Necati Cumalı – Kaybolan
Erkek kapıyı açtıktan sonra geri çekildi. Geçmesi için karısına yol verdi.Ellerinde küçük yol çantaları, bavullarıyla eve girdiler.
Bir tuhaftı evin içi. On gündür insansız kaldığını belli eden bir hava, bir yabancılık kokusu sinmişti her köşesine.
-Şu hale bak, dedi. Dört bir yan toza bulanmış. Ev bu durumdayken imkanı yok rahat edemem. Hemen kolları sıvamam gerek.Erkek salondan yemek odasına geçti. Odanın pancurlarını açarken karşılık verdi:
-Gelir gelmez iş çıkarma başına Allahaşkına. Bir nefes alalım da sonra.
Kadın pardesüsünü çıkarıp astı. Sobayı yakmak için hazırlığa başladı.
-Ev berbat olmuş! İyi ki döndük! Beş gün daha kalsak kimbilir ne duruma gelirdi?..
Erkek yöresine baktı bir daha. Bu ev, tertemiz, sıcacık, pırıl pırıldı her ansıyışında. Şimdi ise, bu durumuyla bütün eşyaları çok eski bir zamandan kalmış gibi yabancı, anlamsız, soğuk geliyordu ona.
Karısı bir sepet odunla geldi:
-Ben bayağı yadırgadım evi! Sen?
Yardım için karısına yaklaştı:
-Ben de. Sanki hiç oturmamış gibiyiz burada…
Az sonra sobanın yakılması, salonun, yemek odasının, mutfağın pancurlarının, perdelerinin açılması bitti. Günlük yaşayışlarının yıllardır alışık oldukları ışığı kapladı evin içini. Sobanın çıtırtıları başladı.
Erkek:
-Akşamı düşündün mü? dedi. Ne yiyeceğiz?
Kadın:
-Bilmem ki? dedi. Hiçbir şey yok evde! Bir şeyler al gel istersen.
-Ne alayım? Söyle de ona göre. Bilirsin çarşı işine pek aklım ermez.
Kadın, mutfaktan alıp geldiği fileyi erkeğin eline tutuşturdu:
-Mutfak bomboş. Bu saatte ne bulursan al. Pirzola, ekmek, peynir, yumurta, marul, limon, ne bulursan al işte. Fileyi doldur. Ben de evi toplayayım. Sen yokken daha iyi çalışırım.
Erkek elinde file çıktı. Kadın çarçabuk temizliğe girişti onun ardından. Salonun, yemek odasının tozunu aldı. Süpürdü. Mutfağın fayanslarını sildi. Çantaları açıp kirlileri ayırdı.
Erkek bir saate yakın bir süre sonra, güneşin kavuşmasına yakın döndü. Fileyi, aldıklarını mutfaktaki masanın üstüne bıraktı. Kadın geldi. Fileyi boşaltmaya, gelen paketleri açmaya başladı. Pirzolayı, peyniri, limonları, yumurtaları, derken pirzola paketine benzer başka bir paketi ayırdı. Eliyle yokladı. Burnuna götürdü:
-Bu ne?
Erkek:
-O mu? dedi yaklaşarak. Ciğer aldım. Kediye.
Kadın paketi masaya bıraktı:
-İyi düşünmüşsün.
-Nerelerde?
-Ayvaz mı?
-Ayvaz tabii!
-Çıkar gelir herhalde.
Erkek mutfak penceresinden yan yan dışarı baktı:
-Hiç mi görünmedi?
-Görünmedi.
Adam bu sefer mutfağın bahçeye açılan kapısını açık bıraktı. Seslendi:
-Ayvaz! Ayvaz, gel, pisi pisi…
Bahçeyi seslene seslene dolandıktan sonra mutfağa döndü. Öteberiyi dolaba yerleştiren karısının yanında durdu:
-Merak etmiyor musun?
-Etmez olur muyum? Ediyorum ama, bu mevsim onların hovardalık mevsimi. Evde durmazlar pek. Gelir nerdeyse, diyorum.
Adam, gözleri mutfak penceresinden dışarıda, mırıldandı:
-Tuhaf! Her gelişimizde, sinemadan, gezintiden dönüşümüzde kapıda ayaklarımıza dolanırdı. Böyle görünmeyişi tuhaf gelmiyor mu sana?
Kadın marulları yıkamak için musluğa yaklaştı:
-Tuhaf olmasına tuhaf tabii! Ayvaz hiç gecikmezdi. Ama on gündür hayvan yalnız. Elbet bir başının çaresine bakmıştır. Benim nerelerdeyse çıkar gelir gibime geliyor…
Adam karısına döndü yine:
-Biliyor musun? Hiç iyi yapmadık hayvanı öyle ortada bırakıvermekle. Hiç değilse komşulara emanet edecektik. On gündür hep sana soracaktım. Canın sıkılmasın diye anmadım. Başına bir şey gelmesin hayvanın?
-On günde ne gelecek başına? Bir yerlerde takılmıştır herhalde. Şimdi neredeyse çıkar gelir…
Adam sıkkın, somurttu:
-Gelecek olsa gelirdi! Nafile! Bana gelmez gibi geliyor…
Kadın ortadan yarıya böldü iki marulu, yapraklarını aralayarak, musluğun altında iyice yıkadı. Büyük bir tencereyi suyla doldurup marulları içine bastırdı. Tencereyi kaldırdı. Kocasına döndü:
-Kocaman çocuksun sen! Hep üzüntü ararsın.
Sonra da kocasını elinden tutup mutfaktan dışarı çıkardı:
-Hadi, yardım et de bavulları yukarı çıkaralım. Bu patırtı kalksın.
Salondan üst kata çıkan merdiven başında duran iki bavulu erkek, küçük iki yol çantasını da karısı aldı. Yatak odasına çıkarıp, elbise dolabının önünde yere bıraktılar. Adam karyolanın kenarına ilişip oturdu. Kadın pencerenin perdelerini açtıktan sonra kocasına döndü:
-Oh! Nasıl özlemişim odamızı!
Gün kavuşmuştu artık. Odanın içi alacakaranlıktı. Kocası susuyordu. Gelip kocasının yanına oturdu. Elini omuzuna koydu:
-Sen özlemedin mi? Söylesene!
-Özledim elbette!
Kadın konuyu değiştirdi:
-Kimseyi gördün mü dışarıda?
-Suat’a rastladım.
-Nasıllarmış?
-İyilermiş. Yorgun değilseniz akşama yemeğe bize gelin, dedi. Karısı çok özlemiş seni.
-Ne dedin?
-Sen istersen gideriz, dedim.
-Gidelim mi?
-Bilmem?
Kadın kalktı. Derin bir soluk alarak gerindi.
-Öyle yorgunum ki! Gitsek, sofra gürültüsünden kurtulurum. Ama şimdi sokağa çıkmak da ayrı dert!
Sokağın ışıkları yandı o sırada. Erkek de kalktı. Pencereye yaklaştı. Kadın elektriği açtıktan sonra pencere önüne geldi. Perdeleri kapadı. Hala pencerenin kenarından sokağa bakan kocasının başını çenesinden tutarak kendine doğru çevirdi. Ellerini alıp, kendi beline doladı. Adamın göğsüne iyice sokuldu.
-Biliyor musun? dedi, tatlı bir sesle, bir haftadır çok yorulduk. Bittim akrabadan akrabaya, tanıdıktan tanıdığa koşmaktan!.. Şu saati öyle özlemiştim ki! N’ olursun üzme kendini…
Sarmaş dolaş, öylece bir iki adım atıp yatağın kenarına iliştiler yine.
-Canım iyice sıkıldı şu Ayvaz’ın gelmeyişine!
-Hadi unut onu artık! Nasıl olsa gelir. Bir şey olmamıştır merak etme. Kediler yedi canlı derler.
Adam karısının saçlarını okşuyordu yavaş yavaş.
-Sanmam! Gelse gelirdi…
Kadın, kocasının dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Gözleri ışıl ışıldı:
-Canım, dedi. Ne iyisin!
Daha uzun bir öpüşü denediler. Sonra birbirinin yüzüne bakakaldılar bir süre. Kadın toplanan etekliğini eliyle düzelterek kalktı:
-Suat’lara gitmeyelim istersen?
-Sen bilirsin.
-Canın sıkkın. Bilirim orada da oyalanamıyacaksın. Erken yatarız daha iyi.
Adam da kalktı:
-Fena olmaz.
-Hadi istersen bakkaldan telefon et, gel. Gelemeyeceğimizi söyle. Ben de sofrayı hazırlayayım.
Alt kata indiler. Adam telefon etmek için çıktı. Yemek odasının önü küçük bir balkona açılırdı. Saksıları vardı orada. Kadın sofrayı kurdu. Sonra da on gündür susuz kalan çiçekleri sulamaya çıktı balkona.
Bitişik evde balkonlarına bakan bir pencere açıldı. Evin kadını pencerede göründü:
-Hoş geldiniz kuzum! Nerelerde kaldınız?
-Hoş bulduk canım!
-Ne zaman geldiniz?
-Biraz önce. Bir iki saat oldu.
-Pek yalnız kaldık doğrusu sizsiz. Özlettiniz kendinizi!
-Biz de sizleri özledik!
-Çok kaldınız mı İstanbul’da?
-Topu topu on gün işte! Yolu da sayarsan.
-Bir şey değil doğrusu. Gezdiniz, eğlendiniz mi bari?
-Yorgunluk işte! Kalabalık, gürültü. İnsan eğlendiğini anlamıyor ki!..
-Bizim de niyetimiz var yaza…
-Daha iyi edersiniz. Biz hiç iyi yapmadık şimdi gitmekle. Hep soğuk, yağmurlu gitti havalar…
-Sorma canım! Burada da öyleydi. İki gündür düzeldi.
Kadın sözü değiştirdi:
-Kuzum bizim Ayvaz gözünüze ilişti mi hiç?
-Niye sordun?
-Görünürde yok da ..
-Üç gün önce gördüm o soğuklarda.
-Nerede?
-Kapının önünde. Güneşte büzülmüş titriyor gibiydi.
Kadın meraklandı:
-Hasta mıydı dersin?
-Çağırdım. Bir şeyler döktüm yiyecek. Gelmedi. Hasta olmalı herhalde.
-Büsbütün dert oldu içime şimdi. Bir şey olmasın hayvana…
Komşu kadın omuzlarını kastı:
-Bilmem. Bir daha görmedim. İnşallah olmamıştır!
-Geldiğimizden beri meraktayız. Nerede aramalı bilmem ki!?
-Yaa! Vah vah!
-Turgut çok üzülüyor. Ben üzüntümü saklıyorum, o biraz rahatlasın diye…
-Yazık! Üzülmeyin, gelir inşallah!
Sokak kapısının açıldığını duydu. Kulak verdi. Kapının kapatıldığını duydu şimdi de.
-Turgut geldi galiba, dedi. İyi akşamlar!
İçeri girmek için geriledi.
-İyi akşamlar!
Komşusu penceresini kapadı. Kadın yemek odasına girdi. Kocası sordu:
-Ayvaz geldi mi?
-Gelmedi daha!
Kocası başka bir şey sormadı. Kadın yemeği getirmek için mutfağa gitti.
Yemekte, yemekten sonra yatak odasına çıkıncaya kadar Ayvaz’ın sözünü açmadılar bir daha. Saat sekizi, sekiz buçuğu, dokuzu vurdu. Kadın birkaç kez, bir bahane uydurup mutfağa kadar, Ayvaz geldi mi diye gidip baktı. Erkek her cigara yakışta, kalktı, bahçeye, balkona açılan kapıların önünde durdu. Camlardan dışarıda Ayvaz geldi mi diye arandı. Kulakları sesteydi ikisinin de. Duydukları en küçük gürültüde, ikisi de gözlerini pencereye dikiyor, Ayvaz’ın sırtını kamburlaştırarak, cama sürtünmesini, pencereyi açmalarını beklemesini görür gibi oluyorlardı.
Saat dokuzda kadın:
-Ben yatacağım, uykum geldi, dedi. Kalktı.
Erkek:
-Peki, dedi, beraber çıkalım.
Yatak odasının elektriğini açıp kapısını kapadılar. Hiçbir şey konuşmadan pencereye doğru ilerledi ikisi de. Erkek perdeyi ucundan aralayıp bir daha dışarı baktı. Sonra perdeyi elinden bıraktı.
Kadın çoraplarını çıkartırken:
-Haklısın, dedi. Biri eksilmiş gibi sanki evden!…
Erkek pencereden ayrıldı. Ceketini çıkardı. Sandalyenin gerisine astı:
-Aslında da öyle. Üç canlıydık bu evde…
-Çok üzüldüm. Akşamdan beri kendimi zor tuttum.
-Yüzünden, sesinden belliydi. Sen benden çok severdin Ayvaz’ı.
Kadın gece lambasını yakıp elektriği söndürdü. Elbisesini iki eliyle eteklerinden tutarak başının üstünden çekip çıkardı. Geceliğini giydi. Yatağa girdi.
-Mutfakta yemeği hazırlarken hep ayaklarımın dibinde dolaşıyor sandım.
Erkek pijamalarını giyiyordu henüz:
-Ben de yemekte masanın altında arandım hep…
-Sofrayı kaldırırken, tabakları mutfağa götürürken hep yanım sıra geliyor gibiydi.
-Koltuğa, divana bakınca, sanki kıvrılıp yattığını görür gibi oldum bütün gece…
Kadın yorganı göğsü hizasına çekerek yatağa yerleşti:
-Ben de… Çok acıdım. Bir insan kadar acıdım…
Erkek gelip karısının yanına uzandı. Kısa bir sessizlik geçti aralarında. Az sonra erkek sessizliği bozdu:
-Kaç yaşına kadar yaşar kediler?
Kadın gözkapaklarını kısarak az düşündü:
-Bilmem? dedi. Ama on yıldan uzun yaşarlar herhalde.
İkisi de yine daldılar. Erkek:
-Öyle ya, dedi, on beş yıl yaşarlar…
Kadın yineledi:
-Herhalde!
-Ayvaz daha altı yaşındaydı!
-Vakitsiz ölebilir! Ama belki de ölmemiştir.
Kısa bir sessizlik daha geçti aralarında.
-Kim bilir? dedi erkek. Orasını hiç bilmeyeceğiz. Cins kediler ölüsünü göstermez.
Karısının üstünden uzanıp gece lambasını söndürdü.
(Necati Cumalı, 1956)