Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Sabahattin Ali – Kağnı

in Öykü

Bir tarla meselesi yüzünden Savrukların Hüseyin, Arkbaşı’nda Sarı Mehmet’i vurdu.

Otuz evli köy birbirine girdi. Şaşırdılar. Herkes korku içinde candarmaların gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya altı saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on beş gün bile uğramazlardı. Bu; köylünün aklına en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarları kahvede Hüseyin’in babası Mevlüt Ağa’nın etrafına toplandılar. Sarı Mehmet’in bir tek ihtiyar anasından gayri kimsesi yoktu. Onu karşılarına aldılar; davacı olmaması için kendisine nasihat etmeye başladılar. İmam:
-Ülen kocakarı- diyordu. -Dava edersen ne kazanacaksın? Kim gider de Mevlüt Ağa’nın oğlu adam vurdu diye şahitlik eder? Etse bile sen ayda bir iki defa kasabaya gidip her seferde dört beş gününü gavur edersen tarlanı kim eker, işine kim bakar? Kasaba iki günlük yol, gidersin, şahitlerin gelmedi, haftaya uğra derler, mahkemen talik olur. Sen gününü şaşırıp gidemezsin, candarma seni alır götürür, gayrı kendin istesen bile yakanı sıyıramazsın, evin barkın yıkılır. İşte bir kazadır oldu. Cenabı Hak böyle istemiş, Allah’ın emrine mahkeme ile mi karşı koyacaksın? Ne yapsan oğlun geri gelmez. Gel bu işi kapatalım. Sarı Mehmet’in sana zaten bir faydası yoktu ki; düğünde seyranda gezer, sattığın iki şinik ekinin parasını avratlara yedirirdi. Bak Mevlüt Ağa bundan sonra seni hep kollayacağını süylüyor. Ne dersin?-

Bütün bu sözleri oturduğu yerde başını sallayarak dinleyen ve çapaklı, ağlamaktan kızarmış gözlerini, budaklı bir dala benzeyen iri mafsallı, çatlak derili elleriyle silen kocakarı, imam lafını bitirdikten sonra da hep aynı şekilde sallanmakta devam ediyordu. Bir demet kuru ot gibi başındaki yamalı ve kirli örtünün altından fırlayan kınası solmuş kır saçlarını yüzünden ve ıslak yanaklarından çekti. Anlaşılmaz şeyler mırıldandı.

Orada oturanlardan birkaçı daha kocakarının karşısına geçip çömelerek yarı kandırır, yarı tehdit eder şekilde uzun uzun söylendiler: -Öyle değil mi, ha? Diyiversene, ha! Aklın yattı mı? Diyiversene!- diye diller döktüler.

Bu sırada ölü dışarıda, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasırın üstünde yatıyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüşlerdi. Başucunda iki üç sinek dolaşıyor, vınlıyordu. Biraz ötede, güneşten gözlerini kırpıştıran bir sürü ufak çocuk, ellerinde boylarından büyük değneklerle ve hiç seslerini çıkarmadan bu üstü örtülü ölünün, keçenin alt ucundan fırlayan ayaklarına bakıyorlardı. Tabanları ve topuğu tamamen delik kalın bir yün çorabın içinde donuk bir sarılık alan bu hareketsiz ayaklar ve bunların üzerinde uçan ve kalkıp inerken güneşe rastlayınca yemyeşil parlayan sinekler onları eğlendiriyordu. Ara sıra içlerinden biri uzaklardan kendisini çağıran anasının sesine koşuyor, biraz sonra yine koşup gelerek eski yerini ve kımıldamayan tavrını alıyordu.

Kahvedekiler yavaş yavaş çıktılar. Kocakarı oğlunun başucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarlıktan ve hastalıktan bir nohut kadar ufalmış olan gözlerini silmeye başladı. Bir hastanın başını bekliyor gibiydi. Elini ağır ağır sallayarak sinekleri kovalıyordu. Bir ihtiyar, kısık sesiyle bağırarak çocukları evlerine gönderdi. Diğerleri de yavaş yavaş dağıldılar. Birkaç delikanlı cenazeyi alıp evine götürdüler. Akşama doğru her şey eski haline gelmişti. Sanki uzun bir hastalıktan sonra eceliyle ölmüş kadar sükunetle ölü yıkandı ve gömüldü. Mevlut Ağa, ezandan evvel Sarı Mehmet’in anasına iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesekağıdı şeker yolladı.

Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin önünde indiler. Bunları görünce muhtarın yüreği -hop- dedi, çünkü bunlar karakolun candarmaları değildi, herhalde vilayetten geliyorlardı. Candarmaların biri kahvede hemen kağıt kalem çıkardı, muhtardan başlayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. Öbür candarma köyün meydanında aşağı yukarı dolaşıyordu.

Mesele derhal köye yayıldı. Savrukların Hüseyin’le kavgalı olan ve kasabada pabuççuluk yapan Garip Mehmet, köylülerden duyduğu cinayet işini hemen hükümete bildirmişti. Müddeiumumi evvela kendisi doktoru da alıp gelecekti. Sonra ağustosun bu sıcağında at üstünde günlerce yolculuğu pek gözüne kestiremedi; işi tahkik etmelerini söyleyerek açıkgöz iki candarma yolladı. Doktor, daha ihtiyatlı bulunmak için, eğer bir cinayet varsa cesedi çıkarıp kasabaya getirmelerini candarmalara sıkı sıkı tembih etti.

Sarı Mehmet’in anası ifadesinde hiçbir şey söylemedi. Yalnız: -Ben kimseden davacı değilim!- dedi. -Oğlun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?- sorgusuna bile aynı cümle ile mukabele ediyordu. Oğlunun acısı daha içinden çıkmamıştı, fakat hükümet kapısına düşmek ona oğlunun ölümünden çok daha korkunç geliyordu. Otuz sene evvel bir kere kasabanın pazarında köylülerden biri bir torba bulgur çaldırmış ve bunu şahit göstermişti. O zaman tam altı ay mahkemeye gidip geldiğini ve tarlaların yüzüstü kaldığını düşünüyordu. Halbuki o zaman daha gençti de…

Sonra Mehmet geri gelecek değildi, Mevlüt Ağa’yı düşman etmekten de hayır çıkmazdı; sonra köyde açlıktan ölürdü. Onun için hep inkar etti.

İkindiüstü candarmalar mezarlığa gidip köylülerle Mehmet’in ölüsünü mezardan çıkarttılar. Ancak yarım metre kadar toprağın altında olan ceset, şiddetle taaffün ediyordu (kokuyordu). Herkes beş on adım geri çekildi. Candarmalar Mehmet’in anasını çağırarak: -Koş bakalım kağnıyı! Oğlunu kasabaya götüreceksin… Doktor muayene edecek!- dediler.

Kadın: -Yavrumu mezarında bile rahat komadılar!- diye iki yanını dövüyor ve bütün Anadolu kadınları gibi ses çıkarmadan ve pek az hıçkırarak ve çömelerek ağlıyordu. Mütemadiyen sallanmakta ve çatlak, kuru yumruklarını ağzına ve gözlerine götürmekte idi. Candarmanın biri ayağıyla hafifçe arkasından dokundu: -Kalk bakalım!- dedi.

Kadın kağnısını koştu, oğlunun kurtlanmış ölüsünü parça parça olmuş bir yorgana sardı, eski bir şilteyi kağnıya serdi, ölüyü onun üzerine yatırarak hepsini birden bağladı. Bunları yaparken ikide birde duruyor ve bir müddet ağlayıp kendi kendine söylendikten sonra tekrar başlıyordu. Gece olduktan sonra yalnızca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtarı, imamı, Savrukların Hüseyin’i birbirine bağlayarak önlerine katmışlar ve yollanmışlardı.

İhtiyar kadın, iki sıska ve küçük, birer eşek kadar küçük öküzün çektiği kağnının arkasında çıplak ayakları taşlara takılarak; elinde değnek, ağlamaktan kısılmış sesiyle öküzlere bağırmaya çalışarak, yürüyordu. Yaz gecelerinin parlak ay ışığı altında çakalların sesini bastıran bir gıcırtı ile ağır ağır ilerleyen bu kağnı, hiç de bir ölü taşıra benzemiyordu: Öküzler sırtlarına vuran aydınlık altında canlı ve gürbüz; yamalı yorgan ve köhne kağnı fevkalade kıymetli bir madenden yapılmış gibi güzel ve yeni görünüyorlardı. Kadının gölgesi, elindeki değnekle beraber, beyaz taşların, çalıların üzerinden atlayarak metrelerce uzanıyor, rakseder gibi sıçrıyordu.

Halbuki altmışlık kadın, kağnıdan yayılan ağır koku ile sersemlemiş, sendeleye sendeleye yürüyor, bazan birdenbire hızlanan öküzlerin yanında gitmeye çabalıyordu. Yavaş yavaş ayakları sürüklenmeye, ağlamaktan, içine akıta akıta ağlamaktan daralan göğsü nefes alamamaya başladı.

Kağnının kenarına tutunarak biraz daha yürüdü. Ayakları birbirine dolaşıyordu. Öküzlere -oooha- diye bağırmak istedi, sesi boğazından çıkmadı; elleri kağnıdan kurtuldu, yere yuvarlandı, tozların içinde tekrar ayağa kalkarak koştu. Karşıdan doğru yeni çıkan serin bir rüzgar üçetekli entarisini ve şalvarının paçalarını uçuruyor, yırtık yazma başörtüsünü siyah bir bayrak gibi dalgalandırıyordu. Kağnıya yetişemeden tekrar düştü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarına gömüldü.

Kağnı, taşlara çarptıkça, üzerinde bağlı ölüyü iki tarafa fırlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanık gıcırtılar çıkararak ve ay ışığının altında ve gecenin sessizliği içinde arkasında hafif bir toz bulutu bırakarak, ağır ağır kendi bildiğine ilerliyordu.

(Sabahattin Ali, Varlık, 15.09.1935)

Etiketler: Sabahattin Ali
Bu gönderiyi paylaş
  • Share on Facebook
  • Share on Twitter
  • Share on Tumblr
  • Mail üzerinden paylaş
Beğenebilecekleriniz:
Sabahattin Ali – Asfalt Yol
Sabahattin Ali – Ayran
Sabahattin Ali – Viyolonsel
Sabahattin Ali – Değirmen
Sabahattin Ali – Isıtmak İçin
Sabahattin Ali – Öyle Günler Gördüm ki
Sabahattin Ali – Katil Osman
Sabahattin Ali – Kırlangıçlar

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Yanlışlıklar Komedyası
  • Gemiler de Ağlarmış
  • Bir Köy Hekimi
  • Açlık Sanatçısı
  • Unutamayan Adam (Amos Decker, #1)
  • Bir Havva Kızı

Site istatistikleri

  • 0
  • 67
  • 54
  • 7.681.087
  • 3.023.540

Etiketler

Orhan Murat Arıburnu Özkan Mert Berin Taşan Cahit Sıtkı Tarancı Gabriel Celaya Adalet Ağaoğlu Memet Fuat Cemal Süreya Füruğ Ferruhzad Heinz Kahlau Müştak Erenus Rıfat Ilgaz Kemal Özer Fakir Baykurt Ahmet Erhan Yılmaz Odabaşı İsmet Özel Kemalettin Kamu Pablo Neruda Mehmet Başaran Konstantin Simanov Nihat Behram Erdal Öz Lale Müldür Metin Eloğlu Ahmet Muhip Dranas Şükrü Erbaş Vladimir Mayakovsky Talip Apaydın Fethi Giray Vyaçeslav Ivanov Murathan Mungan Turgut Uyar Sandor Forbath Bertolt Brecht Cahit Irgat Nazım Hikmet Eugene Guillevic Orhan Kemal Louise Gareau Des Bois Hasan Biber Yaşar Kemal Sait Faik Abasıyanık Vasko Popa Yaşar Nabi Nayır Süleyman Çobanoğlu Vedat Türkali Abdülkadir Budak Hasan Hüseyin Korkmazgil Paul Eluard Cevat Şakir Kabaağaçlı Nicolae Dragos Abdülkadir Bulut A. Kadir Suat Vardal Sinan Kukul Cevdet Kudret Liana Daskalova Orhan Veli Kanık Kahraman Altun İlhami Bekir Tez Tevfik El Zeyyad Bekir Yıldız Yannis Ritsos Haydar Ergülen Konstantinos Kavafis Altay Öktem Gülseli İnal Adnan Özer Sabahattin Kudret Aksal Ataol Behramoğlu Kerim Korcan Asım Bezirci Edip Cansever Attila İlhan E. E. Cummings Oruç Aruoba Nikola Vaptsarov Afşar Timuçin Fang Vei Teh A. Hicri İzgören Celal Sılay Behçet Kemal Çağlar Ömer Bedrettin Uşaklı İlhan Berk Refik Durbaş İbrahim Karaca Gülten Akın Yılmaz Güney Ülkü Tamer Süleyman Nesip Cengiz Bektaş Hasan Basri Alp Suat Taşer Adnan Yücel Bilgin Adalı Ozan Telli Asaf Halet Çelebi Fazıl Hüsnü Dağlarca Blas De Otero Bedri Rahmi Eyüboğlu Özge Dirik Oğuz Atay Metin Altıok Özdemir İnce Arkadaş Z. Özger Ercüment Behzat Lav Vecihi Timuroğlu Sandor Petöfi Oktay Taftalı Ahmet Telli Resul Rıza Ingeborg Bachmann Kostas Kleanthis Metin Demirtaş Suat Derviş Goethe Kemal Burkay Barış Pirhasan Şükran Kurdakul Bejan Matur Mehmed Kemal Behçet Necatigil Arif Damar Salah Birsel Özdemir Asaf Necati Cumalı Sabahattin Ali Sun Yu-T'ang Halim Şefik Güzelson Neşe Yaşın Cahit Külebi Ahmet Oktay Zafer Ekin Karabay Ahmet Ada Miguel Hernandez Kutsiye Bozoklar Yorgo Seferis Ece Ayhan Aziz Nesin Sezai Karakoç Peter Abrahams Sennur Sezer Jose Marti Can Yücel Behçet Aysan Jesus Lopez Pacheco Federico Garcia Lorca İsmail Uyaroğlu Turgay Fişekçi Mehmet Yaşin Yaşar Miraç Türkan İldeniz Enis Batur Oktay Rifat Birhan Keskin Seyhan Erözçelik Faruk Nafiz Çamlıbel Ziya Osman Saba Günter Kunert Sabri Altınel Cahit Zarifoğlu Ümit Yaşar Oğuzcan Yi Men Kenneth Rexroth Hasan İzzettin Dinamo Hilmi Yavuz Melih Cevdet Anday Erdal Alova Dido Sotiriou Akgün Akova Tove Ditlevsen Ahmed Arif Nahit Ulvi Akgün Conrad Aiken Louis Macneice Enver Gökçe Ahmet Necdet Feyzi Halıcı Philippe Soupault
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Sabahattin Ali – KafakağıdıSabahattin Ali – Çirkince
Sayfanın başına dön