Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Ahmed Arif Şiirleri

Şunun için etiket arşivi: Ahmed Arif

admin

Ahmed Arif İle

in Yazın

Ahmed Arif ile, 1974 yılının bahar aylarından birinde, Ankara ‘da, felsefeci Tuncer Tuğcu’nun Zafer Çarşısı’nda çalıştırdığı Oğlak Kitabevi’nde buluştuk. Bu önceden planlanmış bir buluşma mıydı, yoksa rastlantısal mıydı, şimdi hatırlamıyorum, ama benimle görüşmek istediğini biliyordum. O sıralar Yarına Doğru dergisini çıkarıyorduk. Yazdığımız yazılarda, örnek alınması gereken şairler olarak, başta Nazım Hikmet olmak üzere, Enver Gökçe ve Ahmed Arif’in adlarını ilk elde anıyorduk. Bir yıl önce, Yeni Adımlar dergisi Enver Gökçe’yi Ahmed Arif’in ustası ve sanki ona bir alternatif olarak sunmuştu. Ahmed Arif, bu sunuluş biçiminden rahatsızdı.

Kitabevinde fazla kalmadık, çıkıp çarşı içindeki çay evine gittik. Orada da fazla oturmadık, Ahmed Arif, tanıdığım öteki “eski tüfek”lerden de alışık olduğum biçimde, az sonra ayağa fırladı ve sohbeti çarşı içinde turlayarak sürdürdük. Ahmed Arif, doğrudan cezaevi günlerini anlatmaya başladı.

“Şubeden cezaevine sevk edildik. Adamın biri kulağımın dibine sokuldu. İkide bir ‘Sen benim anamı (…), sen benim anamı (…)’ deyip duruyor. Sonunda dayanamadım, kenara çektim, ‘Senin ananı nerede gördüm ki ben?’ Dedi ki: ‘O gün hücrede sıkışmıştım, beni tuvalete çıkarmaları için kapıyı çaldım. Tam o sırada sen kapıyı kırdın. Senin yüzünden benimle ilgilenemediler’ Halbuki kapı çürükmüş, ne bileyim, şöyle bir dokundum, devrildi. Herif de o arada altına yapmış.”

Anlattıklarına, onun ağzında çiğ kaçmayan, kendine özgü başka nitelemeler de ekliyordu. Başladım Ahmed Arif’in bunları bana neden anlattığını düşünmeye. Sonra fark ettim ki şubedeki olay nedeniyle Ahmed Arif’e tepki gösteren ve aynı davadan yargılanan kişi, bir yıl önce Enver Gökçe’nin şiirlerini yeniden yayınlayan derginin yönetmeniydi. Ahmed Arif, Gökçe’nin karşısına çıkarılışını geçmişteki bu olaya bağlıyordu. Ahmed Arif, Gökçe’ye dair başka şeyler de anlattı. Anlattıkları, yıllar sonra Yalçın Küçük’ün Gökçe hakkında yazdıklarını doğrulayıcı nitelikteydi.

Ahmed Arif’le buluşmamızdan kısa bir süre önce Enver Gökçe‘nin köyüne gitmiş, yaşadığı çok zor şartlara tanık olmuş, izlenimlerimi Yarına Doğru’da anlatmıştım. Ketum bir insandı Gökçe, geçmişe dair pek konuşmuyordu. Bir iç hesaplaşma sezinlemiş, o yazımda değil, ama Gökçe’nin ölümünün ardındanSanat Olayı dergisinde çıkan yazımda bu sezgimi örtük biçimde belirtmiştim.

1970’li yıllarda onlar bizim idollerimizdi. Oysa onları yakından tanıdıkça karşıma “üstün insan”lar değil, “insan”lar çıktı. Bir dokunmayla kırılacak hücre kapısı nerede görülmüş? Hikayeyi, Ahmed Arif’le konuşmadan önce de biliyordum. Sadece Aclan Sayılgan’ın yazdıklarından değil, sözüne güvenilir başkalarının anlattıklarından da öğrenmiştim. Ahmed Arif, Birinci Şube’de tutuldukları günlerde ağır bir bunalım geçirmişti. Bir ara kaldığı hücrenin kapısına kafasıyla vurmaya başlamış, ardından kapıyla birlikte dışarıdaki polis memurunun üstüne devrilmişti.

Enver Gökçe ise parti içi konumu gereği, çok daha ağır işkencelerden geçirilmişti. Bu konuyu Rasih Nuri İleri de yazdı, Gökçe hakkında ılımlı bir yaklaşımda bulundu. Bildiğim kadarıyla, diğer dava arkadaşları da “gözaltı tavrı”ndan dolayı Enver Gökçe’yi dışlamadılar. Parti ve dava arkadaşlarından Şevki Akşit’in, mahpusluk sonrası İstanbul’a gelen Gökçe’yi sokaklarda nasıl heyecanla aradığını anlatan coşkulu bir yazısını da hatırlıyorum.

Yine ortak dostları İhsan Atar’ın (Yelfe İhsan), Evrensel Kültür dergisinin 59. sayısında (Kasım 1996) çıkan yazısından öğrendiğimize göre, iki şair cezaevi sonrasında da dostluğu sürdürmüşlerdi. Hatta İhsan Atar, kendisini 1957’de Ahmed Arif’le tanıştıran kişinin de Enver Gökçe olduğunu yazıyor. Gökçe’nin hükümlü bulunduğu yıllarda hasta olan annesiyle ilgilenen, hatta mezarını yaptıran da Ahmed Arif olmuş. Dostluk, 1970’li yıllarda, Enver Gökçe’nin şiirinin dönüşüyle ve ondan da çok, sunuluş biçimiyle bozuluyor.

Aynı yıl, ikisinden de önce şiirini kurmuş olan ve bir bakıma onların şiirini haber veren Niyazi Akıncıoğlu’nun şiirlerini de yeniden yayınladık Yarına Doğru‘da. Bu üç şairin şiiri, 1940’lı ve 1950’li yılların öteki “toplumcu” şairlerinden daha farklıydı. Diğer sosyalist şairler, imgesiz şiirler yazmayı seçiyorlardı. Sadece sosyalist düşüncenin değil, demokrasi değerlerinin bile yoğun baskı altında tutulduğu o yoksunluk ve yoksulluk yıllarında, ufukları Nazım Hikmet’in şiiriyle sınırlıydı. Bu üç şairin, yerel öğeler ağırlıklı olarak ama farklı kaynaklardan da etkilenerek yeni söyleyişe yönelmeleri, daha özgün ve daha renkli bir şiir kurmalarını sağlamıştı. O yıllarda dostluk ettiğim aynı kuşaktan diğer şairlerin, açıkça dile getirmeseler de, bizim onlara verdiğimiz öneme biraz bozulduklarını da sezerdim.

Ahmed Arif o gün başka şeyler de anlattı. Örneğin, Aziz Nesin’in Akbaba dergisinde oğlunun adını “Filinta” koyuşunu eleştiren imzasız bir başyazı yayınladığını söyledi. Kuşkusuz bunu da sadece bana anlatmadı, daha birçok kişiye yinelemişti. Aziz Nesin, bu ithama umulmadık bir biçimde ve umulmadık biryerde, Benim Delilerim kitabında cevap verdi.

Ahmed Arif’le şiirler ve türküler üstüne de konuştuk o gün. Hayatı son derece ciddiye aldığını ve her şeye törel bir anlam ve değer verdiğini o zaman fark ettim. Sözgelimi o sıralar taş plak kayıtlarını topladığım Diyarbakırlı ses sanatçısı Celal Güzelses hakkındaki düşüncelerini sormuştum. Ezgilerini severek dinlediğini belirttikten sonra, şöyle bir vurgulama da yaptı: “Değerli bir abimizdir.”

***

Ahmet Oktay, Ahmed Arif şiirinin yazıldığı 1950’lerde değil, gün ışığına çıktığı 1970’lerde fraksiyonlarca tüketildiğini yazdı Karanfil ve Pranga adlı kitabında. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Ahmed Arif, anlaşılır nedenlerle Kürt hareketlerince biraz daha fazla öne alınmakla birlikte, hiçbir zaman fraksiyonel bir okumanın konusu olmadı. Bu konuda onun fraksiyonlar üstü bir konumda bulunduğunu söylemek daha doğru olur. Bildiğim kadarıyla kendisi de herhangi bir fraksiyondan yana bir tavır almadı, tam tersine fraksiyonel oluşumları hep kaygıyla izledi. O günkü konuşmalarımız arasında kendi dönemlerinde açığa çıkmış bir gizli ajanın halen İzmir’de faal olduğunu duyduğunu da aktarmış, kuşaklar arası kopukluktan yakınmıştı.

Öte yandan, Ahmed Arif şiirinin sadece 1950’lerin değil, 1970’lerin şiiri açısından da önemli bir düzeyi temsil ettiği rahatlıkla söylenebilir. Onun şiirinin ortaya çıkışının, özellikle yüksek tandanslı sol bir şiir kurmaya çalışan İsmet Özel, Ataol Behramoğlu gibi şairleri nasıl tedirgin ettiğini, Halkın Dostları dergisini izleyenler hatırlar.

Ahmet Oktay’ın değişik bağlantı düzeylerine dikkat çekerek Ahmed Arif’in şiirindeki içeriğe dair yaptığı vurgular, bu şiirin “kırsal ” bir üstyapıya göre biçimlenmiş öğeler içerdiği saptaması genel olarak doğru. Ancak bu öğeler çoğu kez reel hayatın, yaşama pratiğinin organik yansımalarıdır. Oysa Ahmed Arif şiirinde evrensel değerlere doğru aşkın bir yöneliş vardır ve başat öğedir. Sözgelimi, görünüşte kırsalda yaşanmış bir “durum”u söyleyen “Otuz Üç Kurşun”un hukuksuzluğa indirdiği darbeyle burjuva düzeninin neresine düştüğünü düşünmek bile yeterli ip ucu verebilir bu konuda. Kırsalın töresinden sosyalizme atlamak niyetinin, onu düpedüz şiir planında gelişmiş bir düzeye ulaştırdığını da görmek gerek. Ahmed Arif şiiri, sadece monotonluğu kıramayan sosyalist şairlere değil, 1970’li yılların modernist şairlerine karşı da güçlü bir seçenek oluşturabildiyse, bundandır. Onun şiiri, aynı yıllarda yoğun biçimde okunan Lorca ve Neruda gibi hem yerel, hem modernist köklerden beslenen şiirler arasında yadırganmadan yer tutabildiyse yine bundandır. Ahmed Arif’te, modern şiirin bir başka mitosunun da neredeyse doğal bir durum olduğunu görüyoruz: özgünlük ve taklit edilemezlik.

Öte yandan, Ahmed Arif gibi şairlere bakarken, ” modernizm ” adı verilen geç burjuva sanatının sadece kendisiyle açıklanır “saf” sanat anlayışının ötesine geçmek, sanatın “bağlamsal” değerini öne almak gerekir. Çünkü “Döğüşenler de var bu havalarda “. Burada, saldırganlık ya da kaba güç kullanımıyla ilgisi olmayan “döğüşmek” kavramının da sanatı belirleyen ve ancak öyle bir ufuktan okunursa anlamını ele veren kendi ölçüleri vardır. Paylaşılır evrensel değerler ayrı konu, ancak artık-değerden küçük de olsa pay alan küçük burjuvanın savrulduğu bin bir çeşit ruh halini karşılayan kaotik sanata daha fazla estetik değer atfedip, “döğüşenler”in ruh halini karşılayan sanatın yalın ” beyaz dil”ini indirgenmiş bir sanat saymak, estetiğe güncel-egemen bakışın yanılsaması olarak kalır .

Ahmed Arif ve Enver Gökçe (ve politik açıdan onlardan daha fazla savrulmuş olan Niyazi Akıncıoğlu), tam kurulamamış, kurulsa da genişleyememiş bir konumun başlangıç örneklerini verdiler. Hayatlarının sonraki evresi, arkasını getirecek soluğu sağlayamadıysa, sadece öznel nedenleri yok bunun. Şiir üretecek
zeminden ayrı düşmelerinde daha bir dizi neden rol oynadı.

Baskıları geçtim, sözgelimi yazıp da yayınlayamamanın zaman içinde yazma konusunda da ne tür bir motivasyon eksikliği doğuracağını kestirmek zor değil. Bir de, “şiir içi”, hatta öznel bir neden; bidayette kurdukları sağlam şiir bile, anılan şartların etkisiyle aşılmaz handikap olarak dikildi önlerine. O aslında tamamlanmamış, ama kabuk bağladığı için kırılmaz kesilmiş yapıya bir daha geri dönememek de tökezletti onları. “Mağlup mu desem, mahçup mu? / Ama ikisi de değil…” (A. Arif).

Bizim günah payımız yok mu? Onları idol olarak kalmaya zorladık. İdol’ün şiirini yazmaya. Gündelik hayata sokulan şiirler yazmalarını istemedik. Oysa onlar insandı…

(Tahsin Abacı, Varlık, Temmuz 2000)

admin

Ahmed Arif Üzerine

in Yazın

“Bir şair : Ahmed Arif
Toplar dağların rüzgarlarını
Dağıtır çocuklara erken”

“Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla Ahmed Arif’in şiiri de gün ışığına çıktı. Böylece Ahmed Arif’in Türk şiirinde zaten öteden beri sağlamış bulunduğu yer, okurun gözünde de matematik bir kesinlik kazandı. Sanırım, bu yer, bundan sonra en az tartışılır yerlerden biri olarak kalacaktır. Şu yaşadığımız günler sarsıntılı, karmaşalı günler. Çok hareketli günler .Ama bu arada fikir ve sanat hayatımızda yerleşik değerlerin kendi içinde, yeni bir trafik doğmuş bulunuyor. Şimdiye dek şu yönden bakılmış değerlere şimdi bir de bu yönden bakılmakta, dayanaksız değerler ufalanmakta, silinmekte, çok şeyin hesabı görülmektedir. Ayrıca sağlam değerler yerlerini bulmaktadır, ya da bulmaları için pek bir şey kalmamaktadır. Bunun için, iyidir, diyorum, bu sarsıntı, bu karmaşa. Daha önce şairler arası bir “pazarı” olan Ahmed Arif de bu arada bu durumundan fırlayıp okura uzanmak olanağını buldu, ya da gereğini duydu.

 

Ahmed Arif 1927’de doğdu. Diyarbakırlı. İlk şiirleri 1948 -1951 yılları arasında bir iki dergide göründü. O günlerde kendisi Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde, felsefe bölümünde öğrenciydi. Sonra tutuklandı. İlk şiirlerini ortaya çıkardığı sıralarda Orhan Veli ve arkadaşları şiire iyice hakim görünüyorlardı. Garip dönemi bitmiş, Sabahattin Eyüboğlu’nun deyimiyle “halk olarak sanat”ın dolaylarında dolaşılmaya başlamıştı. Bütün gençler, bütün yeni yetmeler Orhan Veli’ye, Oktay Rıfat’a, Melih Cevdet Anday’a öykünüyordu. Sanki şiir yalnız onların yazdığıydı; onların yazdığından başka şiir olamazdı sanki. Gençlerin bu bilinçsiz tutumu şiirimize zararlı olmuştur .Ama genç sanatçıların çoğu böyle olmakla birlikte, aralarında kendi çıkış noktalarını geliştirmeye çalışan, Orhan Veli ve arkadaşlarına pek kulak asmayan kimseler de yok değildi. Ahmed Arif’i de bunlardan biri olarak görüyoruz. İlk şiirinde bile, Gariple gelen şiirin içeriğine aldırmamıştır. Önerilmekte olan ve bir çeşit şiirsiz şiir diyebileceğimiz hareketi umursamadan kendi doğrultusunda çalışan birkaç şairden biri de odur.( Gariple gelen ve yeni şiirin biçim özgürlüğüne ilişkin öneri ise, 1940’tan sonra yetişen bütün şairlerce benimsenmişti).

Ahmed Arif’in şiiri bir bakıma Nazım Hikmet çizgisinde, daha doğrusu Nazım Hikmet’in de bulunduğu çizgide gelişmiştir. Ama iki şair arasında büyük ayrılıklar var .Nazım Hikmet, şehirlerin şairidir. Ovadan seslenir insanlara, büyük düzlüklerden. Ovadan akan “büyük ve bereketli bir ırmak” gibidir. Uygardır. Ahmed Arif ise dağları söylüyor. Uyrukluk tanımayan, yaşsız dağları, “ası” dağları. Uzun ve tek ağıt gibidir onun şiiri. “Daha deniz görmemiş” çocuklara adanmıştır. Kurdun kuşun arasında, yaban çiçekleri arasında söylenmiştir, bir hançer kabzasına işlenmiştir. Ama o ağıtta bir yerde, birdenbire bir zafer şarkısına dönüşecekmiş gibi bir umut (bir sanrı, daha doğrusu bir hırs), keskin bir parıltı vardır. Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillacının şiiridir .Karşı koymaktan çok boyun eğmeyen bir doğa içinde. Büyük zenginliği ilkel bir katkısızlık olan atıcı, avcı bir doğa içinde.

1959 -1962 yıları arasında Ankara’daydım. Muzaffer Erdost tanıştırmıştı bizi. Hemen dost olmuştuk. O sıra, Muzaffer Erdost Ulus gazetesinin basımevi müdürüydü. Ahmed Arif de o günlerde Medeniyet gazetesinde çalışıyordu. Haftanın üç dört günü beraberdik. Daha doğrusu üç dört gecesi. Ben, geceye doğru, saat 11 -12 sıralarında Ulus gazetesine giderdim. O ara, kendi gazetesini erkenden bağlamış bulunan Ahmed Arif de oraya gelmiş olurdu. Nelerden konuşurduk? Her şeyden. Sabahleyin, yürüye yüreye Kızılay’a kadar gidilir, orda ayrılınırdı. Yaz, kış, hep böyle. Bu sıkı ilişki birbirimizi iyice tanımamıza yardım etti. Her şairin konuşma tarzıyla (hatta yüzüyle) şiiri arasında bir yakınlık bir benzerlik vardır muhakkak; ama konuşmasıyla şiiri arasında bu kadar bir özdeşlik bulunan bir şaire ilk kez Ahmed Arif’te rastlıyordum. Onun şiiri, konuşmasından alınmış herhangi bir parça gibidir; konuşması ise, şiirinin her yöne doğru bir devamı gibi. Bir bakıma “Oral” (sözel) bir şiirdir onunki. Bizde oral şiirin tuhaf bir kaderi vardır: Bu şiirde, genellikle, ya kuru bir söylevciliğe düşülür, ya da harcıalem duyguların tekdüze evrenine. Daha doğrusu, nedense şimdiye kadar genellikle böyle olmuştur. Bu, sözün yakışığı uğruna, şiirin elden, çıkarılması, harcanmasıdır. Ahmed Arif’in şiirinde böyle bir sakınca yok. Hiçbir zaman söyleve düşmez. Bir duygu sağnağı, imgeler halinde, sıra sıra mısraları kurar. Ana düşünce, dipte, her zaman belirli, ama sakin durur; çoğalır, büyür belki, ama kalın bir damar halinde hep dipte durur. Ahmet Arif, kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini bulmuş bir şairdir. Anlatımıyla, şiirin özü arasında özdeşlik vardır. Türkçe’de destan türünün en ilginç deneylerini yapmıştır. En ilginç çıkışını desek daha yerinde olacak. Bir yalçınlığı koyuyor şiirine Ahmed Arif, bir graniti. O, yalçınlıktan, birden, sınır köylerine iniyor; “tavukları birbiri karışan” insanları anlatıyor. Bu birdenbirelik onu kekre diyebileceğimiz bir lirizme ulaştırıyor. Ya da tersi oluyor. Eksiksiz bir silah koleksiyonunun arasından görüşmecisinin yolladığı taze soğan demetini görüyorsunuz.

Ahmed Arif, Doğu Anadolu’nun, sınır boylarının yerel görüntüleri içinde oraların türkülerini kalkındırıyor, bütün Anadolu türkülerine ulaştırıyor onları, büyütüyor, besliyor; ama boğulmuyor onların arasında. Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal’ı, Urfalı Nazif’i, Köroğlu’na, Bedreddin’e götürüyor. Büyük bir sevgiyle bir umuda çağırıyor, Anadolu insanını; gözlerinden öperek, çıldırasıya severek. Evet, halk türkülerinden yararlanıyor Ahmed Arif. Yalnız, halk kaynağının, edebiyat için, şiir için, türkülerden öte daha bir sürü olanak taşıdığını, hatta öbür halk kaynakları içinde türkülerden o kadar da büyük bir ağırlık taşımadığını iyi biliyor. Bu yanıyla halk kaynağına eğildiklerini sanan başka şairlerden ayrılıyor. Özellikle destan türü için vazgeçilmez olan tavrı ta temelden takınıyor. Çalışmalarını ona göre yapıyor.

Ahmed Arif kendi şiirine en uygun yapıyı ve mısra düzenini getirmiştir, dedik. Bir de, Paul Eluard için söylenmiş bir sözün onun şiirine de uyduğunu söyleyelim: Paul Eluard’ın şiiri imgenin tutsağı değildir; gerçeküstücü dönemde de, ondan sonraki dönemde de, şiirinin temelinde yatan ana öğe, mısralarının kısalığı, kuruluş tarzı ve bunların birbiriyle bağlanma biçimi sayesinde ipuçlarını hiçbir zaman saklamamıştır .Ahmed Arif’te de öyle. İmge, çıplaklığın çarpıcılığını taşır; düşünce, vurucu özelliğini ilk anda kullanır.

Hasretinden Prangalar Eskittim’ de bunun birçok örneğini görüyoruz. Sonra, imge onda sınırlı bir öğe değil. Bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif’te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler biçim yönünden de önem kazanmaktadır .Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif’e özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta, ya da bütün çekidüzenini onlarda bulmaktadır.

Sözgelimi, Otuz Üç Kurşun’da:

Yakışıklı
Hafif
iyi süvari

mısralarının; yine aynı şiirde:

ve karaca sürüsü
Keklik takımı…

mısralarının böyle bir işlevi vardır .

Bu, Mayakovski’nin ritm elde etmek için yaptığı biçim çalışmalarını akla getiriyorsa da aslında bu noktada iki şairin tutumlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Mayakovksi
için, ritm, bir yerde, her şeydir; “şiirin temel gücünü” ritmde bulur o; bir endüstriye benzettiği şiir için ritm manyetik gücü ya da elektriklenmeyi temsil eder. Ahmed Arif için ise ritm sadece bir olanak olarak önemlidir .Ama aralarındaki asıl ayrım şurda sanırsam; Mayakovski ritmi, bir bakıma, şiirin dışında bir yerdedir, anonim bir tekniktir. Bunun için sık sık düşey ya da yatay ses benzerliklerine, bağdaşımlarına başvurur. Daha özetlersek: Mayakovski ritmi ses’te aramaktadır. Ahmed Arif ise söz’de arar. Bunun için onun şiiri bir noktada “oral” niteliğini bırakır, çok ötelere gider. Bu yanıyla çağdaş şiirin en yeni yönsemelerine karışır. Özellikle imge konusunda yaptığı sıçrama onu bugünkü şiirin hazırlayanlardan biri yapmıştır. Zaten birçok yeni şairin onun etkisinden geçmesi de bunu gösteriyor. Sadece bu bakımdan bile Hasretinden Prangalar Eskittim, geç kalmış bir kitap değildir.

Bir de şu bakımdan geç kalmış bir yapıt değildir Hasretinden Prangalar Eskittim: Yaşsız bir şiirdir Ahmed Arif’in şiiri. Günün değil, çağın değil, çağların “aktüalite”siyle doludur. “Künyesi çizileli” kimbilir kaç yıldız uçmuştur. Dirsek teması içinde bulunduğu köylülerin, yürüyerek gezdiği kasabaların arasından tarihi kalın çizgilere görmeyi sever. Tarihi ve uygarlığı. Yalnız, “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi”nde daha güncel bir tavır var (sanıyorum, en son yazdığı şiirdir bu). “Otuz Üç Kurşun”da da biraz öyle. Bir yerde tarihten önce yaşamış bir ozan konuşuyor sanırsınız, başka bir yerde en genç kuşağın bir verimi karşısında gibisinizdir. Bu bakımdan elli yıl sonra da yayımlansaydı aynı ilgiyi görecek, sevilecekti bence.

Hollanda’ya gittiğimde orada Van Gogh’un sarılarının kaynağını bulmuş ve daha çok sevmeye başlamıştım Van Gogh’un resimlerindeki sarıları. çünkü Hollanda’daki coğrafyanın, yeryüzü şekillerinin, bitkisel örtünün sarıları, Van Gogh’u içimde somutlamış ve bir yere oturtmuştu. Onun çalışmasını gözümde daha da büyütmüştü. Doğal verilerle yaratıcı çalışma arasındaki böyle bir ilişki sanat yapıtının değerini artırıyor. Sanat yapıtı gerçeğin asalağı olmamalıdır, ama bütün bütüne de ondan kopmamalıdır, ondan kopmayışın kanıtlarını taşımalıdır.

Aynı şekilde, Erzurum, Sıvas toprağını gördükten, Doğu Anadolu’daki yeryüzü şekillerini, iyice dolaşıp, içime sindirdikten sonra, Aşık Veysel’in sesine daha çok tutuldum. Van Gogh’un sarıları Hollanda toprağının baskın renklerini taşıyor, bir yerde onlara katkıda bulunuyordu, onların arasında açılmış çılgın, sanrılı çiçekler gibiydi. Aşık Veysel’in sesinde de Doğu Anadolu toprağının rengi, kıvamı, taşıl niteliği, köy evlerinin içinden geçen arklar, yüzükoyun yatarak su içen delikanlılar, genç kızlar vardı. Ahmed Arif’in şiirinde de, şiirini yaparken kullandığı araçlarda da, anlattığı yerlerin, yapıtına koyduğu hayatın çok tutarlı bir bileşkesini görüyorum. Özellikle destan türünde bunun nice önemli olduğunu anlıyorum Ahmed Arif’i okurken.

Cesareti söylüyor Ahmed Arif. Yiğitliği.
Bir pınar gibi, bir yeraltı suyu gibi, bir tipi gibi.

“Dostuna yarasını gösterir gibi.”

Yücelerde yıllanmış katar katar karın içinde yürüyor yalınayak ve ayakları yanarak.

Hasretinden Prangalar Eskittim yayımlanana kadar çok kişi bilmiyordu Ahmed Arif’in şiirini. Hatta şöyle diyelim: onun şiirini kendisinden yararlanan birkaç şair dışında pek izleyen olmamıştı. Hele okur kitleleri hiç bilmiyordu. Gerçi şiirlerini elden ele dolaştıranlar, ezberleyip toplantılarda okuyanlar vardı, ama fazla değildi bunların sayısı. “Gizli şair” olarak kalmıştı şimdiye kadar. Bu yüzden hakkındaki bilgiler de kulaktan dolma ve yanlıştı. Sözgelimi geçenlerde Anadolu’da çıkan bir dergide şiir üstüne bir inceleme yazmayı deneyen genç bir arkadaş, bu yazısında Ahmed Arif’tende söz etmiş, ama 1940 şiirinden önce yazmış bir şair olarak göstermişti. Yalnız bu arkadaş değil, bazı ad yapmış eleştirmenler de yanlış yargılarla baktılar ona. Belki de onun yapıtını istedikleri an yanıbaşlarında bulamadıkları için oldu bu. Sözgelimi Hüseyin Cöntürk, birkaç yıl önce Dönem dergisinde yazdığı bir yazıda Ahmed Arif’i Orhan Veli akımının yedeğinde bir sanatçı olarak ele almış ve şöyle yargılamıştı: “Orhan Veli’yi iyi anlamış.” Ahmed Arif’in şiiri için yapılabilecek en büyük yanlıştı bu. Aynı dergide Cöntürk’e karşılık vermiştim ben de. Sanırım Cöntürk’ün büyük yanılgısı biraz da Ahmed Arif’in şirini izleyebilme olanağını hemen hemen hiç bulamamış olmasından doğuyordu. Bir iki yerde rastladığı bir iki şiiri kendi ölçülerine göre yargılamak gereğini duymuştu belki de. Gerçi bir iki parçadan da bir şair üstüne aykırı düşmeyen yargılara varılabilir ya da varılabilmesi gerekir, ama neyse… Dergiler de, yayınevleri de her nedense uzak durdular Ahmed Arif’in şiirine. Kitabını yayımlamak için onunla ciddi bir temas arayanlarına son yıllara kadar rastlanmadı. Şiiri hakkındaki bilgisizlikten doğuyordu bu. Yaklaşanları da Ahmed Arif geri çeviriyordu. Nihayet, Bilgi Yayınevi bu işe girişti. Kutlarım bu yayınevini.

(Cemal Süreya, Şapkan Dolu Çiçekle, 1969)

admin

Ahmed Arif – Ay Karanlık

in Şiir

Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık…

Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık…

İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N’olur gel,
Ay karanlık…

Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık…

admin

Ahmed Arif – Akşam Erken İner Mapushaneye

in Şiir

Akşam erken iner mahpushaneye.
Ejderha olsan kar etmez.
Ne kavgada ustalığın,
Ne de çatal yürek civan oluşun.
Kar etmez, inceden içine dolan,
Alıp götüren hasrete.

Akşam erken iner mahpushaneye.
İner, yedi kol demiri,
Yedi kapıya.
Birden, ağlamaklı olur bahçe.
Karşıda, duvar dibinde,
Üç dal gece sefası,
Üç kök hercai menekşe…

Aynı korkunç sevdadadır
Gökte bulut, dalga kaysı.
Başlar koymağa hapislik.
Karanlık can sıkıntısı…
“Kürdün Gelini”ni söyler maltada biri,
Bense voltadayım ranza dibinde
Ve hep olmayacak şeyler kurarım,
Gülünç, acemi, çocuksu…

admin

Ahmed Arif – Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Türküsü

in Şiir

1.

Varamaz elim
Ayvasına, narına can dayanamazken,
Kırar boynumu yürürüm.
Kurdun, kuşun bileceği hal değil,
Sormayın hiç
Laaaaal…
Kara ferman çıkadursun yollara,
Yarin bahçesi tarumar,
Kan eder perçem

Olancası bir tutam can,
Kadasına, belasına sunduğum,
Ben öleydim loooy…
Elim boş,
Ayağım pusu.
Bir ben bileceğim oysa
Ne afat sevdim.
Bir de ağzı var dili yok
Diyarbekir Kalesi…

2.

Açar,
Kan kırmızı yediverenler
Ve kar yağar bir yandan,
Savrulur Karacadağ,
Savrulur zozan…
Bak, bıyığım buz tuttu,
Üşüyorum da
Zemheri de uzadıkça uzadı,
Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,
Seni, Diyarbekir gibi,
Nelere, nelere baskın gelmez ki
Seni düşünmenin tadı…

3.

Hamravat suyu dondu,
Diclede dört parmak buz,
Biz kuyudan işliyoruz kaba – kacağa,
Çayı kardan demliyoruz.
Anam sır gibi saklar siyatiğini,
“Yel” der, “Baharın geçer”.
Bacım, ikicanlı, ağır,
Güzel kızdır, bilirsin.
İlki bu, bir yandan saklı utanır
Ve bir yandan korkar
Ölürüm deyi.
Bir can daha çoğalacağız bu kış.
Bebeğim, neremde saklayım seni?
Hoş gelir,
Safa gelir,
Ahmet Arif’in yeğeni…

4.

Doğdun,
Üç gün aç tuttuk
Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem,
Hasta düşmeyesin diye,
Töremiz böyle diye,
Saldır şimdi memeye,
Saldır da büyü…

Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…

Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü.

admin

Ahmed Arif – Anadolu

in Şiir

Beşikler vermişim Nuh’a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak…
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım…
Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu’yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri…
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda…
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?

admin

Ahmed Arif – Leylim Leylim

in Şiir

Leylim-leylim dünyamızın yarısı
Al-yeşil bahar,
Yarısı kar olanda
Gene kavim-kardaş, can-cana düşman,
Gene yediboğum akrep,
Sarı engerek,
Alnımızın aklığında puşt işi zulüm
Ve canım yarı geceler
Çift kanat kapılarına karşı darağaçları,
Mahpusanede çeşme
Yandan akar olanda,
Gelmiş yoklamış ecel
Kaburgam arasından.
Yoklasın hele…

Çağıdır, can dayanmaz,
Çağıdır, en çatal, en ası,
Cehennem koncası memelerinin.
Çağıdır, kırk gün-kırk gece
Kolların boynuma kement,
Ha canım kötüye inat…
Vah ki ne desem,
Kurşunları namlulara sürülü,
İ’kelleri kan,
Baskıncılar uykumuzu yıkar olanda,
Alır yüreğim:

Yankın yasak, aynalara.
İnemem bahçende talan,
Tam, boş yanı bu, derim namussuzun,
Tam, bıçağım cehennem gibi güzelken,
Aklıma düşüyorsun
Ellerim arık…

Bilmiş
Bütün zula’lar
Eğri hançer, kara mavzer, kan pusu.
Ve insan düşüncesinin o en orospu,
O en ayıp, frengili yemişi,
Çıldırtılmış uranyum
Bilmiş,
Bilsinler!
Sana nasıl yandığımı
Uuuuy gelin…

İşte kan tutmuş korsanlar,
Haramla beslenmiş azgın,
Düzmece peygamberler
Ve cüceleri
Ve iğdiş ve aptal kölelerine karşı,
İşte bir kez daha
Bu can bendeyken,
Delin, divanenim işte
Uuuuy gelin…

Bu yasaklar,
Firavun kalıntısı.
Yoksun,
Akdan-karadan.
Gizline, canevine kurulu faklar.
Gün ola, umut kesip korkunç yetinden,
Murdar tutkusuna dünyasızlığın,
Gün ola, düşesin bekler.
Düşme!
Ölürüm…
Gözlerinden, gözlerinden olurum.

Leylim-leylim
Ayvalar, nar olanda
Sen bana yar olanda.
Belalı başımıza
Dünyalar dar olanda.

admin

Ahmed Arif – Onur Da Ağlar

in Şiir

Gözlerinin pınarında
Bir bulut,
Boşandı boşanacak
Nerdeyse.
Aklımdan geçenleri
Okuyorsun su gibi.
Dünya gördü
Bizi boğazladılar…
Tutma gözyaşlarını
Onur da ağlar…
Bırak yıkansın gökyüzü,
Lacivert, yeşil, altın
Işıkları günbatının.
İşte şafaktayız gene
Çırılçıplak
Ve mavi.
İşte sanki dağ yeli
Ve işte sanki meltem…

Kimse toz konduramaz
Kesip attığımız tırnağa bile.
Sen en güzel kızısın
Bütün galaksilerin
Bense tözüyüm artık
Akkor tözüyüm
Prometheus’u yakan
Kara sevdanın…

Ne alnımızda bir ayıp
Ne koltuk altında
Saklı haçımız
Biz bu halkı sevdik
Ve bu ülkeyi.
İşte bağışlanmaz
Korkunç suçumuz…

admin

Ahmed Arif – Kara

in Şiir

Çarpmış,
Paramparça etmiş,
Kara sütü, kara sevdayla seni…
Ve kara memelerinde dişlerin asi,
Karadır, upuzun yattığın gece,
Felek, ah ettirir, boynun kıl – ince…
Cihanlar, çocuklar, kuşlar içinde
Sızlar bir yerlerin
Adsız ve kayıp
Sızlar, usul-usul, dargın,
Ve kan tadında bir konca,
Damıtır kendini mısralarınca…

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kalemin yazısı,
Zorlu yazısı,
Belanda?

Anadan doğma nişan mı,
Sütlü barut damgası mı,
Bir gece parçası mı kaburgandaki?
Kız kakülü, ne hal eylermiş teni,
Ellerin, deli hoyrat,
Ellerin, susuz, yangın.
Ellerin ooooy alarga…

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi güzelin diş yeri,
Mavi diş yeri,
Sevdanda?

Vurmuş,
Demirlerin çapraz gölgesi,
Alnın galip ve serin.
Künyen çizileli kaç yıldız uçtu,
Kaç ayva sarardı, kaç kız sevişti,
Gelmemiş, kimselerin…

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi zehirin meltemi,
Saran meltemi,
Hülyanda?

Hakikatli dostun muydu,
Can koyduğun ustan mıydı,
Bir uyumaz hasmın mıydı,
“Ooooof” de bunlar olsun muydu?

De be aslan karam,
De yiğit karam,
Hangi kahpenin hançeri,
Saklı hançeri,
Yaranda?

admin

Ahmed Arif – Karanfil Sokağı

in Şiir

Tekmil ufuklar kışladı
Dört yön, onaltı rüzgar
Ve yedi iklim beş kıta
Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar
Ray, asfalt, şose, makadam
Benim sarp yolum, patikam
Toros, Anti-toros ve asi Fırat
Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler
Vatanım boylu boyunca
Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda
El, ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit, öfkeli ve mahzun
Ümit, sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır.

Şarkılar bilirim çiğ tutmuş
Resimler, heykeller, destanlar
Usta ellerin yapısı
Kolsuz, yarı çıplak Venüs
Trans-nonain sokağı
Garcia Lorca’nın mezarı,
Ve gözbebekleri Pierre Curie’nin
Kar altındadır.

Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara.
Dumanlı havayı kurt sevsin
Asfalttan yürüsün Aralık,
Sevmem, netameli aydır.
Bir başka ama bilemem
Bir kaçıncı bahara kalmıştır vuslat
Kalbim, bu zulümlü sevda,
Kar altındadır.

Gecekondularda hava bulanık puslu
Altındağ gökleri kümülüslü
Ekmeğe, aşka ve ömre
Küfeleriyle hükmeden
Ciğerleri küçük, elleri büyük
Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır.

Hatıp Çay’ın öte yüzü ılıman
Bulvarlar çakırkeyf Yenişehir’de
Karanfil Sokağında gün açmış
Hikmetinden sual olunmaz değil
“mucip sebebin” bilirim
Ve “kafi delil” ortada…

Karanfil sokağında bir camlı bahçe
Camlı bahçe içre bir çini saksı
Bir dal süzülür mavide
Al-al bir yangın şarkısı,
Bakmayın saksıda boy verdiğine
Kökü Altındağ’da, İncesu’dadır.

admin

Ahmed Arif – İçerde

in Şiir

Haberin var mı taş duvar?
Demir kapı, kör pencere,
Yastığım, ranzam, zincirim,
Uğruna ölümlere gidip geldiğim,
Zulamdaki mahzun resim,
Haberin var mı?
Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,
Karanfil kokuyor cıgaram
Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..

admin

Ahmed Arif – Kalbim Dinamit Kuyusu

in Şiir

… Beni, gözlerin götürür
Gözlerin
Aşkla, acıyla…
Kuşatmışlar
Sesimi, soluğumu
Kesilmiş
Tuz-ekmek payım
Vurgunum
Ve darda,
Gözaltındayım.
Dal, kor keser
Penceremde açarsa
Kuş, vurulur
Üzerimden uçarsa.
Ve hal böyle böyle,
Yol bu yöndeyken
Gelir,
Ki her gelişinde
Daha da içten
Gelir,
Soluk soluğa
Benim olursun.
Amansız sarmasında
Kollarımın
Esrik,
Çığlık çığlığa
Erir, kar gibi vücudun…
Nicedir,
Kahpe ağzında
Bir salgın,
Bir deprem gibi künyemiz.
Nicedir,
Başımıza zindan dünyamız.
Biz ki
Yarınıyız halkın,
Umudu, yüzakıyız,
Hıncı, namusu…
Şafakları,
Taa şafakları
Hey canım,
Kalbim
Dinamit kuyusu…

admin

Ahmed Arif – Hani Kurşun Sıksan Geçmez Geceden

in Şiir

Yiğit harmanları, yığınaklar,
Kurulmuş çetin dağlarında vatanların.
Dize getirilmiş haydutlar,
Hayınlar, amana gelmiş,
Yetim hakkı sorulmuş,
Hesap görülmüş.
Demdir bu…

Demdir,
Derya dibinde yangınlar,
Kan kesmiş ovalar üstünde Mayıs…
Uçmuş, bir kuştüyü hafifliğinde,
Çelik kadavrası korugan’ların.
Ölünmüş, canım,ölünmüş
Murad alınmış…

Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe…
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.

İçim, bir suskunsa tekin mi ola?
O Malta bıçağı,kınsız,uyanık,
Ve genç bir mısradır
Filinta endam…
Neden, neden alnındaki yıkkınlık,
Bakışlarındaki öldüren buğu?
Kaç yol ağlamaklı oluyorum geceleri…
Nasıl da almış aklımı,
Sürmüş, filiz vermiş içimde sevdan,
Dost, düşman söz eder kendi kavlince,
Kınanmak, yiğit başına.
Bu, ne ayıp, ne de yasak,
Öylece bir gerçek, kendi halinde,
Belki, yaşamama sebep…

Evet, ağlamaklı oluyorum, demdir bu.
Hani, kurşun sıksan geçmez geceden,
Anlatamam, nasıl ıssız, nasıl karanlık…
Ve zehir-zıkkım cıgaram.
Gene bir cehennem var yastığımda,
Gel artık…

admin

Ahmed Arif – Hasretinden Prangalar Eskittim

in Şiir

Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard-arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül-gürül akan bir dünya…
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana…

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni…
Yokluğun, cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini…

admin

Ahmed Arif – Bu Zindan Bu Kırgın Bu Can Pazarı

in Şiir

Gördüler
Yedi cihan,
İn, cin Kaf dağının ardındakiler,
Kıtlık da kıran da olsa
Gördüler analar neler doğurur
Aman aman hey…

Dünyalar vardır elvan,
Bir su damlasında, bir kıl ucunda,
Meyvalar vardır, meyvalar,
Ağacı, omcası yok,
Sana vurgun, sana dost.
Beride Kabil’in murdar baltası
Ve kan değirmenleri,
Kader kahpesi.
Beride borazancıları o puşt ölümün,
Hazır ırzını vermeğe
Yiğitler vuruldukça.
Timsah kısmı çünkü yavrusunu yer
Akarsu duruldukça.
Cadı, yalan hamurunu dağ – dağ yoğurur
Aman aman hey

Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı,
Macera değil.
Yaşamak, sade “yaşamak”
Yosun, solucan harcıdır.
Öyle açar ki murat.
Susuz, güneşsiz de kalsa, koparılsa da
Şavkı, bulut güllerinden daha bir suna,
Daha bir burcu – burcudur.

Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı
Macera değil
Sardığım toprağımın altın sabrıdır.
O sert, erkek hüznüdür lahza başında
Cıgara değil.
Ve sevgilim uykusunda bağrır
Aman aman hey…

Meltemin bir tadı, ustura ağzı
Biri, kız memesi, tılsım,
Yağmurun bir damlası süzülmüş küfür,
Bir damlası, aşk.
Senin uykuların hayın,
Düşlerin kardeş.
Duyar mısın, anlayıp sızlar mısın ki?
Gece, samanyollarında rüzgar çıkıncayadek,
Mısralarım kardeş – kardeş çağırır
Aman Aman hey…

Serabın bir sonu vardır,
Ufkun, sıradağın sonu.
Uçarın, kaçarın bir sonu vardır
Senin sonun yok.
Mandaların, kavakların pazarı olur,
Senin pazarın olamaz.
Sensiz nar çatlamaz, bebek gııı demez.
Beni böyle şair, dizane etmez,
Kızımın çatal göğsü.
Senin yüzün suyu hürmetinedir
Buğdalara, cevizlere yürüyen
Kara toprağın ak südü…

Bir bilsen kimlere tasa, kedersin,
Anlar mısın, şaşırıp ağlar mısın ki?
Bir bilsen kardeşlerim ne can çocuklar
Ve bilsen nasıl vurur beni bu duvar.
Akşam-akşam, kara sevdam ağırır
Aman, aman hey…

admin

Ahmed Arif – Sevdan Beni

in Şiir

Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerim, kelepçede,
Tütünsüz uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni…

admin

Ahmed Arif – Yalnız Değiliz

in Şiir

Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadır böylesine yaşamak,
Tek başına
Ölüme bir soluk kala,
Tek başına
Zindanda yatarken bile,
Asla yalnız kalmamak.

Şafakları ben balığa çıkarım
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgahlarda paydosa giden
Bir bahar akşamı dünyada.
Ben dört duvar arasında değilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadağ, Çukurova ve Cibalide.

Zehirli kör yılanları
Ve sıtmasıyla
Gün yirmidört saat insan avında
Karacadağda çeltikler.
Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi
-Ayak bileklerinde bir dizi boncuk,
Sol omzunda nazarlık,
Dağ başında unutulmuş üşümüş,
Minicik bir aşiret kızının-
Damla-damla, berrak olur pirinci.
Kamyonlarla, katır kervanlarıyla
Beyler sofrasına gider…

Çukurovam,
Kundağımız, kefen bezimiz
Kanı esmer, yüzü ak.
Sıcağında sabır taşları çatlar,
Çatlamaz ırgadın yüreği.
Dilerse buluttan ak,
Köpükten yumuşak verir pamuğu.
Külhan, kavgacıdır delikanlısı,
Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun
En çok Çukurovalılar mahpustur,
Dostuna yarasını gösterir gibi,
Bir salkım söğüde su verir gibi,
Öyle içten
Öyle derin,
Türkü söylemek, küfretmek,
Çukurova yiğidine mahsustur…

Tütünü bilir misin?
“Kız saçı” demiş zeybekler,
Su içmez her damardan,
Yerini kolay beğenmez,
Üşür
Naz eder,
Darılır
İki parmak arasında kıyılmış,
Bir parçası var kalbimin
İncecik, ak kağıtlara sarılır,
Dar vakit yanar da verir kendini.
Dostun susan dudağına…

Sokaklardan,
Kıyılardan,
Gök mavisinden,
Ekmeğinden,
Canevinden ayrı düşmeye
Yani bütün hasretlerin kahrına
Ve zehrine çaresiz kalmaların,
İlk nefesi Hızır gibi yetişir
Cibalide sarılan cıgaranın…

Tütün isçileri yoksul,
Tütün işçileri yorgun,
Ama yiğit
Pırıl-pırıl namuslu.
Namı gitmiş deryaların ardına
Vatanımın bir umudu…

admin

Ahmed Arif – Vay Kurban

in Şiir

Dağlarının, dağlarının ardı,
Nazlıdır.
Uçurum kıyısında incecik bir yol
Gider dolan-dolana,
Bir hastan vardır, umutsuz,
Belki ayşe, belki Elif
Endamı kuytuda başak,
Memesinin, memesinin altında,
Bir sancı,
Bir hayın bıçak…

Ölüm bu,
Fukara ölümü
Geldim, geliyorum demez.
Ya bir kuşluk vakti, ya akşam üstü,
Ya da seher, mahmurlukta,
Bakarsın, olmuş olacak.
Bir hastan vardı umutsuz,
Hayreti uykularda,
Hayreti soğuk sularda.
Gayrı, iki korku çiçeğidir gözleri,
İki mavi, kocaman korku çiçeği,
Açar, derin kuyularda…

Dağlarının, dağlarının ardı korkunçtur.
Hiç akıl edip de düşünen var mı?
Gün kimin hesabına tutar akşamı,
Rahmetinden kim demlenir bulutun,
Hayırlı evlat makina
Nasıl canavar kesilir.
Kurdun, karıncanın rızkını veren
Toprak nasıl ayartılır,
Yüz vermez topal öküze,
Ve almaz koynuna kara sabanı.

Sepetçioğlu’m bir kömür işçişidir,
Mavzer değil, kürek tutar Urfalı Nazif
Mal, haraç-mezattır,
Can, pazar-pazar.
Kırmızı, ak ve esmer,
Yumuşak ve sert buğdayları
Yaratan ellerin sahibidir bu,
Kör boğaz, nafaka uğruna,
Haldan düşmüş, tebdil gezer…

Dağlarının, dağlarının ardı,
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban…
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda.”
Yiğitlik, sen cehennem olsan da bile
Fedayı kabul etmektir,
Cennet yapabilmek için seni,
Yoksul ve namuslu halka.
Bu’dur ol hikayet,
Ol kara sevda.

Seni sevmek,
Felsefedir, kusursuz.
İmandır, konkunç sabırlı.
İp’in, kurşun’un rağmına,
Yürür, pervasız ve güzel.
Sıradağları devirir,
Akan suları çevirir,
Alır yetimin hakkını,
Buyurur, kitabınca…

Gün ola, devran döne, umut yetişe,
Dağlarının, dağlarının ardında,
Değil öyle yoksulluklar, hasretler,
Bir tek başak bile dargın kalmayacaktır,
Bir tek zeytin dalı bile yalnız…
Sıkıysa yağmasın yağmur,
Sıkıysa uykudan uyanmasın dağ.
bu yürek, ne güne vurur…
Kaçar damarlarından karanlık,
Kaçar, bir daha dönemez,
Sunar koynunda yatandan,
Hem de mutlulukla sunar
Beynimizin ışığında yeraltı.

Her mevsim daha genç, daha verimli,
Sunar, pırıl-pırıl, sebil,
Ömrünün en güzel aşk hasadını,
Elimizin hünerinde yeryüzü.
Dolu sofra, gülen anne, gülen çocuklar,
Bir’e on, bir’e yüz’le akşama gebe
Şafakla doğan işgücü.
Yalanım yok, sözüm erkek sözüdür,
Olm kitapta böylece yazılıdır,
Ol sevda, böyledir çünkü…

admin

Ahmed Arif – Unutamadığım

in Şiir

Açardın,
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil,
Açardın.
Tavşan kanı, kınalı-berrak.
Yenerdim acıları, kahpelikleri…
Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?

“To be or not to be” değil.
“Cogito ergo sum” hiç değil…
Asıl iş, anlamak kaçınılmaz’ı,
Durdurulmaz çığı
Sonsuz akımı.

İçmek,
Gözlerinde içmek ayışığını.
Varmak,
Gözlerinde varmak can tılsımına.
Gözlerin hani?

Canımın gizlisinde bir can idin ki
Kan değil sevdamız akardı geceye,
Sıktıkça cellad,
Kemendi…

Duymak,
Gözlerinde duymak üç-ağaçları
Susmak,
Gözlerinde susmak,
Ustura gibi…
Gözlerin hani?

admin

Ahmed Arif – Otuz Üç Kurşun

in Şiir

1.

Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari guvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı…

Yiğitlik inkar gelinmez
Teke-tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzuç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda…

2.

Yokuşun dibinden bir tavşan kalktı
Sırtı alacakır
Karnı sütbeyaz
Garip, ikicanlı, bir dağ tavşanı
Yüreği ağzında öyle zavallı
Tövbeye getirir insanı
Tenhaydı, tenhaydı vakitler
Kusursuz, çırılçıplak bir şafaktı

Baktı otuzüçten biri
Karnında açlığın ağır boşluğu
Saç, sakal bir karış
Yakasında bit,
Baktı kolları vurulu,
Cehennem yurekli bir yiğit,
Bir garip tavşana,
Bir gerilere.

Düştü nazlı filintası aklına,
Yastığı altında küsmüş,
Düştü, Harran ovasından getirdiği tay
Perçemi mavi boncuklu,
Alnında akıtma
Üç topuğu ak,
Eşkini hovarda, kıvrak,
Doru, seglavi kısrağı.
Nasıl uçmuşlardı Hozat önünde!

Şimdi, böyle çaresiz ve bağlı,
Böyle arkasında bir soğuk namlu
Bulunmayaydı,
Sığınabilirdi yuceltilere…
Bu dağlar, kardeş dağlar, kadrini bilir,
Evvel Allah bu eller utandırmaz adamı,
Yanan cıgaranın külünü,
Güneşlerde çatal kıvılcımlanan
Engereğin dilini,
İlk atımda uçuran
Usta elleri…

Bu gözler, bir kere bile faka basmadı
Çığ bekleyen boğazların kıyametini
Karlı, yumuşacık hıyanetini
Uçurumların,
Önceden bilen gözleri…
Çaresiz
Vurulacaktı,
Buyruk kesindi,
Gayrı gözlerini kör sürüngenler
Yüreğini leş kuşları yesindi…

3.

Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun…

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…

4.

Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden…

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına…

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…

5.

Vurun ulan,
Vurun,
Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.
Babam gözlerini verdi Urfa önünde
Üç de kardaşını
Üç nazlı selvi,
Ömrüne doymamış üç dağ parçası.
Burçlardan, tepelerden, minarelerden
Kirve, hısım, dağların çocukları
Fransız Kuşatmasına karşı koyanda

Bıyıkları yeni terlemiş daha
Benim küçük dayım Nazif
Yakışıklı,
Hafif,
İyi süvari
Vurun kardaş demiş
Namus günüdür
Ve şaha kaldırmış atını.

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…

admin

Ahmed Arif – Öyle Yıkma

in Şiir

öyle yıkma kendini
öyle mahsun, öyle garip…
nerede olursan ol
içerde, dışarda, derste, sırada,
yürü üstüne üstüne
tükür yüzüne celladın
fırsatçının, fesatçının, hayının…
dayan kitap ile
dayan iş ile
tırnak ile, diş ile
umut ile, sevda ile, düş ile
dayan rüsva etme beni!

admin

Ahmed Arif – Suskun

in Şiir

Sus, kimseler duymasın.
Duymasın ölürüm ha.
Aydım yarı gecede
Yeşil bir yağmur sonra…
Yağıyor yeşil.
En uzak, o adsız ve kimselersiz,
O yitik yıldızda duyuyor musun?
Bir stradivarius inler kendi kendine,
Yayı, reçinesi, köprüsü yeşil.
Önce bendim diyor ve sonra benim…
Ölümsüz, güzel ve çetin.
Ezgisidir dolaşan bütün evreni,
Bilinen, bilinmeyen ıssızlıkları.
Canımı, tüylerimi sarmada şimdi
Kendi rüzgarıyla vurgun…
Sarıyor yeşil.

Rüya, bütün çektiğimiz.
Rüya kahrım, rüya zindan.
Nasıl da yılları buldu,
Bir mısra boyu maceram…
Bilmezler nasıl aradık birbirimizi,
Bilmezler nasıl sevdik,
İki yitik hasret,
İki parça can.
Çatladı yüreği çakmaktaşının,
Ağıyor gök kuşaklarının serinliğinde
Çağlardır boğulmuş bir su…
Ağıyor yeşil.

Yivlerinde yeşil güller fışkırmış,
Susmuş bütün namlular…
Susmuş dağ,
Susmuş deniz.
Dünya mışıl-mışıl,
Uykular derin,
Yılan su getirir yavru serçeye,
Kısır kadın, maviş bir kız doğurmuş,
Memeleri bereketli ve serin…
Sağıyor yeşil.

Aydım yarı gecede,
Neron, çocuk kitaplarında çirkin bir surat,
Ve Sezarsa, bir ad, yıkıntılarda.
Ama hançer taşı sanki
Koca Kartaca!
Hani, kibrit suyu vermişlerdi üstüne
Bak nasıl alıyor, yiğit,
Binlerce yıl da sonra
Alıyor yeşil.

Vurur dağın doruğundan
Atmacamın çalkara,
Yalın gölgesi.
Kuş vurmaz, tavşan almaz,
Ama aç, azgın
Köpek balıklarıydı parçaladığı
Bak, Tiber saygılı, suskun.
Bak nilüfer dizisi zinciri.
Bunlar bukağısı, kolbağlarıdır,
Cihanın ilk umudu, ilk sevgilisi,
Ve ilk gerillası Spartaküs’ün.
Susuyor yeşil.

Sus, kimseler duymasın,
Duymasın, ölürüm ha.
Aymışam yarı gece,
Seni bulmuşam sonra.
Seni, kaburgamın altın parçası.
Seni, dişlerinde elma kokusu.
Bir daha hangi ana doğurur bizi?

Ruhum…
Mısra çekiyorum, haberin olsun.
Çarşıların en küçük meyhanesi bu,
Saçları yüzümde kardeş, çocuksu.
Derimizin altında o ölüm namussuzu…
Ve Ahmedin işi ilk rasgidiyor.
İlktir dost elinin hançersizliği…
Ağlıyor yeşil.

admin

Ahmed Arif – Uy Havar

in Şiir

Yangınlar,
Kahpe fakları,
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim-leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişim ben seni…

Üsküdar’dan bu yan lo kimin yurdu!
He canım…
Çiçekdağı kıtlık, kıran,
Gül açmaz, çağla dökmez.
Vurur alnım şakına
Vurur çakmaktaşı kayalarıyla
Küfrünü, Medetsiz, Munzur.
Şahmurat Suyu kan akar
Ve ben şairim.

Namus işçisiyim yani
Yürek içisi.
Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş,
Ne salkım bir bakış
Resmin çekeyim,
Ne kınsız bir rüzgar
Mısra dökeyim.
Oy sevmişem ben seni…

Ve sen daha demincek,
Yıllar da geçse demincek,
Bıçkılanmış dal gibi ayrı düştüğüm,
Ömrümün sebebi, ustam, sevgilim,
Yaran derine gitmiş,
Fitil tutmaz, bilirim.
Ama hesap dağlarladır,
Umut, dağlarla.

Düşün, uzay çağında bir ayağımız,
Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri
Düşün, olasılık, atom fiziği
Ve bizi biz eden amansız sevda,
Atıp bir kıyıya iki zamın
Yarının çocukları, gülleri için
Herbirinin ayvatüyü, çilleri için,
Koymuş postasını,
Görmüş restini.
He canım,
Sen getir üstünü.

Uy havar!
Muhammed, İsa aşkına,
Yattığın ranza aşkına,
Deeey, dağları un eder Ferhadın gürzü!
Benim de boş yanım hançer yalımı
Ve zulamda kan-ter içinde, asi,
He desem, koparacak dizginlerini
Yediveren gül kardeşi bir arzu
Oy sevmişem ben seni…

admin

Ahmed Arif – İsimsiz

in Şiir

bir mavi gül bahçesi yorganım
uyku saçlarımın meçhul şarkısı
sonra yastığımda ilk gölgen kızlık
ve ilk unutuluş hürriyet raksı

yumuşaklığında köpükten öpüşlerin
mukaddes günehlar cenneti oda
dikişsiz beyazlığında tüllerin
bir ay süzülecek buluta

ve bir mavi şarap gözlerindeki
musiki gölgelerinde yorgun
sen hep öylesine güzel sevdalım
ben sana Alahsızcasına vurgun

admin

Ahmed Arif Üzerine

in Yazın

Erken yaşlarda şiire başlamış bir şairdir Ahmed Arif. Henüz on beş yaşındayken ilk şiiri olan ‘Gözlerin’ adını verdiği çalışması, Kasım 1942’de Afyon Halkevi’nin çıkardığı ‘Taşpınar’ adlı dergide yayımlanır. İkinci şiiri de yine aynı yıl ‘Millet’ dergisinde ‘Yollarda’ adı ile. Bu şiirlerdeki dizeler on beş yaşındaki bir gencin içinde yaşadığı dünyayı tanıma serüveninin basit ve acemice bir dışavurumu niteliğindedir. ‘Gözlerin’ adlı şiirinde kullanılan ‘fecir’, ‘sükut’ gibi sözcükler o dönemin kendi şiir yazma teknikleri açısından başarıya ulaşmış usta şairlerinin; sözgelimi Cahit Sıtkı Tarancı, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şahsiyetlerin etkisi altındadır. Bu durum da kendi içinde anlaşılabilir bir niteliğe sahiptir; çünkü Ahmed Arif, o dönemlerde çok yoğun bir biçimde bu şairlerin şiirlerini okumakta ve ister istemez onların etkisine ama öyle ama böyle kapılmaktadır. Başka şairlerin şiir yazış tekniklerine bu istem dışı kapılma durumu aslında şairin kendi şiir yaşamında olumlu bir işlevi üstlenmiştir de diyebiliriz; çünkü bir şair açısından son derece önemli olan ‘özgünlük’ hali de, bu kapılma hallerinin farkına varmak ve yeni arayışlara yönelmekle başlar.

Kapılma halinin farkına varamayan şairler veya şair adayları bir süre sonra basit birer taklitçi olmaktan öteye geçemez ve nihayet evrimin acımasız gelişimince silinip giderler ki bunun sayısız örneği vardır edebiyat tarihinde. Ahmed Arif nezdinde, bu kapılma durumunu fark etmemiştir, diye bir yargıda bulunmak imkansızdır; çünkü ozan, kendisiyle yapılan bir söyleşide bu etkilenme durumunu gayet açık bir biçimde ifade etmiştir:

‘Lisede karaladığım mısralarda daha çok edebiyat öğretmenimize beğendirme çabası vardı. Yani yazdıklarımın şiir olmadığına ve gerçek şiirin bu kadar kolay yazılmaması gerektiğine inandım.'(1)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere yazılanlar karalamadan, acemilikten, başka şairlerin etkisinde kalmaktan başka bir şey değildir. Fakat yaratıcılık, yeni bir tarz yaratma, özgünlüğün ilk adımlarını atma gibi durumlar da, tam da bu apaçık gerçekliğin farkına varmakla başlar. Öyle ise Ahmed Arif, özgünlüğe, kendi olabilmeye nasıl ulaşacaktı? Şiire yeni başlamış bir şair adayının başka şairlerin etkisine kapılması doğaldı. Kaldı ki bu durum salt kendisiyle sınırlı olan bir şey de değildi: Ahmet Haşim, Fransız sembolistlerinin etkisi altındaydı. Nazım Hikmet de ilk şiirlerinde Mevlana’nın ve Divan edebiyatının etkisi altında kalmış, sonraki yıllarda da Rus şair Mayakovski’nin çekim gücüne kapılmıştı veya benzer şekilde Edip Cansever de ilk şiirlerinde Orhan Veli ve arkadaşlarının o dönem ‘Garip’ akımı olarak adlandırılan çizgisinin etkisi altında kalmış ve o yönde şiirler yazmıştı. Ama bu ve benzeri birçok şair kendi şiir yataklarını öyle veya böyle yaratabilmişlerdi. Kalıcılaşmanın, geniş kitlelere seslenebilmenin, yerel olandan evrensel olana geçişin ilk ve en önemli adımı; bir şairin ‘kendisi olarak’ kalmayı ve yeni bir şiir dili kurabilmeyi başarabilmesindedir. İşte 1942’de başlayan şiir yazma serüveninden itibaren, bu durum Ahmed Arif’in kafasını her daim meşgul etmiştir. Neyi nasıl yapmalıydı? Moda olan akımların etkisinden nasıl kurtulacaktı?

Ahmed Arif zihninden bu soruları bir an olsun çıkarmadan, Afyon’da okuduğu yatılı okuldan mezun olup 1947’de Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne kayıt yaptırır. Bir süre sonra, illegal mücadele sürdüren Türkiye Komünist Partisi’ne bağlı fakat legal mücadele yürüten Türkiye Gençler Derneği’ne üye olur. Örgütlü bir bireydir artık. Örgütlü bir yaşamın etkisiyle entelektüel dünyasında köklü dönüşümler yaşanır. Marks’ın eserlerini okumaya ve giderek dünyayı Marksist bir pencereden algılamaya, ‘hakikat’i diyalektik bir biçimde ele almaya başlar ki, bu durum yukarıda değindiğimiz soruların yanıtlarını da beraberinde getirir. O artık bir diyalektikçi, mevcut dünyanın iktidar sistemlerini devrimci bir tarzda değiştirmenin kanaatine varmış sosyalist bir kişidir.

Bir kez bu durum yaratıldıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi kendiliğinden gelecekti ve nitekim öyle de oldu. Şiir yazma pratiklerini sosyalist dünya görüşünün süzgecinden geçirerek yaratacaktı, ama bu da kolay değildi; ustalığı, emeği, saygı ve özveriyi gerektiriyordu. Belki de daha önemlisi her ne kadar devrimci sosyalist bir çizgide şiir yaratma pratiğine soyunsa da, o kulvarda da yalnız değildi: Rıfat Ilgaz, A. Kadir gibi şairler ve bunlardan daha da baskın olan, Ahmed Arif’in ‘okyanus’ diye tanımladığı, Nazım Hikmet gibi bir şahsiyet de vardı ki, bu usta şair adeta bir devasa ağaç gibi kollarını sarmıştı Türkiye edebiyatı üzerinde. Ahmed Arif, bu ağacın gölgesine sığınarak mı şiirlerini yaratacaktı? Böyle bir durum da en nihayetinde taklitçiliği, etkiye kapılmayı beraberinde getirmeyecek miydi? Ahmed Arif şiir yazmaya başladığı yıllardaki diğer akımların eleştirisini yaparken, bu soruların egemen olduğu ruh halini de şöyle anlatıyor:

‘O günler asıl yaygın moda, Orhan Veli gibi yazmaktı. Üstelik çok da kolay bir yoldu bu. Biraz yaradılış gereği, biraz da şiirin, gıdıklama, alay ve ucuz espri ile asla bağdaşmayacağına olan inancımdan, bu yola dönüp bakmadım bile. Yaradılış gereği dedim, buna yaşayış tarzı ve dünya görüşünü de katmak gerek. Orhan Veli olsun, çevresindekiler olsun, birer küçük burjuvaydılar. Hem de İstanbul burjuvası. Düşünce ve davranışları, kendilerine örnek seçtikleri Fransız şairlerinin paralelindeydi. Oysa ben doğuluydum. ‘Az gelişmiş’ değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin, aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuydum. Sömürgeci Fransız toplumunun, bohemi, serseriliği ve gerçekten kaçma çabalarını kutsayan şairleri, elbette beni ırgalamazdı…(2)

Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere Ahmed Arif, 1940 ve hemen sonrasındaki Türkiye’nin özellikle şehir merkezli edebiyat yapma biçimlerine ve onun her türden küçük burjuva karakterine karşı son derece belirgin tavırlar takınmıştır. Bu tavır alış sayesinde o akımların ve yaşam tarzlarının uydusu olmaktan kurtulabilmiştir fakat ‘kendi şiirini yaratma’ konusunda küçük burjuvaziye karşı bu belirgin tavır alış tek başına yeterli değildir, çünkü yukarıda da değindiğimiz gibi Türkiye edebiyatında olanca ağırlığıyla kendini göstermiş bir Nazım Hikmet yatağı vardı. Asıl önemli durum, şiirsel/estetik konumlanma, bu yatağa karşı belirlenecek duruşla mümkün olacaktı. Ahmed Arif, Nazım karşısında ilkin ürkmüştür; o ‘okyanus’un henüz genç ve yatağını bulamamış bir şairi kolaylıkla yutup boğabilecek kadar yoğun ve derin olduğunu bilmektedir. Temkinli davranmazsa boğulması işten bile olmayan Ahmed Arif bu duruma karşı da kendini korumalı ve her şeyden önemlisi asla ama asla umudunu yitirmemeliydi; çünkü Ahmed Arif açısından sorun Nazım Hikmet’i aşmak değil özgün olabilmeyi başarabilmekti. Nazım’a ilişkin kanılarını dile getirirken hem şaire karşı hissettiği o son derece doğal ürkme halini hem de şaire rağmen yaratmak istediği farkı şöyle ifade eder: ‘Şiire yeni başlamış devrimci bir delikanlının karşısına Nazım’ı dikerseniz, çocuk ya paniğe kapılır ve ters akımların uydusu olur yahut ezilir, kötü bir kopyacı kesilir… Elbette Nazım’ı yahut başka bir ustayı budalaca izlemekle kimse şair olamazdı. Ama Nazım’dan da, başka ustalardan da sonra şiir yazılacaktı. Yoksa Shakespeare’den sonra trajedi, Moliere’den sonra komedi yazmak gerekmezdi. Nitekim Dede Korkut, Yunus, Pir Sultan, Şeyh Galip ve Fuzuli gibi büyük ustalardan sonra da soylu şiirler yazılmıştı…’ (3)

Nazım’a ve diğer usta şairlere ilişkin bu görüşlerinden çıkan sonuç, Ahmed Arif’in taklitten kaçınmak için çok büyük bir çaba harcadığıdır. Yıllar arayış ve sorgulayış içinde yürüyüp gitmiş; şairin yerini bulma, kendi gerçek kimliğini yaratma çabası sonuçlanmış ve nihayet onca emeğin ve özverinin sonucu olarak ‘Rüstemo’ ve hemen ardından da geniş kitlelerin neredeyse dillerinden düşürmediği ‘Otuz Üç Kurşun’ adlı şiirleri yazarak sancılı bir dönemi geride bırakmıştır Ahmed Arif. Bu iki şiir, o dönemki Türkiye edebiyatının her türden küçük burjuva şiir akımına ve Nazım’dan sonra şiir yazılmaz anlayışına karşı adeta birer manifesto niteliğindedir. Ahmed Arif artık yatağını bulmuş bir şairdir ve bundan sonrası o yatakta istikrarlı bir biçimde akmaya devam etmekten ibarettir.

Buraya kadar olan kısımda Ahmed Arif’in şiirle olan ilişkisinin tarihçesini kuşbakışı da olsa ele aldık. Şimdi şiirlerinde işlediği konuları, şiir yazış tekniklerini değerlendirebiliriz.

Ahmed Arif Şiirinin Niteliği Üzerine
Rüstemo ve Otuz Üç Kurşun adlı şiirlerinden sonra Adiloş Bebe adlı şiirini yazar Ahmed Arif. Bu üç şiir, geniş kitlelere mal olur hatta öyle ki ‘Doğu Mitingleri’nde dahi kürsülerden okunmaya başlar bu şiirler. Öğrenciler kampüslerde, işçiler fabrikalarda, köylüler dağlarda, devrimciler zindanlarda bu şiirleri okur.

Bu üç şiir ile Anadolu insanının sempatisini kazanmayı başarabilmiştir Ahmed Arif. Aralıklarla yazdığı diğer şiirler ile (Yalnız Değiliz, Vay Kurban, Sevdan Beni, Uy Havar, Anadolu… gibi) bu durum daha da pekişir ve nihayet 26 Haziran 1967’de sevenlerinin beklentisi gerçeğe dönüşür ve içinde on dokuz şiirin olduğu ilk ve son kitabı ‘Hasretinden Prangalar Eskittim’ adı ile Bilgi Yayınevi tarafından basılır. Kitap su gibi satılır ve kitlelerce sahiplenilir. Haklı bir üne kavuşmuştur Ahmed Arif. Peki, Ahmed Arif’i kitle ile bu kadar çabuk bir biçimde buluşturan şey neydi? Şiirlerinde neyi nasıl anlatmıştı? Hangi kaynaklardan beslenerek şiirini ete kemiğe büründürmüştü? Şairliği ve ondan da önce devrimci karakteri ile yaşayışı arasında uyumu sağlayabilmiş miydi? Bu soruların yanıtlarını şiirlerinden yola çıkarak yanıtlamak gerekmektedir.

Nazım Hikmet, kapitalist sömürünün dizginsizce yaşandığı büyük kentlerden seslenir insana; denilebilir ki o burjuvazinin her türden gericiliğine ve zorbalığına karşı proletaryanın devrimci savaşında fabrikaları, kentlerin direnişlerle dolu meydanlarını mesken tutmuş ve şiirinin ana mekan örgüsünü bu alanlardan faydalanarak yaratmıştır. Mecazi anlamda Nazım’ın şiiri, burjuvazinin köhneleşmiş sistemine karşı onu yıkma girişiminde bulunan bir milis savaşçısının şiiridir. Ahmed Arif ise Nazım’ın tersine insana kentlerden değil ‘dağlardan’ seslenir. Onun şiirinin mekan örgüsünü de dipsiz uçurumları, sarp kayalıkları ile dağlar oluşturur. Dağın sesini kentlere kadar taşıyan derin bir çığlık gibidir adeta her mısra.

Mısralar anlam ve yoğunluk olarak dağın çığlığını, acısını, hüznünü ve umutlarını omuzlayabilecek kadar sağlam ve birbirleri ile uyumludur. Mısralar bir biri ardına muazzam bir biçimde bir nehir gibi akar; bu nehrin yatağında taşıdığı yük insanın çileli tarihinden, acı ile yaratılmış dünyasından, kapanmak bilmeyen ve bin yıllardır kanayan yaralarından izler taşır. Fakat insan burada çaresizlik içinde kıvranıp duran bir unsur değildir. Umutsuzluğa düşmesinin mümkünü yoktur insanın; çünkü nasıl ki Nazım’ın şiiri her an direnişte olan bir milisin şiiri ise, Ahmed Arif’in şiiri de doğanın acımasızlığına, zulmün ölüm kusan karanlığına karşı ‘Türkü söyleyerek çarpışan, yaralıyken de, arkadaşları için tarih özeti çıkaran, buna felsefe ve inanç katmayı ihmal etmeyen bir gerillanın şiiridir.'(4).

Felsefesi, tarih bilinci ve inancıyla yeni bir dünya uğruna savaşan bir gerilla şairidir Ahmed Arif ve bu şairin mısralarında Anadolu ve Mezopotamya insanının tarihi yaratan emeği, derin suskunluğu, kandan ve terden süzerek doğurduğu değerleri işlenir. Anadolu tarihi, şiirlerinde kendini belli eden en önemli öğeler arasındadır. Mısraların kendi arasında uyumlu bir biçimde akışını sürdürüp anlamını çoğalttığı mekan içinde, birdenbire tek bir mısra şiirin ana akış yönünü şimdiki zamanının gerçeğinden çevirip tarihe döndürür.

O tarihteki insanların yaşam mücadelelerinden, dünyaya bakış açılarından, yarattıkları sanatsal eserlerden, direnişlerden kesitler sunar; böylece şimdiki zamanın geçmiş zamana sağlam ve kalıcı halkalar ile eklemlenmesini sağlar. Bu iki zaman biçiminin diyalektik bir biçimdeki uyumu, beraberinde gelecek zamanın da sezgisini getirir. Bundandır ki umutsuzluk şiirin dokusuna işleyemez; çünkü gelecek öyle veya böyle durdurulmaz bir çığ gibi sonsuz bir biçimde akan ve onu yaratan halk kitlelerinin olacaktır. Bu kendinden menkul basit ve dogmatik bir inanç değil yukarıda da bahsettiğimiz gibi tarih ve felsefe ile bilincine varılmış bir hakikattir.

Bu durumu ‘Anadolu’ adlı şiirinde son derece net bir biçimde görebiliriz. Anadolu’nun sahip olduğu stratejik konum, topraklarının bereketliliği, üç tarafının uçsuz bucaksız denizlerle kaplı olması gibi durumlar tarih boyunca bu toprakların istila edilmesine, köylerinin, şehirlerinin yerle bir edilmesine neden olmuştur. Atlıların savaş çığlıkları ile tüm köyleri yakıp yıktığı, keskin kılıçları ile boğazları kesip toprağı kanla suladığı bu coğrafyada tarih, acı ve zulüm ile, sevda ve umut ile, direnişler ve ihanetler ile yazılmıştır. Bundandır; Ahmed Arif, Anadolu’yu tanımlarken şiirinin mekan ve tema öğeleri arasına yukarıda bahsettiğimiz bu unsurları da yerleştirmiştir.

‘Beşikler vermişim Nuh’a,
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır,
Anadolu’yum ben,
Tanıyor musun?’

Anadolu, yoksulluğundan utanır, fideleri üşür, ‘ele güne karşı çıplaktır’, harmanı artık eskisi gibi bereketli değildir ve daha da önemlisi istila güçlerinin akınları karşısında acı çekmekte, yaralanmaktadır. Kendi yarattığı ‘şairlerin, bilginlerin dünyalarında’ bir başına kalmıştır. Halbuki o çalışmaktan, birlik ve beraberlikten, sevgi ve emekten yaratmıştır dünyasını… Ama saldırmışlardır, katletmişlerdir; fakat o asla teslim olmamıştır ve direnmiştir, hep direnmiştir ve bu direncin titreşimlerini salmıştır etrafa:

‘Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım
Ne Şah, ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım…
Görüyor musun?’

Anadolu yiğittir, değerlerine saldırıldığı vakit onları kan ve can pahasına da olsa korumayı bilmiştir. Ne İskender’in fetih orduları ne de Persler’in akıncıları Anadolu’yu büsbütün ele geçirip yok edebilmiştir. Tarihini yazarken nice Köroğlu, Pir Sultan, Karayılan, Bedrettin’ler yaratmıştır… O bunun tam manasıyla bilincindedir ve bu bilinç durumu onu umutsuz olmaktan kurtarmıştır.

Dikkat edilecek olursa şiirin zaman unsuru mekan içinde son derece belirgindir; Havva Ana’nın dahi öncesinden başlayan bir tarihçesi vardır Anadolu’nun. Anadolu insanı ve bu topraklar, tarihin en eski zamanlarından süzülüp gelir; mısralar onların öyküsünü ileriye doğru taşımakta zorlanmaz. Nihayet şiirin sonlarına doğru geçmişin şimdiki zamanla olan ilişkisi, teslimiyete karşı direniş, yaratılan değerlerden ödün vermeye karşı onları ölümler ve acılar pahasına savunma ile kendi gerçek anlamını tamamlar. Bu tamamlayışta direnme unsuru önemli bir görev üstlenmiştir; direnmek sevda ile, diş ve tırnak ile, acı ve gözyaşı ile direnmek… Çünkü bir başka dünya doğar direnişten.

Acıdan, yaralardan… Doğdukça çoğalır, genişler ve her yana yayılır. Ta ki zulmün kaleleri bir bir yıkılana değin sürer bu çoğalma hali. Zulmün kalelerinin yıkılışı bir tür ‘karşı konulamaz’lık ile kendi öz anlamına kavuşur. Gerisi insanın bu karşı konulmazlık haline karşı ‘tarafını’ netleştirmesinden ibarettir. Çünkü tarih ilerlemekte, çağlar açılıp kapanmakta, nice hükümdarın kanlı tacı kentlerin meydanlarında yuvarlanmaktadır; hakikat kendini, şairin ifadesi ile ‘dayatmaktadır’. Ve asıl belirleyici olan egemenlerin zulüm ve despotluklarına karşı, onların yarattıkları ve insanı köleleştirmekten, boyun eğmeye zorlamaktan başka bir işlevi olmayan her türden köhne ve yoz uygulamalarına karşı; geniş yığınların kendi öz hakikatlerini yaratmaları ve bu hakikati ama öyle ama böyle dayatmalarıdır. Devrimci duruş bunu gerektirmektedir. Zulmün ve zorbalığın ‘nesnel hakikat iddiasına karşı’ onu alaşağı edebilecek bir duruş, bir tür radikal kopuş ve bunların sonucu yaratılan bir tür ‘devrimci hakikat iddiası’ gerekmektedir ve bu iddia çok eski zamanlardan beri yaratılmış ve halen de yaratılmaya devam etmektedir. Bu yüzden şiirin son dizeleri umutsuzluğu bir bıçak gibi kesip atıp onca acıdan sıyrılarak geleceğe yönelir:

‘Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Her biri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim.
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?’

Görüldüğü gibi şiirin zamanlar arası geçişi ve yeniden inşası son derece içli mısralar aracılığıyla estetik bir tat bırakarak, gerçek amacına ulaşır. Anadolu kendi insanına seslenişini inanç ve umut ile tamamlar ve en son olarak da gözlerinden öper o insanın. Sorulan soruya Anadolu insanının verdiği yanıt ‘evet’tir. İnsan, yaşadığı toprakların ondan istediğini anlamıştır; o umudun taşıyıcısı ve yaratıcısıdır. Anadolu’nun ‘her biri cihan parçası’ olan ve binlerce yıllık hasretinden yarattığı binlerce kızı ve oğlu vardır. Bu çocuklar gelecektedir ve Anadolu şimdinin insanından onlar adına dahi olsa mücadele etmesi yönünde istekte bulunur ki, bu istek var olmak ve gelişmek, hürriyeti yakalamak ve yaşamak adına olduğundan, son derece anlaşılırdır.

Ahmed Arif’in Anadolu şiirinde olsun, ‘Otuz Üç Kurşun, Kalbim Dinamit Kuyusu, Rüstemo, Vay Kurban, Bu Zindan, Bu Kırgın, Bu Can Pazarı…’ gibi şiirlerinde olsun umutsuzluğa hiçbir surette yer verilmez. Bu durumun nedeni Ahmed Arif’in devrimci kişiliği ve sanat anlayışıdır. Yukarıda sorduğumuz bir sorunun yanıtı da buradadır, yani Ahmed Arif’in şiirleri ile yaşamı tam bir uyum içindedir. Bu anlamda da ender bir şairdir; yazdıklarını hisseden ve yaşayan bir şairdir, namuslu, dürüst ve çalışkan ve sonsuz umutlu. Geleceğe ve insana dair daima umutlu olmasını şöyle ifade ediyor Ahmed Arif:

‘Umutsuzluğa düşmek ise bir devrimciye yasaktır. Cellat elinde işkencede ölüme bir soluk kalmışken bile. Yalnız yasak değil ayıptır da. Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bu bir kural, bir ilkedir bu. Namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur.'(5) Görüldüğü gibi şairin dünyaya bakışı ile şiirleri arasında tam bir uyum bulunmaktadır.

Ahmed Arif’in şiirlerindeki mısralar imge yapısı olarak son derece güçlüdür; imgeler arası iç içe geçiş ve bu yolla anlam düzleminin tek boyuttan çok boyutluluğa niteliksel sıçraması estetik ölçülerin sınırlarını zorlayarak gerçekleşir. Halk kültüründen gıdasını alan söyleyiş tarzları, denilebilir ki ağıtlardan, türkülerden, masallar ve efsanelerden beslenerek modern bir destan havasına bürünür. Şiirlerdeki bu destansı söyleyiş tarzı Ahmed Arif’in kendi özgünlüğünü yaratabilmesinin işaretidir. Yerel olandan evrensel olana geçiş, yüklü mısralar aracılığı ile sağlanır; böylece şiirin etki alanı genişler. Mısralar kimi zaman ‘Kolsuz, yarı çıplak Venüs’ heykeline kimi zaman ‘Prometheus’u yakan kara sevdanın’ ateşine girip çıkarak; kimi zamansa ‘Urfa’da kurşun atan’a, ‘Spartaküs’ün gerillasına’ değinerek bütünlüğe ulaşıverir. Tüm bu geçişlerde ve değinmelerde, şair taraflığını yitirmez; tersine korur. Hoyrat bir duruşu vardır mısraların ve bu anlamda epik bir özellik taşır Ahmed Arif’in şiirleri. Fakat mısraları salt epik öğeler içinde bırakarak da güdükleştirmez, onları içsel lirizmin kendine özgü titreşimleri ile sarıp sarmalayarak yeni biçimler altında sunabilmeyi başarır. Epik ve lirik söyleyiş tarzını diyalektik olarak anlamlı bir biçimde yeniden kurup uzlaştırır. Bu tarz tekniklere, Ahmed Arif’i diğer şairlerden ayıran en önemli özelliklerdir diyebiliriz.

Ahmed Arif’in şiirlerindeki mısralar, yukarıda da değindiğimiz gibi son derece yoğun bir içeriğe sahip olduğundan, Ahmed Arif için, şiirlerinde salt şu veya bu konuları işlemiştir, tarzında bir genellemede bulunmak çok güçtür. Fakat kabaca da olsa şiirlerinin teması üzerine eğilmeyeceğimiz anlamına gelmemektedir bu durum. Kitabındaki on dokuz şiirde belirgin olan temalar ve bu temalara eklemlenmiş alt izlekler genelde insan ve doğa sevgisi, yurtseverlik, yiğitlik, aşk ve umut, bilgelik ve değişime dair inanç gibi damarlardan oluşmaktadır. Tüm bu damarlar en son aşamada öyle veya böyle devrimcilik damarında kesişip bu damara kan taşıyan unsurlar haline gelirler.

Ahmed Arif’in şiiri üzerine çok şey söylenip yazılabilir; fakat biliyoruz ki bu yazı açısından Ahmed Arif gibi bir devrimci şairi tüm yönleri ile ele almak neredeyse imkansızdır. İsmi kuşaklar boyunca anılacak olan bir şair için de bu durum aslında doğal olandır. Her mısrasında insana ve onun yarattığı değerlere sonsuz bir saygı ile yaklaşan bir halk ozanıdır Ahmed Arif.

Mısralarında kullandığı sözcükler dahi insanımızın çok eski zamanlardan beri kullanageldiği sözcüklerdir. Sözgelimi ‘kada, afat, üryan, pusat, dulda, olanca…’ gibi sözcükleri, halkımız diğer usta ozanlarından da defalarca dinlemiştir. Bu ve bunun gibi yüzlerce sözcüğün kullanıldığı mısralar, kuşkusuz ki geçmişin tekrarı değildir; Ahmed Arif tarafından yeniden yaratılmış ve halkın huzuruna çıkmış sözcüklerle bezelidir. Halkın yaralarından doğmuştur bu mısraları oluşturan sözcükler ve tekrar halkın yaralarını sarmak için ona döner. Ahmed Arif’in şiirini kurarken gıdasını aldığı kaynak ‘halkın bitip tükenmek bilmeyen toprağı’ndan başkası değildir.

Yüreği insan için çarpan bir şairin mısraları öyle veya böyle her türden engellemeye karşı insana ulaşacaktı ve nitekim dizeleri halka ulaştı; onun toplumsal ve bireysel belleğine kazındı. Öyle ki mısralar kent kent, köy köy dolaştı.

Gerilla mavzerlerinin kabzalarına kazındı ‘Beni baskınlar götürür/ Gerillanın şah damarı halkıma’ dediği dizeleri. Cellatların vahşet saçan pençeleri arasında, işkence tezgahlarında söylendi ‘Vurun ulan vurun!/ Ben kolay ölmem/ Ocakta küllenmiş közüm/Karnımda sözüm var halden bilene’ mısraları. Bir devrimcinin olancası sadeliğinden dökülür mısralar, birbiri ardına, upuzun ve güzel… Devrimci bir şair olmasından ötürü zindanlara atıldı Ahmed Arif, Sansaryan Hanı’nın kör hücrelerinde aylarca tecrit altında tutuldu; fakat asla taviz vermedi değerlerinden. Bir devrimci olarak yaşadı hayatı. İlkeleri, kuralları ve ahlakı olan bir devrimci olarak… Bu yönüyle de yalnız edebiyat alanında değil; dünyaya müdahale etmek isteyen devrimcilerin hayatlarında da bir örnek olabilmeyi başarabilmiştir Ahmed Arif.

2 Haziran 1991’de kaybettik şairimizi. Haziran çok şeyi koparıp götürdü bizden, Nazım Hikmet’i, Ahmed Arif’i, Orhan Kemal’i… Fakat gerçek olan şudur ki her ne kadar bu insanlarımızın kaybı yüreğimize keskin acılar salsa da, Anadolu kendi şairlerini ve devrimcilerini yaratmaya devam edecektir.

Kaynakça:
1) Ahmed Arif, Ankara Birliği Dergisi, Mart 1970
2-3 ) A.g.e
4) Cemal Süreya, Papirüs-Ocak 1969
5) Ahmed Arif, Umutsuzluk Yasak, Ankara Birliği Dergisi, Mart 1970

(Cemal Kanayazan)

admin

Ahmed Arif Üzerine

in Yazın

“Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabıyla şiir dünyamızda eşsiz bir yeri olan Ahmed Arif’in onuncu ölüm yıldönümü (2 Haziran) geride kaldı. Geride kalmayan, onun şiiri, “zaman”dan bağımsız, sanki bin yıl önce yazılmış, sanki bugün yazılmış gibi canlı, güçlü şiiri.. “Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabı ilk kez 1968’de yayımlandı (Cem Yayınevi). Ölümünden önce 28. baskısı, bir o kadar da korsan baskısı vardı…
 

Bu kitabın içindeki 20 şiir, benim için hep bir bütündü. Bir destandı. Doğu Anadolu’nun, Doğu Anadolu İnsanının, hem doğanın hem yörenin doğasının destanı… Ahmed Arif’in kendi yaşadıklarından, gözlemlerinden, ama aynı zamanda zengin halk şiirinden, türkülerden, destanlardan, halk deyişlerinden beslenen bir şiir… Çetin, amansız, yiğit, cehennem yürekli, kuş yürekli, çatal yürekli, narin, sert, filinta, duru su gibi yalın, gürül gürül çağlayarak akan, ezikliğine, horlanmışlığına, zulme karşı, umutla direnen ve direnmeye çağıran sevdalı mı sevdalı bir şiir..

Çocukluğun izleri

Kendini “Ve ben şairim / Namus işçisiyim yani / Yürekişçisi” diye tanımlayan Ahmed Arif, Diyarbakırlıydı (Doğumu 1927). İlkokulu Siverek’te okudu… Babası Arif Hikmet Bey nahiye müdürüydü ve sürekli eşkıya takibindeydi. Sonra Diyarbakır ve Urfa’da ortaokul. Baba, Harran’da kaymakamdır. Türkülerle, seslerle, rüzgara tutulmuş renklerle, birbiriyle yarışan atlarla, geçit törenleri, bayramlarla, düğünlerle, aşiret kavgaları, kan davaları, eşkıya olaylarıyla atbaşı giden bir çocukluk..

O günlerden kaldı:

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına…

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki…

Afyon Lisesi’ni bitirdiğinde şiir yazıyordu… Sene, 1940 ya da 41. “Seçme Şiir Demeti” dergisinde bir şiiri yayımlandığında, (hem de Neyzen Tevfık’in şiiriyle aynı sayfada!) ve de karşılığında on lira aldığında dünyalar onun oldu. “Şiirden para geldi mi çok işe yarardı. Ekmek almaya yarardı. Yatılıydım ve ekmek karneyleydi.’

Sonra askerlik, İstanbul’da. Sonra Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü, Ankara’da… İlk tutuklanması 1948’de. “Palmiro” adlı bir şiiri yüzünden. Tam da Dışişleri Bakanlığı’nın açtığı sınavı kazanmış, dışarı yollanacakken… Serbest kaldığında Danıştaya başvurdu. Merkez Bankasında bir iş verdiler. Hem çalışıyor hem okuyordu

Zulüm ve sevda

Derken “Büyük Av”. 1951’de bir gecede “solcular”ı toplayıverdiler…Sonra zulüm, sonra işkence, yine işkence, yine işkence…

”Para toplayıp koministlere dağıttığıma dair benden imza istiyorlardı. Ben de vermiyordum… Hiç unutmam, Fethi Olcay savcıydı, beraatimi istedi, ‘Ülke çocuklarına böyle davranılmaz’ diyordu… Nelerden yargılanmıyordum ki, Amerika’ya küfretmekten bile…”

(Bu yazıda kullandığım, Ahmed Arif’ in sözleri, kendisiyle 1988 sonunda yaptığım çok geniş bir röportajdan. ”Dostuna yarasını gösterir gibi” bir sohbetten… Yaşadığı baskıyı, zulmü, işkenceyi ve hapisten çıktıktan sonra bunların bıraktığı izleri konuşmamaya sonsuz özen gösteriyordu. Zulmü, acıyı, işkenceyi, baskıyı ben onun yüzünde, gözlerinde okuyordum. İstemeden de olsa bu konu açıldığında, hemen ekliyordu: ”işkence gören tüm çocuklardan özür dilerim.

Toplam 38 ay yattı hapiste. ”Ama önemli değil” diye geçiştirmeye çalışacak ve ”Sabıkalı değildim” diye ekleyecekti. O günlerden kaldı ”Unutamadığım” şiiri.

Açardın,
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil,
Açardın.
Tavşan kanı, kınalı – berrak.
Yenerdim acıları, kahpelikleri…

Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı
Gözlerin hani?

“To be or not to be” değil.
“Cogito ergo sum” hiç değil…
Asıl iş, anlamak kaçınılmaz’ı,
Durdurulmaz çığı
Sonsuz akımı.

İçmek,
Gözlerinde içmek ayışığını.
Varmak,
Gözlerinde varmak can tılsımına.
Gözlerin hani?

Canımın gizlisinde bir can idin ki
Kan değil sevdamız akardı geceye,
Sıktıkça cellad,
Kemendi…

Duymak,
Gözlerinde duymak üç – ağaçları
Susmak,
Gözlerinde susmak,
Ustura gibi…
Gözlerin hani?

Ve o günlerden kaldı:

Terketmedi sevdan beni,
Aç kaldım, susuz kaldım,
Hayın, karanlıktı gece,
Can garip, can suskun,
Can paramparça…
Ve ellerin, kelepçede,
Tütünsüz, uykusuz kaldım,
Terketmedi sevdan beni..

”Hasretinden Prangalar Eskittim” kitabındaki her şiirinde, Ahmed Arif’in zulme, işkenceye karşı sevdayı büyüterek direndiğine tanık oluyoruz. Sevgiliye duyulan hasretle, daha adil bir toplum düzenine duyduğu özlemi bütünler bu şiirlerde.

Hapisten çıktığında işe almadılar. ”Hangi işe girsem, polisler peşimdeydi, beni kovduruyorlardı…

Sevdanın coğrafyası

”Üsküdar’dan bu yana lo kimin yurdu / He canım…” diye kükreyen Ahmed Arif, Anadolu aşığıdır. Şiirinde vatanın coğrafyasını çizerken, aynı zamanda sevdanın coğrafyasını da çizer.

‘Toros, Anti-Toros ve Asi Fırat / Tütün, pamuk, buğday ovaları ve çeltikler” …”Hamavrat Suyu, Dicle, Mengene Dağı, Harran Ovası, Hozat, Diyarbekir Kalesi”… ”Munzur, Şahmurat Suyu”… ”Karacadağ, Zozan”… Ve elbet Çukurova..

Dostuna yarasını gösterir gibi
Bir salkım söğüde su verir gibi
Öyle içten
Öyle derin
Türkü söylemek
Küfretmek,
Çukurova yiğidine mahsustur.

Anadolu insanının acılarını ve sevinçlerini, gücünü ve güçsüzlüğünü, emeğini ve alın terini, korkularını ve umutlarını öylesine yoğun yaşar ki nerede olursa olsun asla yalnız değildir:

Bir ufka vardık ki artık
Yalnız değiliz sevgilim.
Gerçi gece uzun,
Gece karanlık
Ama bütün korkulardan uzak.
Bir sevdadır böylesine yaşamak,
Tek başına
Ölüme bir soluk kala,
Tek başına
Zindanda yatarken bile,
Asla yalnız kalmamak.

Şafakları ben balığa çıkarım
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgahlarda paydosa giden
Bir bahar akşamı dünyada.
Ben dört duvar arasında değilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadağ, Çukurova ve Cibalide.

Zehirli kör yılanları
Ve sıtmasıyla
Gün yirmidört saat insan avında
Karacadağda çeltikler.
Bir kız çocuğunun gözyaşı gibi
– Ayak bileklerinde bir dizi boncuk,
Sol omzunda nazarlık,
Dağ başında unutulmuş üşümüş,
Minicik bir aşiret kızının –
Damla-damla, berrak olur pirinci.
Kamyonlarla, katır kervanlarıyla
Beyler sofrasına gider…

Çukurovam,
Kundağımız, kefen bezimiz
Kanı esmer, yüzü ak.
Sıcağında sabır taşları çatlar,
Çatlamaz ırgadın yüreği.
Dilerse buluttan ak,
Köpükten yumuşak verir pamuğu.
Külhan, kavgacıdır delikanlısı,
Ünlü mahpusanelerinde Anadolumun
En çok Çukurovalılar mahpustur,
Dostuna yarasını gösterir gibi,
Bir salkım söğüde su verir gibi,
Öyle içten
Öyle derin,
Türkü söylemek, küfretmek,
Çukurova yiğidine mahsustur…

Tütünü bilir misin?
“Kız saçı” demiş zeybekler,
Su içmez her damardan,
Yerini kolay beğenmez,
Üşür
Naz eder,
Darılır
İki parmak arasında kıyılmış,
Bir parçası var kalbimin
İncecik, ak kağıtlara sarılır,
Dar vakit yanar da verir kendini.
Dostun susan dudağına…

Sokaklardan,
Kıyılardan,
Gök mavisinden,
Ekmeğinden,
Canevinden ayrı düşmeye
Yani bütün hasretlerin kahrına
Ve zehrine çaresiz kalmaların,
İlk nefesi Hızır gibi yetişir
Cibalide sarılan cıgaranın…

Tütün isçileri yoksul,
Tütün işçileri yorgun,
Ama yiğit
Pırıl – pırıl namuslu.
Namı gitmiş deryaların ardına
Vatanımın bir umudu…

‘‘Dört yanım puşt zulası” der, ”Şifre buyurmuş bir paşa / Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız” der… Ve Anadolu’yla, Anadolu insanıyla bütünleşen Ahmed Arif sorar: ”Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır / Anadolu’yum ben / Tanıyor musun?”

Son konuşmamızda ”Şiir, bana sevinç, mutluluk vermiyor. İçinde boğulacağım acılar veriyor…” demişti. “Ama eğer şiirlerim, düşünceler ve yürekler arasında bir ilişki, bir bağ kuruyorsa, o zaman mutlu oluyorum” diye eklemişti.

Evet onun şiiri hala bu ilişkiyi, bu bağı kuruyor. Çünkü ülkemde özlem, hasret eskimiyor, zulüm ve işkence eksilmiyor, prangalar eskimiyor.

(Zeynep Oral, Cumhuriyet, 7 Haziran 2001)

admin

Ahmed Arif – Merhaba

in Şiir
Gün açar,
Karın verir yağmurlu toprak.
İncesu Deresi, merhaba.
Saçakta serçeler daha çılgındır,
Bulutlarda kartal,
Daha çalımlı.
Koparır göğsünden bir düğme daha,
Tezkere bekliyen biri.
İncesu Deresi, merhaba.

Genç bayraklar vardır,
Barış düşünür,
Kuyularda işçi, mavilikleri.
Ben hepsini düşünürüm,
Yirmidört saat
Ve seni düşünürüm,
Karanlık,hırslı…
Seni, cihanların aziz meyvası.
İlan-ı aşk makamından bir mısra,
Yeşerip, kımıldar içimde,
Düşer aklıma gözlerin…

Oysa murad alamam.
Oysa akdan – karadan
Bilirim, payım bu kadar…
Unutmuş gülmeyi gözbebeklerim.
Unutmuş dudaklarım öpmeyi.
İncesu Deresi, merhaba…

admin

Ahmed Arif – Rüstemo

in Şiir

Modan yaylasına eşkin almadan
Maktela üzerinde sağımız
Karbeyaz Çermik Dağları
Solumuz kan kırmızısı Fırat’tır
Dört mevsim yeşildir orman
Ve toprak çetin
Baharları aşiretler iner Dersim üstünden
Sürü otlatır.
Odunda
Kömürde
Pamukta
Gönlü bir akarsu gibi alıp götüren
Irzdan ve ekmekten yana
Bir kara sevdadır
Yeşil murattır
Ve bundan ötürü tutmuş dağları
Ve almış yürümüş sulardan öte
Kıl çadırlarda maceramız
Yasak bundan böyle zulüm;
Ve öşür
Ve haraç
Ve angarya
Ve katil
Ve şirkat
Ve talan
Ve küfür kıza kısrağa
Yasaktır, emreder Dağlar Paşası
Elinde, affetmez Fransız üçlüsü…

Gayrı malumunuz olsun halım
Hayrola encam
Malum ola
Ayan beyan
Dosta ve düşmana serencam

Önce şeyhulislam fetva buyurur
Katlim dört mezhepte vacip görülür
Sonra saray ferman eyler
Ve kaltak vurulur ordugahlarda
Dar vakit yetiştin tatar ağası
Bir elimde kana batmış hamaylim
Bir elim derman eyler
Dostooo
Buncasına kavga demezem
Kızanlar idman eyler
Hele sarılmasın dört bir yanımız
Tamam cümle dağlar mevzi almıştır
Ve yatmış pusuya patikalar

Salavat getirir dağ dağ taburlar
Narlı bahçe üzre kanlı bir akşam
Gelen elçi değil
Azrail olsun
Anam avradım olsun kaçarsam.

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Küskün Kahvenin Türküsü
  • Basit Bir Olay
  • Dördüncü Protokol
  • Kırmızı Han (La Comédie Humaine #82)
  • Şeytan
  • The Death of Ivan Ilyich

Site istatistikleri

  • 2
  • 202
  • 178
  • 7.741.516
  • 3.070.885

Etiketler

Vladimir Mayakovsky Memet Fuat Faruk Nafiz Çamlıbel Aziz Nesin Goethe Lale Müldür A. Kadir Ülkü Tamer Tove Ditlevsen Neşe Yaşın Paul Eluard Fang Vei Teh Behçet Necatigil Zafer Ekin Karabay Metin Eloğlu Ataol Behramoğlu Nazım Hikmet Feyzi Halıcı Orhan Kemal Akgün Akova Berin Taşan Miguel Hernandez Cemal Süreya Sinan Kukul Refik Durbaş Birhan Keskin Halim Şefik Güzelson Blas De Otero Oğuz Atay Cahit Zarifoğlu Resul Rıza Füruğ Ferruhzad İsmet Özel Salah Birsel Vasko Popa Adnan Yücel Nicolae Dragos Cahit Külebi Asaf Halet Çelebi Nahit Ulvi Akgün Philippe Soupault Barış Pirhasan Gülseli İnal Louis Macneice Mehmet Başaran Şükran Kurdakul Ahmet Muhip Dranas Kutsiye Bozoklar Sezai Karakoç Liana Daskalova Süleyman Çobanoğlu Cengiz Bektaş Peter Abrahams Abdülkadir Budak A. Hicri İzgören Celal Sılay Attila İlhan Haydar Ergülen Sandor Forbath Abdülkadir Bulut Şükrü Erbaş Yannis Ritsos Can Yücel Conrad Aiken Sait Faik Abasıyanık Konstantinos Kavafis Ozan Telli Vecihi Timuroğlu Metin Altıok İbrahim Karaca Ece Ayhan Fazıl Hüsnü Dağlarca Kerim Korcan Özdemir Asaf Nikola Vaptsarov Arif Damar Necati Cumalı Jesus Lopez Pacheco Yılmaz Odabaşı Hasan Basri Alp Ahmed Arif Suat Taşer Özge Dirik Fakir Baykurt Ömer Bedrettin Uşaklı Vedat Türkali Edip Cansever Turgay Fişekçi Sennur Sezer Altay Öktem Adnan Özer İlhan Berk Bertolt Brecht Müştak Erenus Cevdet Kudret Süleyman Nesip Enis Batur Adalet Ağaoğlu Seyhan Erözçelik Metin Demirtaş Ahmet Necdet Oruç Aruoba Oktay Rifat Konstantin Simanov Afşar Timuçin Nihat Behram Kostas Kleanthis Bekir Yıldız Yi Men Gülten Akın Ahmet Telli Orhan Veli Kanık Cahit Sıtkı Tarancı Hasan Hüseyin Korkmazgil Bedri Rahmi Eyüboğlu Enver Gökçe Ingeborg Bachmann Murathan Mungan Hasan İzzettin Dinamo Bejan Matur Behçet Kemal Çağlar Turgut Uyar Eugene Guillevic Orhan Murat Arıburnu Mehmet Yaşin Ziya Osman Saba Heinz Kahlau E. E. Cummings Talip Apaydın Sabahattin Kudret Aksal Rıfat Ilgaz Yaşar Miraç Cevat Şakir Kabaağaçlı Özdemir İnce Oktay Taftalı Suat Derviş Erdal Öz Ercüment Behzat Lav Yaşar Kemal Kenneth Rexroth Hilmi Yavuz Louise Gareau Des Bois Yorgo Seferis İsmail Uyaroğlu Sabri Altınel İlhami Bekir Tez Sun Yu-T'ang Mehmed Kemal Kemal Özer Arkadaş Z. Özger Kahraman Altun Jose Marti Ümit Yaşar Oğuzcan Federico Garcia Lorca Suat Vardal Kemal Burkay Ahmet Erhan Erdal Alova Dido Sotiriou Sabahattin Ali Ahmet Ada Sandor Petöfi Kemalettin Kamu Pablo Neruda Asım Bezirci Gabriel Celaya Ahmet Oktay Özkan Mert Hasan Biber Cahit Irgat Fethi Giray Türkan İldeniz Behçet Aysan Melih Cevdet Anday Tevfik El Zeyyad Bilgin Adalı Vyaçeslav Ivanov Yaşar Nabi Nayır Yılmaz Güney Günter Kunert
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Sayfanın başına dön