bir suç içtim onsekiz
emirgan’da içtim temmuz’da
bütün karadeniz akıyordu
rüzgar çözülmüştü ay yoktu
işte ben klor içtim onsekiz
bıyıklarımdan damlata damlata
büyük rezilliğimizi içtim

saat yirmibir demesin içim çöl
gözlerimi mumlar gibi söndürüyorum
sarhoşlar gitti onsekiz gitti
istinye’de gemiciler kahvesindeyim
avuçlarımda kurukafa işareti
oksijeni eksik başka bir gökteyim
başka bir karanlığa kan veriyorum
az sonra böbreklerim dökülecek

yabancı bir ıslık elektriklerde
rüzgar dudaklarımı kesiyor
şimdi git onbeş yıl önce gel
yalnızlar sokağında bekliyorum
tırnak uçlarımdan kan sızıyor
kan burun deliklerimden sızıyor
bütün camlarım kırılmış yorgunum

admin

Attila İlhan – Kırmızı Pazar

in Şiir

kız sen burda yeni misin peki leyla nerde
hani çekirdek gözlüm örümcekten korkan
kim ulan beni herkes tanır git patronuna sor
elektrikçi ihsan dedin mi içkide üstüme yoktur

leyla güzel kızdı ben böyle göz görmedim
sen de güzelsin bak omuzların mesela
biz elektrikçi kısmı karanlıkta güreşiriz
ölüm tellerde ıslık çalar gözümüz pektir
saçların kendinden mi sarı boyadın mı
öyle örtülü bakma içimi karıştırıyorsun

buranın tesisatını biz yaptık cahit’le beraber
düğmeye şöyle dokun süt gibi aydınlık
cahit askere gitti bak leyla da gitmiş
geceleri uyku tutmuyor işin yoksa cigara iç
yıldızlar boğazıma dizili inanmazsın
dilsiz misin nesin bir şey söylesene
istanbul’dan mı geldin yalnız mısın

admin

Attila İlhan – Fabrika Durağı

in Şiir

dün akşam bütün yüzünle bana doğru eğilmiştin
gözlerin hüzünle doluydu güya beraberdik
öptüm ki sen değilmişsin büyük yalnızlığımmış
yalnızlığımı emziren korkunç karanlığımmış
dün akşam yeniden ıhlamurlar boyunca gittim
yine yoldan çingeneler geçiyorlardı

öksüz bir cıgara gibi iki nefeste bitirdik
sonuna geldik birlikte başladığımızın
üfledik birer birer ışıklarını söndürdük
haziran gecesi içindeki aşkımızın
karanlıkta kaldık yalnızlıkta kaldık
istanbul çığlık çığlık ter döküyordu

gökyüzü en karanlıktı sonra gözlerin
fabrika durağı’ndaki bayram yerinde
lacivert saçlı kürtlerin sonra devrilmişliği
yumruk kadar yürekleriyle sonra çocuklar
sonra niyet çeken askerler karanlıktı
sonra sessiz sedasız sevişen ıhlamurlar

o akşamın eteklerinde iki mahzun çocuktuk
izinli jandarmalar nişan atıyorlardı
atlıkarıncalar gıcır gıcır gülüyorlardı
yorgunluğumuza ragmen adeta mes’uttuk
canavar yoksulluğumuzu sanki unutmuştuk
başımızı sokacak evimizin olmadığını
iki yakamızın uç uca gelmediğini
halimizi soran olmadığını sanki unutmuştuk
içimizden ebabil kuşları geçiyorlardı

o akşam fabrika durağındaki bayram yerinde
elbirliğiyle bir donanma yaşadık
ıslıklı denizlerin ihtirasını yaşadık
gözbebegimizdeki kan siyaha dönmüştü
bayramın sonu gelmişti oysa ışıklar sönmüştü
ben yıkılıp gitmiştim erken kalkacaktım
sen bir rüzgara girmiştin erken kalkacaktın
ikimiz ekmeğimizin peşine düşmüştük
öyle uzun sevişmeye vaktimiz yoktu

admin

Attila İlhan – Şahane Serseri

in Şiir

yolumdan çekil yavrum
bağlasalar duramam
demir asa demir çarık dedim
neyleyim!
yolculuk dedim
ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir
rüzgar kendini yerden yere vuruyor
kırık dökük yıldızlar belirli uzaktan
telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor
anamdan yolcu doğmuşum
yedi dağın yolları kalbimden geçer
salkım salkım mısralar gelir içimden
dudaklarımda yagmur damlaları
alır beni yollar beni alır gider

anamdam yolcu doğmuşum
nehirlerle birlikte denizlere kavuştum
akşam dedim
şu koca dünya dedim
ağlasam dedim
yola bir düşüldü mü ömür boyunca gidilir
ekmeğin ve şarabın peşinden
turnaların peşinden
büyük şehirler büyük aşklar
çığlık çığlığa terkedilir
ben
çocuklar gibi sevdim devler gibi ıstırab çektim
damarlarımda dünyanın bütün rüzgarları
harblere açlıklara yalnızlığıma rağmen
anamdam yolcu doğmuşum
neyleyim
gurbet dedim
vatan dedim
hürriyet dedim.

admin

Attila İlhan İle

in Yazın

Siz söyledikleri tartışma yaratan ve başından beri kıyasıya eleştirilen bir aydın-şair-yazar-düşünce adamısınız. Sol bir tavrınız olmasına karşın kroşelerin çoğunu da sol’dan alıyorsunuz.

Benim tavrım başından beri hep aynıdır. Şöyle söyleyeyim: Fransa’ya gidinceye kadar Türkiye’deki sosyalist çerçeve içindeydim. O zaman ne kitap vardı okuyabilecek, ne de aydınlanmak için bir şeye başvurup bilgi alabilirdim. Ben diyalektiğin ne demek olduğunu en azından on kişiye sordum Türkiye’de, bana kimse anlatamadı ne demek olduğunu. Sonra Fransa’ya gittim. İşçi Üniversitesi’nde Kamarot Paul, Renault’da işçiydi, o bana ayaküstü anlattı bunun ne demek olduğunu. Diyalektiğin ne olduğunu gördükten sonra ve diyalektiğe göre düşünmenin ne demek olduğunu araştırmaya başladıktan sonra arkadaşlarımızla aramızda ihtilaflar oldu. Bunları çok ciddi olarak tartıştık. Bunları ‘Hangi Sol’da anlattım. ‘Hangi Sol’ çıktığı zaman da bana hepsi “hain” dediler, “casus” dediler. Ama sonunda kabul ediyorlar söylediklerimi. Çünkü söylediklerimin hepsini Kruşçef de söyledi. İş oraya dayanıyor. Metodla bakıyorum ben, bilimselim, rasyonalistim. Belliydi tek ülkede sosyalizm olamayacağı. Çünkü kapitalizm bütünüyle dünyada işlemekte devam ederken sen kapitalist bir sistem içinde kamu ekonomisi yapan bir azınlık durumuna düşüyorsan o sistem canına okur.

Tek kutuplu bir dünyada tek ülkede sosyalizm bir düş gibi.

İşte bütün mesele oraya geliyor. Sonunda Enternasyonal’in kurulmasının sebebi de odur. ‘Üçüncü Dünyacılar’ın bir örgütlenmeye gitmesinin sebebi de odur. Onlardan ödü patlıyordu kapitalist sistemin. Çünkü hele 1960’lı, 1970’li yıllarda bir yanda Üçüncü Dünya, bir yanda Doğu Bloku tarafından çok fena sarılmıştı.. Ona kala kala Kuzey Amerika’yla, Batı Avrupa kalmıştı. Başka ülke yoktu. O, telaşla şimdi bunların hepsini dağıtmaya çalışıyor hazır eline geçirmişken. Ama kozları o kadar büyük değil. İç yapılarını da biliyoruz. Onların içinde de kızılderililer, zenciler… bir sürü sorun. Bütün mesele mazlumların metodlu, bilinçli, derli toplu, akıllı hareket etmesi ve bu şakşakçılıktan, aptallıktan vazgeçmesi. Mazlum milletlerin aydınlarından geliyor en büyük tehlike. Onlardaki eğilim yüksek burjuvaziye katılma yönünde. Sınıf değiştirme eğilimi. Satılıyorlar. Bizdeki holding gazetelerinde yazı yazan birtakım eski solcular var. Bunlar olayın nasıl geliştiğini görmüyorlar mı? Bunlar metodu da biliyorlar ve görüyorlar. Ama bile bile yalan söylüyorlar. Niçin? Nazım’ın bir şiirinde vardı: “Beş Yüz kağıt için” diye yazmıştı. O zaman o aydın olmuyor ki. Adamın meşhur hikayesi: Padişahla yemekteler. Yemek de çok güzel. Padişah yemeği yiyor. “Bu musakka ne kadar kötü” diyor. “Ya efendim çok kötü” diye onaylıyor yanındaki. Sonra öteki, “Sen niye yalan söylüyorsun. Musakka çok iyiydi” diye söylenince, adam, “ben musakkanın değil, padişahın dalkavuğuyum” diye yanıtlıyor. İşte onların da durumu bu.

Peki aydın kimdir, aydın olmanın kriteri ne?

Aydın, aydınlık bir tip demek. Her şeye kendi metoduyla bakabilen, kendi metoduyla değerlendirebilen demek. Bir de metodu değil, inancı olan adam var. İnançla bilinç arasındaki fark bunda. Metod sahibi aydın, bir bilinç aydınıdır. Bu bilinciyle hükmediyor, metodunu uyguluyor, bir sonuç çıkartıyor, bu sonucu herkesle tartışabiliyor. İnancı olan aydın inancının içinde hapis, inancını tartışamıyor. Zaten inanç tartışılamaz. Onun önyargıları, genel kabulleri var. Bu onaya attığı şeyleri tartışamazsın. Bir hocamız vardı. Adam Müslüman’dı. Hala da çok saygı duyarım. Konuşmalarımız sırasında iş bir defasında dine intikal etmişti. Bana “Bunu seninle tartışamayız” dedi. “Niye hocam” diye sorunca “Çünkü bunun için önce inanmak lazım” dedi. O inanıyor, ama ben inanmıyorum onun düşüncelerine. Ben onun tarzında bakmıyorum meseleye.

Aydın olmak, daha çok da olayı farklı bakış açılarından görebilmek değil mi?

Özellikle Marksist aydın olmak demek büsbütün bu.

Türkiye sanırım yıllardan beri aynı konuları tartışıyor. Edebiyatımızdaki Kalem Kavgaları da hep aynı eksende: Yeni-Eski, İlericilik-Gericilik, Doğululuk-Batılılık, Köy Edebiyatı-Modern Edebiyat vb. Ama sağlıklı bir tartışma ortamı yarattığımız söylenebilir mi? Tartıştığımız konular sonuçta dönüp dolaşıp aynı kavşakta buluşuyor, daha da kötüsü, ötekilerin versiyonu, türevi olmaktan öteye gidemiyor. Hiçbir sorunumuza bir çözüm aramıyormuşuz gibi geliyor bana. Yöntem bilmemek mi, durmaksızın manipüle edilmek mi, yoksa zaten çözüm istememek mi?

Bu tartışmaların önemli bir kısmının içine katıldığım için konu üzerine düşündüm. Türkiye’de edebi ortamda tartışma ortaya çıkmasından, tartışma yaratılmasından hoşlanılmaz. Çünkü bu, kurulu düzeni aksatabilir ve Türkiye’de garip bir kurulu düzen vardır. Genellikle sanat alanında bu düzen, değerlerden çok intisaplara göre ayarlanır. Eğer bir gruba intisap etmediysen senden hoşlanılmaz. Bir tartışmaya girersen de seni suçlamak için ellerinden geleni yaparlar.

Nasıl Rusya’da mesela Mayakovski gibi bir sanatçı tamamen devrimi destekleyen bir adam tavrıyla işe girmişse bizimkilerde de böyle adamlar vardır. Yakup Kadri gibi, Falih Rıfkı Bey gibi; sonra içlerinde Nazım gibi solcular da vardır. Onlar o zaman bir düzen kurmaya çalıştılar. Gazi’nin düşüncesine göre Anadolu üzerinde Anadolu edebiyatına dayalı bir edebiyat yapılmalıydı. O güne kadar Anadolu’yu kimse düşünmüyordu. Bu çerçeve içinde devrimin kendini kabul ettirme esasına dayanan otoriter denebilecek bir düzen kuruldu. Bu otoriter düzen içersinde sanırım Gazi’nin ölümüne kadar ki dönemde ulusal bir edebiyat üzerinde çalışıldı ve Kemalist devrimin ana fikirleri o edebiyat tarafından ortaya kondu. Ancak bu dönem, İnönü’den itibaren değişti. Otorite olarak aynı, fakat teması değişti. Anadolu ağırlıklı, Ulusal ağırlıklı bir temadan, Yunan ve Latin edebiyatına bir kayış. Gazi döneminde ulusal ve çağdaş bir müziğimiz olsun deniyordu. Onun nazarında operası olmayan bir ülke çağdaş değildi. Bu anlamda eğitim görmüş adamlar toplandı. Her şeyiyle Anadolulu Türk olmaya çalışan bir müzik ve edebiyat amaçlanıyordu. Örneğin Ömer Bedrettin Uşaklı gibi Anadolulu şairler vardı. Bu gelişme sürdürülebilseydi, Türk tarihi içersinde Anadolu kökenli bir edebiyat olacaktı. İsmet Paşa’yla birlikte iş değişti: ‘Madem Batı medeniyeti, Yunan Latin medeniyeti üzerine kurulmuş… Onlar da klasikleri tercüme ederek Hümanizma yapmışlar. Ancak bu anlayışla Batılı bir edebiyat yapılabilir. Öyleyse biz de aynı yöntemi deneyeceğiz’ anlayışı. Kimse ortaya çıkıp ‘Yaptığımız, Tanzimat’tan bu yana yapmakta olduğumuzdur’ demedi.

Nazım’ın yarattığı şiir ilerici şiirdi, yeniydi. Onu hapse koydular, Garip şiirini ilerici şiir diye sundular. Yani Mustafa Kemal’in getirmek istediğiyle, sonrasında getirilenler arasında ihtilaf vardı. Bu meseleyi tamamen kökünden değiştiriyorlardı. Yunan Latin edebiyatı üzerine bir edebiyat yapılmaya kalkışıldı. Sonra Nurullah Ataç ortaya çıktı. Sebahattin Eyuboğlu’yla Yunan Latin hikayesini yaymaya çalıştılar. 25 Yunan klasiği basılırken 1 Türk klasiği basılıyordu.

Batıda, örneğin Fransa’da bireyselleşme, rasyonalleşme, laikleşme çabaları kendi ulusal kültüründen beslenirken bizde yabancı bir kültüre dayanarak sağlanabildi. Aynı zamanda sizin de ileri sürdüğünüz gibi aydının toplumuna yabancılaşmasının en önemli nedenlerindendi bu başlangıç. Ama başka türlüsü olanaklı mıydı ? Yepyeni bir cumhuriyet kurulabilmesi için başlangıç itibarıyla gerçek bir devrim sağlanmalıydı. Bir feodal ümmet toplumdan burjuva millet toplumuna başka türlü nasıl geçilebilirdi. Diğer bir deyişle dayanağı dinsel değerler olan bir toplumdan değerleri pozitivist olan bir topluma geçiş?

Tabii bu güzel bir soru. Batıyla bizim ilişkilerimizi ele alırken üzerinde hassasiyetle durulası gereken nokta bence şu: Batıda ki bütün toplumsal gelişmeler klasik gelişme şemasına, uygun olarak yani onların toplumlarına göre izahlar yapılmıştır. Onların toplumlarına göre klasik bir gelişme şemaları vardır. Bu şemanın içersinde ümmet toplumu dönemi, o toplumlarda kilise tarafından tamamen kontrol altına alınmış bir toplum olarak görülür. Kilise vaziyete o kadar hakimdir ki o toplumlar da isterse kralları değiştirebiliyor. İsterse kralı aforoz edebiliyor, hayatını yok edebiliyor. Ortaçağ böyledir. Ortaçağda gerek feodaller, yüksek derebeyler, gerekse onların üzerindeki krallar krallık ederler, idare ederler ama kiliseye dalkavukluk ederek ederler. Eğer kilise istemezse krallık da edemezler, onları tahtından indirebilirler. Bu kadar güçlüdür kilise.. Şimdi kilisenin toplumsal bir organizasyon halinde halkın içine girmesi ve onları doğumdan ölüme kontrol etmesi ve kutsal kitabı bahane ederek çok ciddi bir diktatörlük kurması ve bu diktatörlüğün, şu kadın cadı, büyü yapıyor, ya da şu adam büyü yapıyor, diye insanları yakması korkunç mertebede bir baskı toplumuna dönüştürüyor Ortaçağı. Onun için ‘Hıristiyan-ümmet’ topluluğu şayanı hayret derecede insafsız bir diktatörlüktür. Tabii ona din diktatörlüğü demek yanlış, çünkü bir kilise diktatörlüğü. Orada din kilise halinde örgütlenmiştir. Şimdi Avrupa’da laikliğin önemini kavrayabilmek için önce bunu anlayabilmek lazım. Yani bizim kendi toplumumuzda asla görmediğimiz bir din baskısı var. Biz nasıl asla görmedik: Bizde Osmanlıda kilise yok. Yani bizim dinimiz öyle örgütlü değil.

Şiirimizin entelektüel bir yoksunluk için de olduğunu söylüyorsunuz. Yazdıkları metinlerle savundukları edebi anlayış arasında paralellik kurulamayan yazarlarla karşılaşılıyor sıkça. Yazdıklarıyla savundukları anlayış çok farklı. Bu durumun entelektüel yoksunlukla bir bağı olabilir mi?

Tabii, çok büyük’ bağı var. Bunu ben aşağı yukarı 1950′ den beri hem söylerim, hem yazarım. Şimdi ben 1950 senesinde Fransa’da ilk önce bunun üstünde kafa yordum. O zaman kendi kendime diyordum ki, ben solcu bir şairim, Marksist bir şairim. İyi de benim şiir anlayışımı ben nasıl ifade ediyorum? Bu şiir anlayışının ifade edilmesi lazım. ‘Şiir toplum için yazılır’ gibi düz bir lafla hiçbir şey anlatmış olmazsın. Ben bunu iki düzeyde ifade etmek zorundayım. Bunun birisi, ideolojik düzeyde evvela sentezi yapmam lazım. Sentezi yapabilmek için metodu öğrenmem lazım. Metod, diyalektik metod. Aslında diyalektik metodu biz o zaman bilmiyoruz. Çok basit bir sebepten bilmiyoruz, çünkü Türkiye’de Marksizm ile ilgili kitap satılmıyor. Olmayınca tabii bilmiyoruz. O zaman ne zannediliyor. Çok enteresandır. O zaman ‘Sosyalist, Marksist bir edebiyat hürriyet istemektir’ zannediliyordu. O dönemin bütün şiirlerine bak, iki şeyden bahsedilir. Birisi “Hürriyet” diye bağırırlar çünkü baskı var, faşizan bir dikta. Bir de sefalet edebiyatı yaparlar. Halbuki bunun Marksizmle falan alakası yok. Bu çok genel bir olay. O zaman Marksizmin bu işe nasıl baktığına girdiğimde dehşete düştüm. Çünkü bir kere Fransızcam yeterli değildi. İkincisi okunacak o kadar kitap vardı ki ben bunların altından nasıl kalkacaktım. Şaşırdım. Ama sabırla en usta, en büyük, en aklı başında estetler, özellikle Plekhanov, ondan evvel Çernişevski. Allah tarafından o zamanlar ‘Sovyetler Birliği Yabancı Dilde Yayınlar Yayınevi’ bunların toplu eserlerini Fransızcaya çevirtip yayınlamışlar. Fransa’da da Globe diye bir yayınevi bunları çok ucuza satıyordu. Ben bunları bütün toparladım. Eleştirel gerçekçileri inceledim. Sonra da bu iş nasıl Sosyalist Gerçekçiliğe dönüşüyor inceledim. Plekhanov gediyor, o bir şeyler yapıyor, daha çok sonraları da Astrahov diye biri vardı Sovyetler Birliği’nde. Çağdaş zamanlara doğru getiriyor bu meseleyi. Bunları orada incelemeye başladım. Bu arada da ilginçtir, Kendi Kendime Sanat Konuşmaları’ diye bir kitap yapmaya karar verdim.

Bir defter aldım. O defter duruyor hala evde. Kareli bir defterdi. Karınca bacağı bir yazıyla küçük küçük bütün defteri doldurdum ben. Ama o defter dolduğu zaman benim modelim, metodum, nasıl bir estetik sentez düşündüğüm ve Türk edebiyatına nasıl uyguladığım ‘tamam’ dı. Ondan sonra ben Türkiye’ye geldim ve Mavi Hareketi’ne başladım. İdeolojik hazırlık tamamdı. O zamandan beri de kimse başa çıkamıyor benimle, uğraşamıyor. Çünkü hiçbirinin bu hazırlığı yok. Yani hiçbirisi oturup ‘Ben ne yapmaya çalışıyorum, metodum ne, bu metod nasıl uygulanır, nereden nereye gidilecek, Türk edebiyatına nasıl bakılması lazım, Batının vaziyeti nedir, Batı edebiyatının bize etkisi nedir, bizim kendi sentezimiz nasıl olmalıdır.’ Bunlar üzerinde kafa yormamışlar. Halbuki daha 1950’lerde, ben Garip hareketine karşı çıkmak lazım geldiğini anladım. “Yahu bunlar Tanzimatçılık yapıyorlar” dedim.

Hatta ben şuraya kadar geldim: Nazım’ın başlangıçta yaptığı harekette konsrüktivistlerin tavrının Türkiye’ye aktarılmasıydı. Yani o da gene taklitti. Daha da komiği var, Mayakovski de İtalyan Fütüristlerini taklit ediyor. Nazım başlangıçta tamamen fütürist tavırlıydı. Fakat Şeyh Bedrettin’e geldiğinde, trak diye oturttu kendi sentezini. Yani metoduna sahip çıkmak, metodu uygulamak için özgün bir tavır içinde olmak gerek. Bunlar düşünülmeyince birbirlerine uyarak, birbirlerinin taklitleri olarak, hatta birinin yaptığını aynı biçimde değil bir başka biçimde yaparak yürüyor bizde iş. İsmini söylemeyeyim, bizim gerçekçi ve solcu romancılarımızdan birine ben falan kitabında ne yapmak istediğini sordum: “Asıl yapmak istediğin neydi?” dedim. “Ben, orada istismarı anlatmak istedim” dedi. Şimdi bu çok umumi bir laf. Sen toplumcu bir sanatçı olarak istismarı, sömürüyü anlatabilirsin. Ama bunu eleştirel gerçekçi de anlatır, natüralist de anlatır, Zola anlatmıştır en güzel şekilde ama bu senin ayırt edici vasfın değildir. Senin ayırt edici bir vasfın olması lazım. Estetikte imge teorisine mesela inanıyorsun. Bana imge teorisinden Türkiye’de hiç kimse bahsetmedi. Ben bunu Plekhanov’da okudum. Ondan sonra geldim Türkiye’de söyledim. En çok sevdiğim arkadaşım bana “Marksizmde imge teorisi yoktur” dedi. Ondan sonra ben satır satır hangi kitapta var, nerede var yazıp söylemek zorunda kaldım. Netice şuraya varıyor: Türk aydını inandığı konuda bile zamanının çok gerisinde. 1970’lerde, 1980’lerde bizdeki Marksistlerin tartıştıkları konular, dünyanın 1930’da tartıştığı konulardı. Çünkü ben Avrupa’dan 3. seyahatimden geldim, dehşete düştüm. Neler konuşuyorlar, neleri tartışıyorlar ve nelerden dolayı birbirlerini suçluyorlar. Halbuki l960’larda dünya Sovyet ihtilali çıktığı zaman ilk muhalefeti yapan işçi muhalefetinin üstündeydi. Frankfurt filozoflarını konuşuyordu. Frankfurt filozofları Freud’un Marksizme katkısını tartışan adamlardı. Bunları konuşuyorlardı. Ve Sovyetler Birliği’nin Marksizmin gereklerini yerine getiremediğini tartışıyorlardı.

Ben bu bilgilerle geldim. Burada birden baktım ki onlar 1930’lardaki sorunları tartışıyorlar. Son derece gerideler. O zaman yazdığıyla düşündüğü birbirine uymuyor. Çünkü düşüncesi billurlaşmış değil. Kulaktan dolma. Daha doğrusu şu komiklik içindeyiz: Tanzimatçı ne yapıyordu; Fransa’da şu anda hangi edebiyat ekolü önde, ona bakıyordu. Romantikler mi? Romantiklerin tarzını aynen oturup burda adapte etmeye çalışıyorlardı. Şimdi bizim solcumuz ne yapıyor. Rus edebiyatı nasıl, (ne kadarı Türkçeye çevriliyorsa, çünkü çoğu Rusça bilmiyor) ona bakıyor. Yahut Çinliler ne yapıyor, ona bakıyor ve burda aynını yapmaya çalışıyor. Bunun Türk edebiyatı olması mümkün değil.

Türk halkının bunu benimsemesi mümkün değil. Türk halkının bunu benimsemesi için mutlaka ulusal bir sentez olması lazım. Ulusal sentez de ulusal edebiyatı, ulusal tarihi ve ulusal kültür sentezini bilmek demektir. Yani geliyoruz baştaki noktaya; ümmet kültürünü ve ümmet kültür sentezini bilmeden Türk halkının kabul edeceği bir sentez yaratamazsın. Nazım yaratmıştır. Tabii, çünkü çok iyi biliyordu edebiyatını da, okumuş, öyle yetişmiş o.. Canı istediği zaman serbest gazel yazar, canı istediği zaman rubai yazar. Ve çok da güzel yazar. Ve ondan sonra bunu bir ben yaptım. Çünkü ben de inekledim: Bunlar nasıl yapmışlar, ne yapmışlar, buraya nasıl gelinmiş, Baki mi daha iyi, Şeyh Galip mi?.. Bunlar eskimiştir, bunlar dini şairlerdir diye kaldırıp attın mı ortada kalıyorsun böyle. Ortada kaldın mı yapabileceğin birşey yok, var. Bir kendi kendine bir şeyler uydurup durmak. Bir müddet uydurabiliyorlar, sonra tükeniyorlar. Çünkü bir şeyle beslenmiyor. İkincisi de Batı ne yapmışsa aynını burda tekrarlamak, yahut komünistler ne yapmışsa burda aynını tekrarlamak. Bu da geçersiz, yani işlemiyor. Ve dünyanın en çok şiir seven, her dakika cebinde şiir taşıyan halkı, şairlerini okumuyor. Böyle acayip bir yere geldik. Ve tabii kültür birikiminin yetersizliği ve metodsuzluk var.

Şeyh Galip’ten, Baki’den söz etmişken… Sizin farklı bir görüşünüz de, Divan edebiyatımızla Halk edebiyatımız arasında nitel değil derece farkı olduğu.

Bu böyle biliniyor. Çünkü Halkevi edebiyatı aksini söylemiştir. Köy Enstitüleri ve Halkevleri demiştir ki, “Halkımızın asıl edebiyatı odur, halkın söylediğidir. Beriki saraylarda okunandır”. Halbuki Marksist bir adam bu işe şöyle bakar: Her iki edebiyat ümmet yapısıdır. O zaman feodal bir sistem var Türkiye’de. Feodal bir ekonomik sistem var, ‘dirlik düzeni’ dediğimiz düzen. Bu düzen yapısı ekonomik olarak görülüyor, biliyoruz. O altyapının bir üstyapısı var. Bu üstyapıda edebiyat olarak görülen Divan şiiri var, müzik olarak Divan musikisi, edebiyat olarak Tekke edebiyatı var; bir de Halk edebiyatı var. Yani biri laik, biri dini. Hepsi o ümmet sisteminin üst yapısı. Diyalektik baktığın zaman bunlar aynı sistemin üst yapısı. Zaman zaman bazı halk şairleri vardır, divanları vardır bunların. Bazı besteleri vardır, Divan musikisi makamındandır. Nasıl ayırırsın bunları? Aynı şeyi söylüyorlar aslında. Muhtevaları da aynıdır. Tabiatı överler, sevgiliye seslenirler. Şairin tabına göre değişir bu. öyle şair vardır ki, mesela Karacaoğlan gibi. Karacaoğlan çok güzel Türkçeyle söyler, müziği de hoştur. Divan edebiyatında müstehcenliğe kadar varan şiirler vardır, Karacaoğlan da der ki,

Ben sana söyleyeyim işin doğrusunu
Soyunup koynuna girmeye geldim

O da böyle söyler. Bunlar hepsinde vardır, müşterektir. Şimdi sen bunları böyle ayırdın mı çok suni bir ayrım çıkar. Formel mantıkla ayırdılar. Biz halkçı bir rejimiz, halkı tutuyoruz. Bu edebiyat bizim, öbürü değil. Bu Arap/Acem. Peki hiç kimse Gevheri’yi okumamış gibi, Dertli’yi okumamış gibi. Onları okuduğun zaman aynı Arap/Acem kelimeler çıkıyor, onlardan kaçamazsın. O senin ümmet sentezinin dili. O dil de Osmanlıca. Osmanlıca ümmet sentezinin dilidir. Arada sadece derece farkı. Cahil adam cahil Türkçesiyle söylüyor. Öbürü okumuş adam, okumuş Türkçesiyle söylüyor. Fark bu. Yoksa aynı toplum içindeler, aynı şeyleri söylüyorlar, üst yapıdırlar. Ama bunu görebilmek için metod sahibi olmak lazım.

Biraz önce günümüz edebiyat dergilerinin yetersizliğiyle ilgili bir saptamanız oldu. Bir dönem yayımlanmış olan ‘7 Gün’ gibi bir salon edebiyat dergisinin ne yazık ki bugün Türk edebiyatında olmadığını, olamadığını, bunu da Türk edebiyatı adına üzücü bulduğunuzu söylüyorsunuz. Gerçekten de yaşayan canlı edebiyatın temsilcileri olan dergilerin edebiyatımızın kan damarları olarak isteksiz, heyecansız olduğunu görüyoruz. Bazılarında da tam anlamıyla magazin dergiciliğine bir kayış. Nedir sorun?

Küçük bir azınlık, edebiyatta çok da başarılı değiller ama edebiyat meraklısı insanlar bunlar, edebiyat yayıncılığını ele geçirmişler. Edebiyat yayınları çok küçük bir İstanbul çevresi içinde yapılıyor. Ahmet’le Mehmet, Mehmet’le Fatma, Fatma’yla Ayşe arasında küçük bir çevrede. Onlarla ilişkin varsa, onlardan biriysen senden söz ediliyor. Eğer onların dışında biriysen, bir ilişkin yoksa sen de yoksun. Haşim bu tiplere edebiyat memuru derdi. Edebiyatın memurlarından korkacaksın, edebiyatçı değildirler çünkü. Hiçbir zaman edebiyatta belirli bir kaliteye ulaşamamışlardır. O alanın içindedirler fakat alanın yan sektörlerinde çalışırlar. Çok iyi bir edebiyatçı onları rahatsız eder. Çünkü o karşılarına geldiği zaman “Yav bu çok şey yapar” oluyor yargıları. Bu yüzden, bunları önlüyor, çöp sepetine atıyorlar. Bu adam eminim bu kitapları yollamıştır bir yerlere fakat çöp sepetine gitmiştir kitaplar.

Türkiye’de eleştiri en geç gelişen alan belki de en az hareketli alan.

Evet, bütün dünyada, dünyanın bütün ülkelerinde eleştiri edebiyata kılavuzluk eder, Türkiye’de edebiyat eleştiriye kılavuzluk eder.

Neden. Hala feodal bir yapıyı mikro ölçekte, bireyler olarak içten içe sürdürüyor olmamızdan mı? Bağlı olarak sistemin otoriter yapısından mı. Eleştiriye kapalı, eleştirmeye ve eleştirilmeye kapalı insanlar olmamızın etkisi olabilir mi?

Ondan değil. Tembellikten. Araştırma incelemede de durum aynı. Ciddi çalışma yok. Sistemli metodlu kafa yok. Bunlar olmayınca nasıl araştıracaksın? Bir yerden giriyor ya övgü ya yergi olarak çıkıyor. Bu da duygusal; bilimsel değil. Halbuki işlerin bilimsel olması lazım. Çalışkanlar yapıyorlardı. Mesela Tahir Alangu, Rauf Mutluay, Fethi Naci. Bunlar sistemli olarak yapıyorlar. Simdi Alangu’yla Mutluay’ı kaybettik. Onlar gittiler. Onların yerini dolduracak o kalitede eleştirmen yok. (Fethi) Naci’yi Allah saklasın, uzun ömürlü olsun; onu kaybedersek yerini tutacak adam yok.

Genç bir eleştirmen kuşağı yetişiyor.

Biliyorum, öyle birtakım çocuklar bir şeyler yazıyorlar. Fakat onların postmodernist olması tehlikesi var. Postmodernist oldukları an hiçbir yere varamazlar. 2. Yeni eleştirmenleri gibi olurlar. Postmodernizm demek, dünyayı dünya yapan bütün değerleri, insani değerleri kaybetmek, terketmek demek. Çünkü moderniteye karşı çıkıyor. Dünyayı dünya yapan modernizmdir oysa. Modern çağlarda dünya dünya olmuştur. Tüm bunları reddediyor. Bunları reddettiği andan itibaren batıl itikada, büyüye dönüyor insan. Böyle bir sistemin eleştirmeninden bir şey çıkmaz. İlk olarak, “Yaşar Kemal de romancı mı” diyecektir. Sorun bu.

Piyasa kuşatılmış, işgal edilmiş, farklı yönlere kanalize edilmiş bir piyasaysa ne yapmak gerek. Baştan kaybedilmiş bir mücadele alanında hissettim kendimi.

Hayır çok kötü günler yaşadık biz. Bunları söylediğimde hemen alıp götürüyorlardı, hapse giriyorduk, umutlar tükenmedi. O ki ‘Ben Bir Kiralık Katilim ‘ kitabı çıkmıştır, üstelik reklamcıdır bunu söyleyen, umutlar tükenmez. İşte bu dürüstlüğü arıyoruz. Yazar bu. Bu işi yapıyor ama benim yaptığım iş bir kiralık katilliktir diyor. Bülent Oran’ın bir sözünü hatırlattı bu. Bülent Oran çok iyi hikayeci olarak başladı kariyerine ama sonra senaryo yazarlığına geçti. Yeşilçam’ın bütün senaryolarını o yazmıştır neredeyse. Sorduğun zaman kendisine “Ben bir kiralık katilim” derdi. Çünkü dürüst bir adamdı. “Benden ne isterlerse onu yazıyorum” derdi. Buna direnmek biraz kahramanlıktır ama biraz da aydının görevidir. Sen direnmiyorsan kim direnecek!

Siz hep direndiniz. Bir süre içinde yer aldığınız Mavi dergisi’nden söz etmek istiyorum biraz da. Toplumcu bir ozan kuşağının yeniden belirlenmesine olanak hazırlanmak isteniyordu Mavi dergisi’nde. Dergi bunu genelde başardı denebilir mi?

Hayır, olmadı. Niye olmadı. Çok basit bir sebepten. Mavi başlangıçta çok hareketli ve tamamıyla bu anlattığım platform üzerinde yani benim Paris’te ‘Kendi Kendime Sanat Konuşmaları’nda yazdığım platform üzerinde ortaya çıkan bir hareket gibi görüldü. Aslında onlar kendi başlarına Ankara’da bir dergi çıkarıyorlardı. O dergide Ahmet Oktay, Sokaktaki Adam hakkında bir yazı yazdı. Ben yazıyı beğenmedim, yanlış buldum. Onlara bir cevap yazdım. O cevabı yayınladılar. Sonra buraya geldiler. Benimle konuştular. Bir anlaşma oldu aramızda. “Şu Garipçilere karşı bir hareket örgütlensin, daha toplumcu bakalım,
bunlar toplumcu falan değil” dedik ve başladık. Birkaç sayı bu devam etti. Fakat buna iktidardan çok sert bir cevap geldi. Yani o zamanki iktidarın resmi organı olan gazetede biz resmen Moskova komünisti ve sahibi olarak ben suçlandım, soğuk savaşın bütün yansımaları hissedilmeye başlanınca onlar korktular ve Mavi’de “Atilla İlhan’la bir alakamız yoktur” diye bir açıklama yaptılar. O yapıldıktan sonra neticede ben tabii onlardan ayrılmış oldum. Hatta onların aleyhine yazmaya başladım. ‘2. Yeni Savaşı’ kitabı odur. Şimdi bunun üzerine onlar tabii ‘imge teorisi’ne yatmışlardı. ‘İmge teorisi’ne yatmışlardı ama komünist veya sosyalist olarak geliştirmeleri mümkün değildi, çünkü korkuyorlardı. Bunun üzerine onu boşa çalıştırdılar. İşte 2. Yeni o, boşa çalıştırılmış bir imge sistemi. İmgelerden bir şey anlatmıyor. Onun için hem ben hem rahmetli arkadaşım Asım (Bezirci) bunların üzerine gittik. Bu yüzden de hem Memet Fuat’la hem Fethi Naci’yle aramızda ihtilaf çıktı bizim. Çünkü onlara açıkça değilse de arka çıkıyorlardı. “Biz hem Marksist, hem toplumcu olup bunları destekleyemeyiz” dedik. Haklı da çıktık. O, 2. Yeni Türkiye’de bir türlü tam kök salamamış bir harekettir.

Batı’nın Türkiye’yi Türk edebiyatını dışlamasıyla, Türk edebiyatını ısrarlı biçimde görmeme, onu ciddiye almama tavırlarıyla ilgili olarak ne diyorsunuz? Örneğin bugüne dek Nobel için Türkiye’den Yaşar Kemal aday gösterildi. Ama sanırım ona da verilmeyeceği baştan belliydi.

Mesele şudur: Batı kendi ülkesini kirleten yazara verir. Kendi ülkesini yücelten yazara vermez. Bizden Batıya çevrilen bütün kitaplara baktığın zaman bunu hemen görürsün. Türkiye’nin aleyhine olan kitapları çevirirler, Türkiye’nin lehine olan kitapları çevirmezler. Nobelde de aynı şeyi yapabilirler. Yani Salman Rüşdi alabilir. Memleketini lekeliyor. Bizde de memleketi aleyhine yazan bir insana verebilirler. Ama bunu böyle kabul etmemiz lazım. Batı kendi ulusallığını, evrensellik olarak empoze eden bir sistemdir.

Evrensel kavramıyla ilgili olarak son yıllarda sinsi bir çarpıtma hissediyorum. Sizce nedir ‘evrensel’ olmanın kriteri?

Burada da evrenselin tuzağına düşmemek lazım. Bunların evrensel olduğu söylenir. Bunlar evrensel kavramlar değildir. Bunlar batılıların kavramlandırlar. 18. Yüzyıldan itibaren kendi medeniyetlerini başka ülkelere empoze ettikleri için herkese bunların evrensel olduğunu yutturmuşlardır. Bunlar evrensel falan değildir. Bunlar batıda aslında toparlarsak 5 ülkenin ve en fazla 100-150 milyon nüfusun içinde olan şeylerdir. Yani “Batı müziği evrenseldir” ifadesi yanlıştır. Bu emperyalizmle ilişkili bir olay. Sana geliyor, sen mecbursun Bach dinlemeye, diyor. Niye mecbur olayım canım? Ben Dede Efendi dinleyeceğim. Eğer Osmanlı böyle bir emperyalist politika güdecek olsaydı bütün Avrupa şimdi alaturka müzik çalıyor olacaktı. Bunu yapmadık. Böyle bir şey yok Osmanlıda. Farklı bir bakışımız var. Çünkü biz Asyalıyız, onlar Avrupalı.

Asyalılar daha despotik değil mi, yani feodalitenin zincirini hala kıramamışlık, aydınlanma hareketindeki geç kalmışlık…

O da evrensel diye Batılıların bir saptamasıdır. Batılılar kesici silahlarla savaşmayı sevmezler. Biz Asyalılar onlarla savaşırız. Karşı karşıya gelindiği zaman Türk askerinin batılılar üzerindeki dehşet verici etkisi; kestik Batılıları biz. Bize ‘vahşi ‘ dediler, ‘barbar’ dediler. Onlar kesmiyor, kesemiyorlar. Hangi kabadayı Batılı olursa olsun bu silahı çektin mi kaçar. Bu silahla savaşamıyorlar. Türk askerinin Batılılar üzerindeki dehşet verici etkisi süngüdendir. Onlar uzaktan savaşmayı seviyorlar. Batılılar düello bilirler. Biz zırhsız Savaşırız. Bizim bütün Batıyı yenmemizin gerisinde bu yatıyor. Bizimkiler civa gibi, onlar hantal o zırhlar içinde. Bizim yenilmeye başlamamız, uzaktan adam öldüren ateşli silahların çıkmasından sonra oldu. Onlara göre biz çok vahşi oluyoruz. Biz çok kolay öldürebiliyoruz. Ama hesaba katmadıkları bir nokta var, onlara göre bir avantaj bu, çok da kolay ölüyoruz. Bunu göze alıyoruz. Asyalı ölmekten korkmuyor, onlar çok korkuyor. Ancak şunu kendi toplumumda elle tutulur şekilde görüyorum. Bizim çocukluğumuzda deprem olurdu. Örneğin Dikili depremi, Erzincan depremi. 40 bin kişi öldü Erzincan depreminde. O depremler boyunca, Türkiye de olan deprem histerisi diye bir histeri asla olmamıştır. Şimdi niye oluyor, Batı’dan alıyoruz. Yeni yetişen nesiller Batı’dan bu korkuları alıyorlar. Çünkü Erzincan depreminde onca insanın ölmesine karşılık hiç kimse telaşa düşmedi, paniğe kapılmadı, kimse kendini balkondan atmadı. Bu saçmalıkları duydukça ben çok üzülüyorum. Çünkü neredeyse korkak bir toplum haline geldik. Bunlar korkak. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’de şöyle bir emri vardır: “77. Fırka düşmanın sahile çıkmasını engelleyecektir. Bunu engellemek için sürekli hücum tazeleyecektir. Ben size hücum etmenizi emretmiyorum, ölmenizi emrediyorum” demiştir. Ve 77. Fırka’nın tamamı ölmüştür, Türk bu. Şimdi yer kımıldadı diye kendilerini atıyorlar.

Biraz da şiirinizden söz edelim istiyorum. CHP’nin düzenlediği bir yarışma sizi edebiyat dünyamızın merkezine adeta gökyüzünden indirdi. Ben genel bir soru sormak; istiyorum bir sanatçının çok erken kabullenilmesi edebi kişiliğinin oluşumunda bir handikap oluşturmaz mı?

Olur, elbette olur. Hem de büyük bir hadikap olur. Yalnız senin söylediğinde yaşından dolayı gelen bir yanlış var, çabuk kabul edilmedim. Attila İlhan şiiri 1980’lere doğru kabul edildi.

Ama şiirleriniz halk tarafından çok çabuk kabul edildi, sevildi Sisler Bulvarı ardarda baskı yaptı..

Sevildi ama edebiyatçılar bana ne isim takmışlardı biliyor musun: “Türk edebiyatının gayri meşru çocuğu” diyorlardı, evet. O kadar rahatsızdılar benim yaptığım şiirden.

Bir şairin veya yazarın erken kabul edilmesi onun için bukağı oluşturmaz mı?

Bunun güzel bir örneği Orhan Pamuk; şimdi patinaj yapıyor. Ne yapacağını bilmiyor. Çok zor. Harcananlar da oluyor. Çünkü başladığında Orhan Kemal, Kemal Tahir geleneğinden bir yazardı. Onu birden bıraktı postmodernist olmak için. Çünkü Salman Rüşdi olmak istiyordu. Türk roman geleneği gerçekçiydi, o da bu gelenekten geliyordu. Şimdi postmodernist roman yazmaya çalışıyor, postmodernist ne, doğru dürüst bilen yok. Böyle bir durumda. Çünkü bu pazara çalışmıyor, Batı pazarına çalışıyor, Salman Rüşdi olacak. Bu mümkündür ama bu ticarettir, edebiyat değildir.

Her edebiyatçının yazın yaşamında belli dönüm noktaları vardır. Ve öyle bir dönemeç gelir ki artık kendi sesini bulmuştur. Bu süreç sizde nasıl gerçekleşti? Şiirinizin ana dönemeci?

Uzunca bir süre Nazım Hikmet okuruydum. Ve uzunca bir süre benim şiirlerimin güzel olması için Nazım’ınkilere benzemesi şarttı. Nazım’dan başka toplumcu şairlerle temasa geçer geçmez birdenbire uyandım. İlle Nazım gibi şiir yazmak gerekmiyordu. Sonra bir başka şey ortaya çıktı. O benim özelliğim: teorik bir kafam var. Şimdi teorik kafa ortaya çıkınca iş değişti. Birdenbire bütün bunların teorileri olması lazım geldiği ve bunların üzerinde düşünme, kafa yorma ve sentezler yapma gereği insiyaki olarak bende doğdu. Meselelerin üzerine soru işareti koyma eğilimi başlayınca tabii Nazım’ın şiiri üzerine de o soru soruldu. Çünkü Nazım’ın şiirini özellikle ‘Şeyh Bedrettin Destanı’nı okuduktan sonra birden önceki şiirleriyle onlar arasında bir yabancılaşma buldum. Çünkü önceki şiirler konstrüktivisttir. Mayakovski ekolündendir. Nazım ilk defa Şeyh Bedrettin Destanı ile Türk şiirinin sentezini yapmaya başlar. Bedrettin’den 1940’a kadar yazdığı şiirler Nazım’ın Türk şiir sentezidir ve başarılıdır. Ama bunlar içinde Divan şiiri de vardır, Türk Halk şiiri de vardır, Batı şiiri de vardır. Yapılacak şey kendiliğinden ortaya çıkıyor: Öyle bir sentez yapacaksın ki bunların hepsi içinde olacak ama Nazım’ınkinden farklı olacak. Ben de onu yaptım. Önce tabii bana çok kızdılar. Çünkü ben serbest kaldım. Onlar Stalin’ci bir estetiğin içine hap solmuşlardı. Benim ilk şiir kitabıma aşk şiirlerini koydurtmadı ağbiler. ‘Duvar’ın ilk baskısında yoktur aşk şiirlerinin yarısı. Ondan sonra yavaş yavaş dinlememeye başladım. Sonunda dediğim gibi 1950’lerde yani ‘Sisler Bulvarı’nda başlamıştır Attila İlhan şiiri ortaya çıkmaya. Üstelik şu güzelliği var ki, bence çok önemlidir bir şairde, birçok damar atar benim şiirimde. Aynı şiirdir çeşitli damarlar içinde dolaşır. Halbuki mesela Behçet Necatigil’in bütün şiiri tek damardan atar. Birtek damarı vardır o gider. Cahit Külebi öyledir. Benimki öyle değildir. Bir bakarsın halk şiiri damarından geliyor şiir, bir bakarsın müthiş şehir şiiridir.

Onun için şiiriniz tıkanmadı, bir damar tıkanınca öteki harekete geçti.

Evet, tabii. Bu tıkandı mı öbür damardan yürür, o tıkandı mı bu damardan yürür. Teknik olarak sentezin yapılmasındaki başarı bunda bence. Tabii Nazım’ın şiirinin bunda çok rolü oldu. Ama Batı’ya gidişimin de çok rolü oldu. Her zaman söylüyorum, yine söyleyeyim. Bir derstir bu, burdaki toplumculara 1940’lı yılların sonuna doğru, ismini söylememeyim, bir broşür çıkardılar. Adı “Edebiyatın Kanlı Basurları”ydı. Bunun içinde, Fransız edebiyatında Bauddaire, Rimbaud ve benzer şairlerin edebiyatın kanlı basurları oldukları ve bunların asla okunmaması lazım geldiği anlatılıyordu. Ben bunların bir iki şiirini okumuş ve beğenmiştim. Tercüme okuyorum o zamanlar, ama “Madem bunları okumamam lazım” dedim, bıraktım. Sonra Fransa’ya gittim. Fransa’da dili iyi kötü söktüm. ‘Genç Şairler Muhiti’ diye demek gibi bir yer vardı. Zaman zaman toplantılar yapılıyordu. Aragon da geliyor dediler. Tabii oraya koşarak gittik Aragon’un geldiği gün. Aragon toplumcu bir şiirin, modern yazılabilmesi için ne olması lazım geldiğini söyledi. “Önce Rimbaud, Baudelaire vb. şairleri çok iyi incelemelisiniz” dedi. “Buna mecbursunuz. Çünkü onlar yeni bir şey başarmışlar ve çok güzel de şiirler çıkmış ortaya. Yeni bir insan işlemesini öğrenmişler. ” Şimdi o zaman bizim burdakilerle ordakilerin söylediklerinin çok farklı olduğunu gördüm. Üstelik bizim burda bu kitabı yazan adamın, arkadaşımızın parti içinde önemli bir sıfatı yoktu, Aragon orada merkez komite ve politbüro üyesiydi ve o sıfatla söylüyordu. Diyordu ki, “Ey şair, genç şair önce bunları oku. Verlaine, Rimbaud okunmadan bu işler olmaz”. İşte bir de bunun yararı çok oldu, yurtdışına çıkmam benim Fransızcayı öğrenmemi, Fransızca öğrenmem de Marksizmi. Çünkü dikkat edersen 1950’lerde diyoruz, şiirimin oluşması süreciyle ilgili ben 1949’larda dışarı çıktım

Başından beri toplumcularla ters düştünüz, görüş ve düşüncelerinizle, bağlı olarak şiirlerinizle. Zaman zaman bir uçurumun karşı yakaları gibi durdunuz. Romanlarınızda, şiirlerinizde yarattığınız kahramanların iç çelişkilerine eğildiniz, onların iç dünyalarına diyalektik yaklaşımın bireycilik demek olmadığını savundunuz.. Belirli bir zaman ve yer içinde önerilmiş, belirli bir toplumsal çözümün dogmatiğine indirgenmiş şiirin evrenseli kucaklayamayacağını ileri sürerek de toplumcularla çatıştınız.

Marksist estetikte birey sabit bir şey değildir. Peki, çünkü toplumcu estetiğin birinci maddesi “Her şey değişimdir”. “Diyalektik bununla başlar. Her şey zıddına dönüşebilir. Böyle bakmaya başladığında bireyi değişmez özellikleri olan bir şey gibi alamazsın. Birey de aynı karşıtlıklar sistemi içinde bir karşıtlık sistemidir. Hatta doğal, diyalektikte insanın kendi kendisini reddi. Yani nasıl oluyor: sen kadınsın ama aynı zamanda erkeksin. Çünkü sende erkeklik hormonları da var. Sende erkeklikten birçok özellik var. Öteki de erkek ama aynı zamanda kadın. Çünkü erkeklik hormonu yanında kadınlık hormonu da taşıyor ve bunlar değişken; durmadan azalıp çoğalıyor. Bunlar da kanıtlanmış şeyler. Şimdi öyle baktığın zaman bireye, sen bireyin içinde yaşadığı şartları yazacaksın. O şartlar içersinde neye bakacaksın? Ben bireyi kendi içinde bulunduğu çelişkiler yumağı diye alıyorum. Aldığın zaman nasıl görüyorsun. Bir, bu bireyin toplumsal sınıfsal konumu nedir? Evvela ona bakmak zorundayız. Çünkü Marksist bir yazarım

(Zeynep Aliye, Cumhuriyet, 26 Ekim 2000)

admin

Attila İlhan – Yanlış Yaşamak

in Şiir

yanılmış bir kapıyım simsiyah
kendi üstüme kapanıyorum
seni paris’te kaybettim
yanlış bir yerde arıyorum
bozduğum her saat
içimi büsbütün daraltıyor
hiçbir mutluluğum kalmadı
ne bıraktıysan harcadım
inge bruckhart
resimlerine bakamıyorum

yanlış bir bulut çoğalıyor
akşamları yanılmış içlerime
ağzımda bozuk bir pil tadı
o korku değil artık bu yaşadığım
telefon zillerine dolaşarak
bak ne ben leipzig’deyim
ne de sen istanbul’da
ne depart kahvesi’nde çay içiyoruz
ne tiryaki köpek’te şarap
seni görmeden öleceğim
bir daha görmeden
inge bruckhart
zaten kaç yıldır yaşamıyorum

hep yanıldık mı kimbilir
inanmak geliyor içimden
o yanlış tren bindiğimiz midir?
azala azala unutulduğumuz
hani leipzig garı’nda biten
yine yanlış mı yaşıyoruz
karanlığımızı avuçlarımıza öksürerek
sen bir kadın ıssızlığına koşulmul
yarıdan fazla mavi gözlü
eylülden eylüle gülümseyen
ben görünmez raylara düğümlü
garlarda yankılanan bir erkek
değerinden eksiğine bozulmuş

ölüversek mi ne
en büyük yanlışlığı benimseyerek
gizli bir nem sinmemiş mi ellerine
ya saçların fena halde sonbahar
yanlışlar prensesi inge bruckhart
yine merne üzerine kar yağıyor
geceleyin bembeyaz ıhlamur ağaçları
yanıldıkça lüzumsuzluğunu anlayıp
insan yaşadığından utanıyor
uykularımızda yanlızlık korkuları
dışımız en küstah yanlışlıklar
içimiz en başka türlü ayıp

admin

Attila İlhan – Sen Beyaz Bir Kadınsın

in Şiir

asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
ben ki tek damla şarap içmedim
ekmeğin beyaz zeytinin siyah
olduğunu biliyorum
asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
benim kusturucu sarhoşluğum
yoksulluğum

yüzüme bakmasan da
yağmura düşürsen de gözlerini
gözlerime bakmasan da ne kadar
o kadar aydınlığın gökyüzüme uzanıyor
uykularımda nefesinin sıcaklığı
o kadar
hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi
gözbebeklerimde duran
umutsuzlandığım her akşam
senin rüzgarın almıyor mu
uğultulu yorgunluğumu
yoksulluğun eşiğinde kapaklandığım zaman
ellerimden sımsıkı tutmuyor mu senin
iyimserliğin

ben bu tezgahı kurdumsa senin için kurdum
senin için dokuduğum basma ve pazen
denizin yeşilinden süzdüğüm balık
göğün mavisinden çaldığım kuş
senin için
felsefe okudumsa
iktisat okudumsa gece yarıları
boğazım kurumuş içim bir kalabalık
sıcacık mısralar okudumsa yunus’ dan
senin için okudum
geceyarıları

sen beyaz bir kadınsın
uzaktaki
gözlerin aklımdan çıkmıyor
sen beyaz bir kadınsın
karanlıkları dinleyen
uzaktaki
sarmaşıkları duyuyor musun rüzgarda
yorgun başını
üşümüş yastığına koyuyor musun
uyuyor musun

admin

Attila İlhan ve Toplumcu Gerçekçilik

in Yazın

Attila İlhan’ı yakın zamanda kaybettik. Bu yazı Attila İlhan’ın 50 yıldır savaşını verdiği ve kendisinin başlattığı edebiyatta Mavi akımının da temelini oluşturan toplumsal gerçekçiliğin nasıl bir zihin tarafından, hangi yollarla yaratıldığını göstermeye çalışacak. Ortaya çıkan insan karakteri, boyalı basın tarafından sunulan ‘aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ tanımının onu anlatmakta ne kadar yeterli olduğunu tekrar sorgulamamızı sağlayacaktır.

Şimdi Attila İlhan’ın kendisini nasıl bir şair olarak sınıflandırdığını, kendi sesinden dinleyelim:
‘Kendi kendime diyordum ki, ben solcu bir şairim, Marksist bir şairim. İyi de benim şiir anlayışımı ben nasıl ifade ediyorum? Bu şiir anlayışının ifade edilmesi lazım. ‘Şiir toplum için yazılır’ gibi düz bir lafla hiçbir şey anlatmış olmazsın. Ben bunu iki düzeyde ifade etmek zorundayım. Bunun birisi, ideolojik düzeyde evvela sentezi yapmam lazım. Sentezi yapabilmek için metodu öğrenmem lazım. Metod, diyalektik metod. ‘

İlhan ileride kendi sentezini oluşturmak için ihtiyaç duyacağı kuramsal bilgiyi, edebiyatta diyalektik metodu benimsemiş ve çok ilerlemiş olan Ruslarda aramayı uygun görür. Biz bu yazıda yalnız İlhan’ın ilk gençlik yıllarında oturttuğu kuramsal bilgi ve metoda değineceğiz, onu sonradan Attila İlhan yapan ‘sentezi’ belki başka yazılarımızın konusu olur.

Attila İlhan birçok söyleşisinde ve yazısında, kendi diyalektik metodunu geliştirirken sovyet eleştirmenlerinden Çernişevskİ, Plehanov’dan çok etkilendiğini, Jdanov’un sanat görüşünü ise benimsemediğini söyler. Onlar hakkında kuramsal bilgi sahibi olmadan İlhan’ın edebiyat anlayışının köklerini sezmeye imkan var mı?

Bu üç eleştirmen de farklı dönemlerde Rus topraklarında yaşamış; edebiyatın, daha genel anlamda sanatın ne olduğunu, insanla ilişkisini sorgulamış ve Rus edebiyatının şaheserlerinin üretilmesine katkıda bulunmuşlardır.

Biraz Çernişevski

Çernişevski; Tolstoy, Çehov, Gorki gibi dev yazarların yetiştiği 19.yüzyıl ortalarında, toplumla ilgilenen ve gerçekçi bir edebiyatı savunan görüşleriyle ortaya çıkmıştır. Çernişevski’ye göre sanat gerçekliğin yansıtılmasıdır, ama bu bir kopyacılık değildir, zira yazar görüneni yansıtmamalı, öze ait olanla olmayanı ayırt etmelidir. Sanat eserinde yansıtılan gerçeklik insanlar için önemli olandır ve gerçek hayattan alınmıştır. Bundan başka, yazar sosyal gerçekliği yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bunu açıklar ve yargılar da. Sanatta gerçeğin yansıtılması gerekliliği elbette yeni bir olgu değildi; ama Batı’da da etkin olan gerçekçilik, yani yazarın dünyayı bir ‘ayna’ dan görme fikri, Batı’dakinin aksine, Çernişevski’de o gerçeğin insanlar için önemli olanlarının yakalanması, dinamiklerinin aydınlatılması ve toplum üzerinde olumlu olumsuz etkilerinin gösterilmesi şeklindedir.Yazar burada topluma katkı sağlama, doğru yolu gösterme sorumluluğunu hisseder. Böylece Çernişevski, yazarın tarafsızlığı gibi önemli bir noktada Batı’daki gerçekçilerden ayrılmakta, Batı’daki tarafsız gerçekçilik yerine toplumun tarafını tutan bir gerçekçiliği benimsemektedir. Çernişevski’nin etkisini İlhan’ın düşün yazılarında kolayca görmek mümkün.

‘Edilgin kalarak, toplumsal çözümlemelere yanaşmayarak; aldığı toplumsal etkilerin bilinçsiz aynalığını yapan sanatçının yaptığı, toplumsal ve toplumcu bir sanat sayılamaz. Topluma karşı bir sanattır.’

Çernişevski Marksist değildi; ama Marksistlerin, görüşlerine saygı duyduğu bir kişilikti. Görüşleri Stalin döneminde tekrar ele alınacak, katı bir toplumcu gerçekçiliğin temelleri oluşturulacaktı. Attila İlhan kendisini Marksist bir şair olarak tanımlıyordu. Biraz da Marksizmin edebiyatına bakmaya ne dersiniz?

Birinci Dönem Marksist Edebiyat Anlayışı 

Marksist estetiği, incelerken iki döneme ayırmak gerekiyor:1934’e kadar olan birinci dönem ve toplumcu gerçekçilik kuramının Sovyet resmi ideolojisi olarak kabul edildiği 1934’ten sonraki ikinci dönem.

Marks ve Engels dünyayı yerinden oynatan felsefelerini yaratırken sanat konusunda köklü bir kuram geliştiremediler. Marks’ın da Engels’in de sanat konusundaki görüşlerini bazı kitaplarındaki bölümlerden, mektup ve yazışmalarından biliyoruz.

Marksist sistemin genel düşünme tarzını eleştirmen Berna Moran’dan dinleyelim.

‘Marksizm ekonomik teori üzerine oturtulmuş bir tarih felsefesidir ve iddia eder ki tarihin gelişmesi birtakım kanunlara göre cereyan eder. Bu kanunların ne olduğunu bize tarihi maddecilik açıklar ve bu sayede toplumun eninde sonunda sosyalizme ardından da komünizme varacağını önceden görmek mümkündür.

Tarihi maddeciliğin, toplum tarihinde gördüğü başlıca aşamaları şunlardır: İlkel toplumlar, kölelik üzerine kurulmuş toplumlar, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm. Tarihi maddeciliğe göre üretim güçleri ve üretimi yapan sosyal grupların birbiriyle ilişkisi o toplumun ekonomik yapısını meydana getirir ve altyapı denilen bu ekonomik yapı o toplumun üstyapısı denilen ahlaki, hukuki, dini görüşlerini ve sanat anlayışını belirler. Bundan ötürü bir toplumun üstyapısını ve burada meydana gelen gelişmeleri anlamak için altyapıyı bilmek gerekir.

Felsefe sistemlerinin doğuşu, dinsel inançlardaki değişimler, yeni sanat ürünlerinin ortaya çıkması, temelde, yani ekonomik yapıda meydana gelen değişikliklerin sonuçlarındadır ve sınıflara ayrılmış bir toplumda, üstyapı, ekonomik bakımdan egemen durumda olan sınıfın görüşlerini, isteklerini yansıtır. Başka bir deyişle, bir toplumun ideolojisi o toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını korumaya, onları meşrulaştırmaya yöneliktir.

Sanat da üstyapının bir parçası olduğuna göre, o da döneminin ideolojisini yansıtacak, bilinçli ya da bilinçsiz olarak egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edecektir. O halde toplumun altyapısı üstyapısını ve dolayısı ile ideolojisini belirleyecek ve sanat eseri de bu ideolojiyi yansıtan bir yapıt olacaktır. Bu anlamda, edebiyat eserleri sınıf çıkarlarını dile getiren bir ideolojidir.’

Marks ve Engels bu genel düşünüş tarzının sanata bu kadar katı uygulanamayacağını belirtmişlerdir; ama genel hatlarıyla bu düşünceyi anlatmadan Marksist estetik kuramlarının anlaşılamayacağını düşündüğümüz için Berna Moran’ı üstteki satırlara konuk ettik. Şimdi Attila İlhan’in etkilendiğini söylediği ikinci Rus eleştirmenine geçelim.

Plehanov

Marksist öğretiyi sistemli bir biçimde ilk defa bir estetik kuramına uygulamaya çalışan Plehanov; sanatın doğuşu, toplumsal sınıflar-sanat eserleri arasındaki ilişki, estetik zevk ve fayda gibi konularla ilgilenmiş, Marksizmin temel metodu olan üretim ilişkilerinin toplumlara etkisini bu alanlara uygulamaya çalışarak sorunlara çözüm aramıştır. Plehanov ‘Sanat ve Sosyal Hayat’ adlı eserinde de sanatçı ile egemen sınıf arasındaki ilişkinin sanatçıyı ve eserlerini nasıl etkilediğini açıklar. Plehanov’a göre belli bir sınıfın sanatı, o sınıf ilerici bir güç olmaktan çıkınca yozlaşır. Burjuvazi eski düzenin karşısına çıktığı zaman, toplumun bütün insanlarının katılacağı(eski düzenin sömürücü soyluları ve kilise hariç) bir ideolojiyi temsil ediyordu. Burjuvanın çıkarlarıyla, çalışan bütün kütlenin çıkarları birdi. Bu dönemde burjuvanın görüşünü paylaşan sanatçılar ilericiydiler, çünkü fikirleri toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren, birbirine yaklaştırıcı nitelikteydi. ‘Fakat burjuvazinin menfaatleri çalışan yığınların menfaatleriyle çatışmaya başlayınca sanatın yaklaştırıcı nitelikte olması imkanları son derece daralmış oldu’

Plehanov’a göre böyle bir durumda sonuç sanatın yozlaşmasıdır. Sanatçı artık gerçeklikle ilgilenmez, ondan kaçar ve sanatın biçim yönüyle uğraşır, ‘sanat için sanat’ öğretisine kapılır veya mistisizme kayar.

Attila İlhan’ın ‘imge’ üzerine yaptığı vurguları, sanatçının sanatını gerçekleştirirken nelere dikkat etmesi gerektiğini, onun deyimiyle ‘meraklısı’ hemen hatırlayacaktır. Bu alanda da Plehanov’un etkisini görmek mümkün. Plehanov’a göre sanat eserini bilimsel eserlerden ayıran özellik hakikati izahlarla değil, imgeler vasıtasıyla dile getirmesidir. Sanat eserinde açık ve doğrudan propagandaya yer yoktur. Estetik yaşantı yerine, beğendiğimiz fikirleri dile getirerek okurda hoşlanma uyandıran yazar da gerçek bir sanatçı olamaz. Bir edip imgeler yerine mantıklı deliller kullanırsa veya yarattığı imgeler onun şu veya bu konuyu ispatlamasına yararsa, o artık sanatçı olmaktan çıkıp bir makale yazarı olur. Böylece Plehanov bir yandan sosyal koşulların güzellik zevkini ve sanat eserlerini belirlediğini göstermeye çalışırken, bir yandan da sanatın kendine has karakterini korumaya çabalar. Attila İlhan, Plehanov’un bu düşüncelerini sahiplenir:

‘Sanatı toplumsal iş görmek amacına bağlı bir propaganda aracı saymak isteyenler, estetik planda almadıkları disiplinli bir sanat çıkmazına düşmekle, sanatı hiç anlamadıklarını göstermiş olurlar. Sanatın toplumsal bir görevi, bir sorumluluğu vardır der demez; sanat bu sorumluluğu, bu görevi, SANAT KALARAK yerine getirmekle görevlidir demeliyiz. Bu sanatın toplumsal,yaratıcı ve estetik üç yönlü bir çaba olmasını deyimler.Toplumsal gerçekçi görüşün ana çizgisidir.’

Şimdi İlhan’ın benimsemediği ve keskin eleştirilerini esirgemediği Türkiye’de dönemin solcularının moda sanatı olan ‘Toplumcu Gerçekçilik’ e bakalım.

Toplumcu Gerçekçilik

Devrimden sonra Sovyetlerde Komünist partisi, bir süre, sanat alanında tek bir görüşün kabul edilmesini şart koşmamış ve biçimcilik gibi, fütürizm gibi akımları hoşgörü ile karşılamıştı. Ne var ki zamanla bu durum değişmiş ve Stalin döneminde, Parti sanat anlayışını kendi denetimine almak gereğini duymuştu. Stalin’in adamı Jdanov’un başı çektiği bu girişimin sonucunda toplumcu gerçekçilik diye adlandırılan bir sanat anlayışı saptanmış oldu.
Toplumcu gerçekçilik, sanatın ne olduğu sorusundan çok ne olması gerektiği sorusuna cevap verir. Toplumcu gerçekçiliğe göre sanatın yansıttığı gerçeklik toplumsal gerçekliktir; ama bu gerçeklik devrimci gelişme içinde görülür ve işçi sınıfının eğitimi gözetilerek yazılmalıdır.

Jdanov’un Olumlu Kahramanlar Öğretisi 

Jdanov Sovyet edebiyatının olumlu kahramanlarla beslenmesini isterken bunun ütopik sanılmamasını, çünkü bu kahramanların planlanmış bir geleceğin adamları olduğunu söyler. Bu sözü edilen karakter politik erdemin mükemmel bir temsilcisi olarak okurda saygı ve özenme duyguları uyandıracak, bugün ile yarın arasında bir bağ kurarak sosyalizmin başarılabileceğini gösterecekti. Romanlarda bu karakter, kendini görevine adamış, nefsine hakim ve güçlü bir kişidir. Halk çok acı çekmiş; ama kendi başına çıkar yolu kestirememektedir; eğitime, bir yol göstericiye, bir lidere muhtaçtır. Olumlu kahraman karşılaştığı türlü güçlükleri yener, yardım etmek istediği insanlar içinde, düştüğü yalnızlığa katlanarak tarihin kendisine verdiği görevi yerine getirir.

Attila İlhan’a göre bu mesele şöyle özetleniyor:

‘Önce toplumcu gerçekçilik nedir, toplumsal gerçekçilikten ne farkı vardır? Ülkemizde solcular, Sovyetler ‘deki ‘resmi sanat anlayışı’ olan Sosyalist Gerçekçiliği , başlarına iş açmamak için ‘Toplumcu Gerçekçilik’ diye savunuyorlardı; oysa ben yurtdışında sorunu biraz kurcalayıp tartıştıktan sonra, aslında Andrey Jdanov ‘un teorisi olan bu tutumun, sanatçıyı bir parti propagandacısı durumuna indirgediğini saptamış; ayrıca, toplumsal diyalektiğin yanı sıra insanlarda bir de bireysel diyalektiğin bulunduğunu hesaba katarak, bu türden toplumsal bir sanatın, sosyalizm’in ruhuna daha uygun olacağına hükmetmiştim.’

Fazla söze gerek var mı?

SONUÇ
Attila İlhan’ın gençliğinde sindirdiği ve ölümüne kadar benimsediği toplumsal gerçekçilik anlayışınının yaratılma sürecini inceledik. İlhan’ın meyve topladığı ağaçlara bir göz attık. Attila İlhan bir bilim adamı sabrıyla sanatının teorik altyapısını kuruyor. Bugün bu teorik altyapıyı oluşturmaya çabalamayan, günübirlik yaşayan sanatçı başarılı olabilir mi? Başarı yalnız bir yetenek veya ‘esin perisinin’ işi mi? ‘Aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ kulaklarımızı açsak bize başka başka şeylerden de bahsedecek galiba…

(Seçkin Eroğlu)

admin

Attila İlhan ve Bizim Kuşak

in Yazın

Attila İlhan 1982 yılında yayınlanan bir yazısında şöyle diyor. “… epeydir Türk şairlerinin önemlice bir kısmı, alafarangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek hiçbir kancası olmuyor”. (1)
 

Attila İlhan’ın ifade ettiği anafikre tümüyle katılıyorum. Ancak, iki noktada yanılıyor bence. Bunlardan birincisine aşağıda değineceğim. İkincisi şu: Sorun sadece “anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın kelimeler” değil, tümüyle anlamsız koca koca şiirler. Belki de Attila İlhan’ın 1982’de gözlemlediği anlamsız kelimeler 1990’lara geldiğimizde büyüyüp anlamsız şiirler oldular. Ne başı, ne sonu olan; hiçbir şey anlatmayan, hiçbir şey söylemeyen, ayakları hiçbir yere basmayan şiirler haline geldiler.

Günümüzün çoğu şiirinin anlamsızlığının en güzel kanıtı şu olsa gerek: Dergilerde karşımıza çıkan şiirlerden herhangi birinin iki dizesini alıp yerlerini değiştirelim – hiçbir şey farketmeyecek. Son dörtlüğü başa alalım – yine fark yok. Çoğu zaman, böylesi şiirlerin bir dizesini alıp kelimeleri tesadüfi bir şekilde yeniden sıralarsak, yine hiçbir şey farketmiyor.

Örnek vermeme bilmem gerek var mı? “Asılmış Dul Çiçekleri” adlı bir şiirden:

“hayatını ıslak mendillere koymadan gezdiren sorulmuş deli
sorar ve kanla karşılamaktan bilinir tüm inceliği
– abi ölüm beyaz olmasına beyaz da
kimle söyleşir bu dulların tenha kalpleri”

“Virgo Dance” adlı bir şiirden:

“Düşer çığ, kumdan Kleopatra
Bir ebrunun titrek hayalinden
Dalgın / havuzda bakarken balıklara
Kar atlası neresindeydim zamanın?”

“La Paix” adlı bir şiirden:

“Saçaktır yosunları iki su
bıçkın ustura edası sallanıyor havada
gölgeleri loş ikindi vakti pencereler sarı

kelimeleri eziyor düşünde elektroşok sesleri
yüreğini çamaşır ipine germiş uyuyor bir deli”

“Shakespeare’nin Bir Ağustos Gecesi Kabusu…” adlı bir şiirden:

“şimdi sensiz bir sessizlikte bir o org bir de bu morg
üsküdar’a gider iken özlem ölür satırlarda
görüyor musun şu balıkçıl sandallarda
bir tanıdık yüz taşımakta artık
yazı yaşatan satranç tahtaları”

“Bahçeye Hayalden Girilir” adlı bir şiirden:

Susar kalır sarışın tay! Su gibi bir ten arar
Su suretimiz bizim.
Ah, sokaklar da ağlar. Gölgenin oyununa
gelelim, neşeli bir
ıslıkla o bildik bahçemize kaçalım. Canı
yanmasın diye aşkın,
buhar olup göğe çıkalım. Kalbi sürçerek,
yalnızca kalbiyle
yaşayan eski hayal çocuklarıyız… terkedildik ahşap bir
cümleden…”

Her şiirin bir bütün olması gerektiğine göre, yukarıda uyguladığım yöntem, yani şiirin içinden bir bölüm çekip almak, geçersiz olmalı aslında. Ne var ki, bu özel durumlarda, yöntem geçersiz değil. Vurgulamaya çalıştığım sorun zaten tam da bu: Alıntıladığım bölümler tek başlarına anlamsız oldukları gibi, parçası oldukları şiirin içinde de anlamsızlar.

Kısacası, şiir bir bütün değil. Şairin şu veya bu nedenle hoşuna giden kelimelerin yanyana sıralanması, şairin ilginç veya güzel bulduğu imgelerin peşpeşe dizilmesi, şairin kıvrak zekasını hepimize kanıtlamak üzere kelime oyunlarının altalta yazılması.

Attila İlhan’ın yanıldığını sandığım diğer nokta “alafrangalık” ile ilgili. Kanımca, günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olmasının nedeni şairlerin alafrangalık merakı değil.

Şairler arasında, bilinçli veya bilinçsiz, şöyle bir anlayış yaygın bugün: “Türkiye’de zaten şiir okunmaz. Biz yazar, biz okuruz. Yazdıklarımızı kalabalık bir okuyucu kitlesi okumayacağına göre, anlaşılmak önemli değildir”. Dahası, bazı şairlerce bu durum öylesine benimsenmiştir ki, az satılıp az okunur olmak olumlu bir durum olarak görülmektedir. Sonuç olarak ortaya çıkan kısır döngüden alabildiğine memnundur bazılarımız: Kimse okumadığına göre iyice ‘uçuk’ şiirler yazılabilir; şiirler uçuklaştıkça okur sayısı doğal olarak daha da düşer. Şiirler tam birer muamma haline gelip okuyucu sayısı düştükçe, bazı şairler şiirlerinin ne kadar felsefi, derin ve erişilmez güzellikte olduğunu düşünür mü bilmem.

Bu uçuk anlamsızlık, üstelik şiirlerin de dışına taşıyor. Tek bir örnek yeter. Varlık dergisinde bir şair bir diğeriyle söyleşi yapıyor, sorduğu soruların bazıları şöyle:

“Bu sarışın çocuk Akdeniz kokulu. Şeffaf ama defolu değil. Soruların yalnız kendin için değil, kelebeklere, leylaklara, akşamlara takla attırıyor… Bu kitabında da oda, anı, yine çocuk, anne, balkon ve ayna var. “Aşktan yeni çıkmış bir intihar annesizdir” diyorsun. Bu kitapta aşk tutulması bir cehennem gizli. Akide şekeri tadındaki sorumu sen bul artık!.. Sahi bu kuşak kendi kanını emen kara kuşak mı? Bağışla, kromozomların da konuşabilir.” (Meraklısı için söyleyeyim, kendisiyle söyleşi yapılan şair bu sorulara cevaben “Kardeşim, sen delirdin mi?” demiyor; sorulara ciddi ciddi cevap veriyor).

Bu kuşak “kendi kanını emen kara kuşak mı”, bilemem, ama tüm şiir, dergi ve kitap okuyucularıyla dalga geçen, kendini müthiş zeki zanneden bir yaramaz çocuklar kuşağı olduğu kuşkusuz. Dalga geçen, çünkü söyleyecek ciddi hiçbir şeyi olmayan bir kuşak. Bu kuşağın şairleri, şiirlerine bakılırsa, içinde yaşadığımız dünya hakkında, Türkiye hakkında, insanlığın sorunları ve sevinçleri hakkında hiçbir görüşe sahip değil.

Denebilir ki, şiir böylesi görüşlerin ifade edileceği alan değildir; şiir güzel söz, ses ve imge sanatıdır, fikirlerle ilişkisi yoktur. Günümüz şairlerinin önemli çoğunluğunun böyle düşündüğünün farkındayım (farkında olmamak mümkün mü!).

Kanımca, bu anlayış zaten söyleyecek bir şeyi olmayanların şiire ettikleri bir hakarettir. Dediğim gibi, bütün bunların alafrangalık merakından kaynaklandığını sanmıyorum. Dünyada ve özelikle de Türkiye’de esen egemen rüzgarlardan kaynaklanıyor. Bir yandan, stalinizmin çöküşünün “sosyalizmin ölümü” olarak ilan edilmesi, insanlığın geleceğinin yüzyıllar sürecek bir liberal piyasa kapitalizminden ibaret olacağının yaygın kabul görmesi ve başka türlü bir dünya düşlemenin “modası geçmiş” bir hale gelmesiyle, her tür toplumsal/eleştirel düşünce ve eylem artık abes ve hatta yanlış olarak görülüyor. Öte yandan ve buna bağlı olarak, moda olan düşünce akımları, en başta postmodernizm olmak üzere, dünyanın bir bütün olarak teorize edilemez ve anlaşılamaz olduğunu savunan akımlar; bütünlüklü dünya görüşlerinin (yani Hegelci ve Marksist görüşlerin) artık geçersiz olduğunu iddia eden akımlar.

Bu rüzgarlar bütün dünyada esiyor. Türkiye’de ise ne kadar şiddetle estiklerini uzun boylu anlatmaya gerek yok herhalde. Sıcak bir sınıf mücadelesinin, yaygın bir radikalizasyonun yaşandığı 1970’lerin üzerine 10 yıl içinde ‘yükselen değerler’e ulaştık.

Yukarda eleştirdiğim şairler postmodernist olmayabilirler, piyasa mekanizmasına ve yükselen değerlere inanmıyor olabilirler. Ancak, bu ortamın şairleri oldukları kuşkusuz. Görüşsüzlükleri, yaramaz zekaları, toplumsal vurdumduymazlıkları ve dolayısıyla anlamsız şiirleri bu ortamdan kaynaklanıyor.

Sanılmasın ki içinde İngiliz anahtarları, nasırlı eller ve indirilen şalterlerden söz edilen şiirler arıyorum. Hayır, insanları ilgilendiren herşey şiire konu olabilir; ölümlülük, sonsuz veya ümitsiz aşk, dostluk, fedakarlık veya ihanet, özlem veya kavuşma, bütün bunlar “bireysel” konular olabilir, ama bütün insanların paylaştıkları bireysel konulardır. Konusuz şiir ise şairi dışında kimsenin paylaşmadığı bir şiirdir, kimseyi ilgilendirmez.

Bu yazıyı küçük İskender’in Gösteri dergisinde (2) Attila İlhan’ın son şiir kitabı (3) hakkında yazdıklarını okuyunca yazmaya başladım. Küçük İskender, birincisi, Attila İlhan’ın bu kitapta kendisini yinelediğini anlatıyor. Buna katılıyorum. Kitapta yeni bir açılım, yeni bir yönlenme, yeni bir yaratıcılık yok. Korkunun Krallığı’nın ikinci yarısı adeta. İkincisi, Küçük İskender kitabın “Şairin Not Defteri” adlı bölümünden yer alan şiir parçalarına itiraz ediyor: “Her yazdığını şiir sanmanın posta kutusu bu! Şiir kitabı şairin çöp tenekesi değildir” diyor. Buna da katılıyorum.

Belli ki Ayrılık Sevdaya Dahil biraz yorgun, biraz tembel bir kitap. Ama düşünmeden edemedim: Nasıl oluyor da bu yorgun ve tembel kitap üç yıldır (yani Gri Divan’dan beri) en severek okuduğum kitap olabiliyor? Söylemeden de edemeyeceğim. Allah gecinden versin, Attila İlhan’ın mezarında çıkaracağı sesler bile herhalde benim kuşağımın yazdığı şiirlerden daha anlamlı, daha bütünlüklü, daha ilginç ve insanlarla daha ilgili olacaktır da ondan.

Sombahar, No. 23, Mayıs-Haziran, 1994

Dipnotlar:
(1) Attila İlhan, Hangi Edebiyat (Bilgi Yayınevi, 1993), s. 227.
(2) “Şiirlideğnek”, Gösteri (Aralık, 1993), s. 46-48.
(3) Attila İlhan, Ayrılık Sevdaya Dahil (Bilgi Yayınevi, 1993).

(Roni Margulies)

admin

Attila İlhan – Pia

in Şiir

ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia’yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim

ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia’nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk
ellerini tutsam pia’nın
ölsem eksizsiz ölürdüm…

admin

Attila İlhan – Maria Missakian

in Şiir

yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım
kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam

döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam

gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan

yine akşam oldu attila ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki pariste maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Küskün Kahvenin Türküsü
  • Basit Bir Olay
  • Dördüncü Protokol
  • Kırmızı Han (La Comédie Humaine #82)
  • Şeytan
  • The Death of Ivan Ilyich

Site istatistikleri

  • 2
  • 369
  • 299
  • 7.742.654
  • 3.071.765

Etiketler

Haydar Ergülen Peter Abrahams Enver Gökçe Turgay Fişekçi Resul Rıza Sandor Forbath Ahmed Arif Füruğ Ferruhzad Halim Şefik Güzelson Hasan Biber Hasan Hüseyin Korkmazgil Liana Daskalova Yılmaz Odabaşı Rıfat Ilgaz Suat Derviş Ercüment Behzat Lav Can Yücel İlhami Bekir Tez Sinan Kukul Erdal Öz Fazıl Hüsnü Dağlarca Murathan Mungan Ahmet Ada Metin Demirtaş Konstantinos Kavafis Asaf Halet Çelebi Kutsiye Bozoklar Heinz Kahlau Behçet Necatigil Ingeborg Bachmann Ömer Bedrettin Uşaklı Afşar Timuçin Sabri Altınel Akgün Akova Adnan Özer Süleyman Nesip Sabahattin Ali Abdülkadir Budak Jesus Lopez Pacheco Yaşar Miraç Ziya Osman Saba Louis Macneice Günter Kunert Bilgin Adalı Gabriel Celaya Orhan Kemal Asım Bezirci Sait Faik Abasıyanık Barış Pirhasan Melih Cevdet Anday Nikola Vaptsarov Adalet Ağaoğlu Ülkü Tamer Müştak Erenus Hasan İzzettin Dinamo Aziz Nesin Tove Ditlevsen Arif Damar Birhan Keskin Sandor Petöfi Philippe Soupault Necati Cumalı Kemalettin Kamu Kenneth Rexroth Kerim Korcan Fethi Giray Oruç Aruoba Oğuz Atay Gülten Akın Sennur Sezer Türkan İldeniz Conrad Aiken A. Kadir A. Hicri İzgören Vedat Türkali Miguel Hernandez Kemal Özer Berin Taşan Süleyman Çobanoğlu Ozan Telli Nazım Hikmet Sezai Karakoç Dido Sotiriou Yaşar Kemal Ece Ayhan Tevfik El Zeyyad Cahit Külebi İbrahim Karaca Sun Yu-T'ang Özdemir İnce İsmet Özel Şükrü Erbaş Ahmet Telli Celal Sılay Erdal Alova Nicolae Dragos Ümit Yaşar Oğuzcan E. E. Cummings Hilmi Yavuz Arkadaş Z. Özger Orhan Murat Arıburnu Blas De Otero Hasan Basri Alp Ahmet Necdet Faruk Nafiz Çamlıbel Goethe Cahit Sıtkı Tarancı Federico Garcia Lorca Bedri Rahmi Eyüboğlu Yaşar Nabi Nayır Salah Birsel Attila İlhan Vyaçeslav Ivanov Bertolt Brecht Nahit Ulvi Akgün Louise Gareau Des Bois Zafer Ekin Karabay Ahmet Erhan Lale Müldür Adnan Yücel İlhan Berk Seyhan Erözçelik Mehmed Kemal Mehmet Yaşin Edip Cansever Kemal Burkay Refik Durbaş Behçet Aysan Konstantin Simanov Bejan Matur Özdemir Asaf Yılmaz Güney Özge Dirik Fakir Baykurt Yi Men Yannis Ritsos Abdülkadir Bulut Gülseli İnal Vasko Popa Talip Apaydın Yorgo Seferis Kahraman Altun Sabahattin Kudret Aksal Behçet Kemal Çağlar Kostas Kleanthis İsmail Uyaroğlu Bekir Yıldız Özkan Mert Cevdet Kudret Pablo Neruda Suat Taşer Suat Vardal Memet Fuat Oktay Rifat Neşe Yaşın Vecihi Timuroğlu Oktay Taftalı Cahit Zarifoğlu Cevat Şakir Kabaağaçlı Metin Eloğlu Cahit Irgat Feyzi Halıcı Eugene Guillevic Ahmet Oktay Ahmet Muhip Dranas Orhan Veli Kanık Jose Marti Fang Vei Teh Cengiz Bektaş Mehmet Başaran Altay Öktem Nihat Behram Turgut Uyar Şükran Kurdakul Vladimir Mayakovsky Enis Batur Metin Altıok Ataol Behramoğlu Paul Eluard Cemal Süreya
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Sayfanın başına dön