Yaşar Miraç İle
Yaşar Miraç şiirimizin en özgün seslerinden biri. 1970’li yıllarda başlayan şiir serüveni hızını hiç düşürmeden devam ediyor. Yaşar Miraçla şiirinin başlangıcından bu yana gelen bir söyleşi gerçekleştirdik.
Herkes sizi Trabzonlu Delikanlı adlı ilk kitabınızla tanıdı. 1979’a gelene kadar nasıl bir şiir geçmişiniz oldu?
İlkokul üçte, on yaşındayım, ilk şiir denemelerimi defterlerime yazmaya başladım. “Bayburtlu Şaban” adlı bir şiirim vardır; Almanya’da 1985’te yayımladığım İstanbul Bir Kırmızı Gül adlı kitabımda yer alır. Oradaki öykü üçüncü sınıfta yaşadığım bir anıdır. İlkokulun son günü. Karneler dağıtılmış. Sınıfta dersler boş. Öğretmenimizle sohbet ediyoruz. “Ne yapalım” diye sordu öğretmen, “şiir okumak isteyen var mı?” Arkadaşlarım beni göstererek “Öğretmenim Miraç okusun,” dediler. Ben de son yayımlanan 1001 Şiir adlı kitabımın ilk şiiri olan “Okula Veda” şiirimi okudum. Öğretmen çok duygulandı, gözleri yaşardı, “Ara sıra kulağını çekmiş olmakla birlikte, ben en çok Miraç’ı sevdim,” diye bir itirafta bulundu. Çünkü kız arkadaşlarımız “En çok hangimizi seviyorsunuz?” gibi sorularla onu zorluyorlardı.
Ortaokula başladığımda bir defter şiirim vardı. Trabzonlu, usta ve iyi bir şair olan Subutay Hikmet Karahasanoğlu avukatlık yapıyor ve bize yakın oturuyordu. Bir gazetenin de şiir köşesini yönetiyordu. Annem, “Şiirlerini Subutay Bey’e göster istersen,” demişti bir ara. Ben de defteri Subutay Bey’e getirip verdim. O, bazılarını beğendi ve işaretledi. Sonra da onları gazetede, şiir köşesinde yayımladı. Benim yayım serüvenim işte böyle başladı. “Bayraktar”, “Hizmet”, “Son Haber” gibi yerel gazetelerde şiirlerim yayımlandı. Orta birde okulun edebiyat kolu yönetimine seçildim ve duvar gazetesi çıkarma görevini üstlendim. “Karmanın Sesi” adlı duvar gazetesi yedi sekiz sayı, aylık olarak yayımlandı.
Okul yıllarımda edebiyat kollarında, 10 Kasım düzenleme çalışmalarında hep görev aldım. Trabzon Lisesi’nde birinci sınıfta “Haykırış” adlı bir duvar gazetesi hazırladım. O zamanki ülkü ocaklı öğrenciler okulda terör estiriyorlardı. Gazetenin camını kırdılar, böylece devam ettiremedim. Lise birde şiir yarışması düzenlendi, benim şiirimi dördüncü yaptılar. Lise ikide yine yarışma oldu, bu kez beni şiirde ikinci, şiir biçiminde yazdığım fıkra ile de birinci yaptılar. Edebiyat dergilerini, çıkan şiir kitaplarını izliyordum. Devrimci arkadaşlarımızın “Nazım gibi yaz,” baskısına karşı duruyordum. Gazetede yayımladıklarımı 1001 Şiir’de ilk kez kitaplaştırdım.
1971’e doğru Trabzonlu Delikanlı’daki şiirlerimi uzun bir destan şiir biçiminde yazdım. Sonra onları böldüm, işledim. 1972-73 arası Almanya’ya gittim, orada on beş ay kaldım. O dönemde hep o şiirlerle uğraştım. 1974 baharında Trabzonlu Delikanlı son biçimi ile ortaya çıkmıştı. Ankara’da üniversiteye başlayınca hazırladığım üç nüshayı değişik şiir çevrelerine gösterdim. (Bunların birini Attila İlhan’a, birini Ceyhun Atuf Kansu’ya, bir diğerini de hikayeci, kitapçı ve yayımcı Remzi İnanç eliyle Metin Demirtaş’a ulaştırdım.) Bazı şiirlerimi dergilere gönderdim. 1975 yılında, “Militan” dergisinin Aralık sayısında dokuz şiirim yayımlandı. Ocak ayında “Türk Dili”nde bir şiirim yayımlandı. Bu şiirler ilgi çekti ve üzerine yazılar yazıldı. Türlü maceralar nedeniyle Trabzonlu Delikanlı ancak 1979 Mayıs’ında yayımlanabildi. Ben o arada, şimdi 1001 Şiir’in birkaç bölümünde yer alan şiirleri, İçli Şarkılar’ı, Çan Deresi Türküleri’ni ve Trabzon’dan Çıktım Yola’nın bazı şiirlerini yazmıştım. 1974’te yazdığım Çan Deresi Türküleri de, 1975’te yazdığım İçli Şarkılar da ancak 1981 Haziran’ında yayımlanabildi. Bunlara 1001 Şiir’de yer alan ilk birkaç bölümdeki şiirleri de ekleyebiliriz. İlk kitap öncesi şiir serüvenimi böyle özetleyebilirim.
Trabzonlu Delikanlı şiirimize getirdiği genç ve lirik damarla geniş yankı uyandırdı. Siz bu kitabınızı kendi şiiriniz içinde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Güçlü bir çıkış olduğu kesin. Fakat daha sonra Ahmet Ağabey’le (Ahmet Arif) tanışmıştım, o bana şiirlerimi çok sevdiğini söyledi, “Ama ben senin yerinde olsaydım kırk şiir değil on beş yirmi şiir alırdım kitaba,” dedi. Kendime güveniyordum, moralliydim; çünkü zaten bu şiirler dergilerde yayımlanırken usta şairler beni, kitabı çıkmış birçok şairden daha içten bir arkadaşlıkla karşılamışlardı. İşte bu doğallık içinde, kendime güvenim hiçbir zaman şımarıklığa dönüşmedi. Bu kitabın önemi; kendime özgü bir şiir dili, duyarlılığı yakalamakta çok emek vermem ve bunu büyük ölçüde başarmamdır. Kendi yaşantımdan kaynaklanan olay ve gözlemleri bir Trabzonlunun kişiliğine sadık kalarak, İstanbul ya da başka cazibeli kentlerin şiirdeki etkinliğine hayran olma tuzağına ya da o kentlerdeki şairler gibi olma özentisine düşmeden gerçekleştirdiğim şiirlerdir bunlar. Buna Trabzon ve Karadeniz’in doğa ve insan coğrafyasının ilk kez bu ayrıntıda ve derinlikte konu edilmesini de eklemeliyiz. İşte bu yüzden Trabzonlu Delikanlı daha ilk çıkışıyla şiirimizde yeni bir bölgenin, yeni bir konunun, yeni bir biçimin ve üslubun simgesi oldu. Tanımadığım şair, eleştirmen, birçok insan kıskançlık duymadan bunu dile getirdiler. Onlara yıllar sonra burada teşekkür ediyorum. Çünkü şimdi görüyorum ki bir şair ya da kitabı üzerine yazmak artık ısmarlama, ücretli, profesyonel bir ilişki haline gelmiş. 1001 Şiir ile, kırk yıllık emeğim yayımlandı, bir iki paragraflık değinmeler dışında görmezlikten gelindi. Dediler ki, “Çok doğal, çünkü bu işler artık profesyonelleşti.” Fakat bu, şiirimizin, edebiyatımızın, sanatımızın geleceği için hiç de olumlu bir gelişme değil.
Sonrasında politik içeriği güçlü kitaplarınız geldi. Bu kitaplarda slogana yakın sert bir söyleyişle, inceliklerle dolu bir şiir dilini başarıyla bir arada kullandınız. Bu birleşimi nasıl gerçekleştirdiniz?
Bu soruya çok kısa bir yanıt vermek istiyorum. Ben çekirdekten, doğuştan devrimciyim. Birçokları gibi sonradan, özentiyle devrimci olmadım, hala da öyleyim. O dönemde toplumsal bir sorumlulukla, ilerici sosyalist hareket içinde yer aldım, grevlere gittim, yürüyüşlere katıldım, işçilerle sohbet ettim, tartışmalara girdim. Bütün bunları yaparken de şiirler yazdım. Trabzon’da yaşadığım olayları nasıl şiirselleştirdiysem bunları da bire bir, yaşayarak yazdım ve yayımladım. Pek bir fark görmüyorum daha önceki şiir uğraşımdan. Bugünün apolitikleşmiş toplumuna, şiir okuruna bunlar belki bir şey ifade etmiyor ya da bu şiirler politik konulu, slogana çalan katılıkta , keskinlikte görülmüş olabilir. Ben onları da yaşantımla, şiir birikimimle kaynaşmış bir doğallıkta yazıp yayımladım.
GEÇİM DERDİ
Bu politik şiirler 12 Eylül döneminde kitaplarınızın yasaklanmasına yol açtı. Bu dönemde yaşadığınız zorluklar hayatınızı ve şiirinizi nasıl etkiledi? 1980 sonrasında Yeni Türkü Şiir yayımları’nı kurdunuz. Bu yayınevi dönemin önde gelen pek çok yeni şairinin ilk kitaplarını yayımlayarak şiir tarihimizde özel bir yer edindi. Bu yıllara bugün baktığınızda neler düşünüyorsunuz?
Benim için en büyük zorluk geçim derdi olmuştur. Kitaplarımın yasaklanması beni daha da dirençli yaptı. 81’de üç kitabım yasaklı iken üç kitap çıkardım, “Askeri yönetimle maç 3-3 berabere devam ediyor,” dedim. Yeni Türkü Şiir yayımları’nı kurdum. Adnan Özer, Turgay Fişekçi, Ahmet Erhan gibi arkadaşlarım da bana yardımcı oldular. Kısa zamanda, büyük yayınevlerinin başaramadığı, yalnız şiir yayımlayan ve “ilk yapıtlar dizisi” ile Türkiye’de bir ilki oluşturan, kitap kapaklarıyla, iç düzeniyle yenilikler getiren, genç şairlerin bir Edip Cansever’e, Cemal Süreya’ya yakın sayıda kitap imzaladığı imza günleri gibi etkinlikler gerçekleştiren öncü bir yayınevi olduk. Bunu yaparken, askeri yönetim deyip kendi kendimize sansür de uygulamadık. Örneğin Nihat Behram’ın başka yayınevleri tarafından, yasaklanır korkusuyla basılamayan kitabını biz bastık. Mehmet Yaşın’ın Sevgilim Ölü Asker kitabını, adını değiştirmeden, ilk kez yayımladık. Kardeş Türküler seçkisini, Ozan Telli’nin yasaklanma tehlikesi olan şiirlerini… Bununla şunu söylemek istiyorum Hem öz hem de biçim olarak öncüydük. Birçokları bu kavramların ancak lafını ettiler. Gerçekten adına yakışan, yeni bir etkinlikti Yeni Türkü. Almanya’ya gidişim yayınevine dergiyi de eklemek içindi. Orada bir hayal kırıklığı yaşadım. Bazı arkadaşlarım, benim onlara gösterdiğim dostluğu, kardeşliği suiistimal ettiler. Bunun için yayınevini sürdürme şevkim kırıldı. Bir süre Almanya’da kalmayı daha uygun buldum. Orada birtakım desteklerle bazı girişimlerim olduysa da bende eski heyecan kalmadığı için, taşıma suyla da değirmen dönmeyeceği için, o güzel girişim sürdürülememiş oldu. Şimdi yapılanlara baktığım zaman, daha sonra ve şimdi yapılmakta olan yayım, dergi girişiminden daha nitelikli, samimi, düzeyli ve de özgün işler yaptığımızı söyleyebilirim. Yeni Türkü’de ilk kitaplarını çıkaran şairlerden birçoğu bugün günümüz şiirinde etkin adlar oldular. Fakat aralarında Yeni Türkü’deki gibi bir olumlu bağ ve ilişki yok artık. O zaman biz hem farklıydık hem de çok güzel bir bütünlük oluşturuyorduk. Şimdi tek tek daha tanınmış, etkin olmuş ve birbirinden çok farklı kişiliklere bürünmüş şairler var karşımızda. Ben inanıyorum ki bu arkadaşlarımız Yeni Türkü sürmüş olsaydı bugün bulundukları konumlardan daha düzeyli ve başarılı, Türk şiiri için daha özgün şairler olurlardı.
ACILAR, AYRILIKLAR…
1981’de yayımlanan Trabzon’dan Çıktım Yola adlı kitabınız, çağdaş şiirimizdeki lirik damara katkılar sağlayan bir yapıt oldu. Bu özgün lirizmin kaynakları sizce nelerdir?
Acılar, ayrılıklar… Belki de karasevda düzeyine varan yoğunluklu duygular… Hayat kimi zaman şairin kendini tükettiği, derinleştirdiği, incelttiği bir sınav oluyor. Gurbet, çevreyle uyumsuzluk, yozlaşmadan duyulan kaygılar, uzaklaşma isteği, yalnız kalma isteği, anlaşılamama… Trabzon’dan Çıktım Yola’daki şiirlerin temelinde bunlar var.
Gitmek temasının birçok şiirinizde baskın bir eğilim olarak ortaya çıkmasının nedenleri nelerdir?
Bu bir kişilik sorunu belki de. Toprağa, doğup yaşadığı yerlere çok bağlı olmanın getirdiği yükler, başka yerlere gidince insanı çok etkiliyor. Tabii bu insandan insana da değişir ama bende böyle oluyor demek ki. Bu da şiirlerime üzünçlü bir biçimde ve çoklukla yansıyor. Düşünün, Trabzon’u çok seviyorum ama Trabzon’da değilim, ömrüm daha çok başka yerlerde geçmiş; Türkiye’yi seviyorum, yirmi yılım Almanya’da geçmiş. Bunlar gibi… bu da benim yaşadığım acılı çelişki.
Şiiriniz, Almanya’da geçirdiğiniz yirmi yıldan nasıl etkilendi?
Olumsuz. Çok şiir yazdım; ama Türkiye’de kalsaydım çok daha güzel şiirler yazardım diye düşünüyorum. Şair olmanın dışında, insan olarak vicdan muhasebesi yapınca, vicdanımdan rahatsızlık duyuyorum. Keşke acımasız olsaydım. Çocuklarım küçük diye ayrılmayı bir türlü göze alamadım. Sevmediğim bir yerde, sevmediğim insanlar içinde, sevmediğim bir dilin konuşulduğu bir yerde kendi kendimi mahkum ettim. Ama ne yapayım ki benim kişiliğimde böyle bir vicdan sorunu var. Orada yazdığım şiirler belki yurt özlemi konusunda Türk şiirine bazı yeni katkılar sağlamıştır; ama ben Türkiye’de kalıp daha başka, etkin şiirler yazmayı isterdim. Bugün böyle düşünüyorum.
Yurda dönüşünüzde ilk çıkan kitabınız Lazcaz oldu. Karadeniz folkloruyla caz ritimlerini buluşturduğunuz bu kitabın sizin için anlamı nedir?
Ben öyle caz konusunda çok bilgili değilim. Fakat özellikle filmlerde zenci cazcıların müzikleri beni çocukluğumdan beri çok etkilemiştir. Onların etkisiyle olacak, bizim Karadeniz şivesinde kesik kesik, iğnelemeli kimi ritimler, ezgiler bana hep cazı çağrıştırıyordu. Ben de sözcüklerle buna denk düşen birkaç deneme yapayım dedim. İşte Lazcaz kitabının ilk bölümlerindeki dokuz şiir böyle oluştu. Belki ileride gene, bu tarz, daha gelişkin şiirler yazacağım.
Geçen yıl yayımlanan 1001 Şiir adlı kitabınızda daha önce yayımlanmamış şiirlerinizi bir araya getirdiniz. Bu denli çok şiir yazabilmeyi nasıl açıklıyorsunuz?
1001 Şiir’in sunuşunda da söylemiştim Çok yazmak az yazmak olayı ozanın kişiliği ile ilgili. Her kitap, her şiir eninde sonunda bir şiire, bir dizeye kadar indirgenebilir. Bunun ölçüsünü her şair kendine göre ayarlar. Demin bahsettim, Ahmet Ağabey benim ilk kitabım için kendince bir ölçü vermişti. Ben o kadar katı bir ölçüyle davranmak istemiyorum. Çünkü hayatla şiir, şairin duyarlık kalitesini düşürmüyorsa daha iç içe ve zengin, eksiklikler, tamamlanmamışlık duygusu veren bölümler şiire çok yatkın olmayan konular gibi şeyler çok abartılmamalı. Eğer ozanın o şiirde muhakkak söylemek istediği bir ayrıntı varsa, başka şiirine bakıp o şiirini elememeli diye düşünüyorum. Zaten hiçbir ozanın bütün şiirleri mükemmel ve güzel değildir. Kimi şiir vardır küçük bir anımsama, uyarı, ilginçlik taşır. Kimi önemsiz gibi görünen bir resimdir. Bir ev gibi düşünün. Kimi şiirler eşiktir, salondur, oturma odasıdır, balkondur; kimileri de banyodur, tuvalettir. Ama ev bir bütündür. Şairin hayatı ve şiiri toplamda bir bütündür. Öldükten sonra da, eğer gerçek bir şairse, ondan geleceğe akılda kalan şiir ya da dizeler olur. Birçoğu da unutulur. Şair zamanla pazarlık yapmamalıdır. O zaman içtenliğini yitirir. Kimi şairler vardır, hep geleceği düşünerek şiirini sıkar, eler, budar; fakat onlardan da yüzyıllar sonraya yine birkaç şiir ve dize kalır. Yaşarken şairin bunları çok doğru ölçmesi bence olanaklı değildir. Ben belki de ölmemek için yazdım o kadar çok şiir. Çok şiir yazmak için değil…
Bildiğim kadarıyla bu kitabı yayımlatabilmeniz de ayrı bir serüven.
Evet, zaten kitabın sonunda “bu kitabın öyküsü” diye 8-10 sayfalık bir düzyazı anlatı koydum. Yaşanan şeyler işte. Kitabı bir tesadüf sonucu tanıştığım galerici yayımcı Nevzat Metin yayımladı. Öyle bir kitap oldu ki, baskı, cilt, kağıt kalitesi ve renkli resimlerle birlikte birçok ozan yaşantısında böyle bir kitap yayımlayamamıştır. Fakat işte bu kez de çok pahalıya mal oldu. 40 milyona satışa çıktı. Öğrenci, öğretmen, memur şiir sevenler için çok pahalı. İşverenler de zaten genellikle şiir sevmez ve anlamazlar. Kaplumbağa hızıyla satıyor diyebilirim. Nevzat Metin’e “Renkli resim koymayalım,” dedim. İlle de daha önce yayımladığı ressamların albüm kitapları gibi renkli resimli, kuşekağıtlı, ciltli, lüks bir baskı oldu. Hem seviniyorum hem de pahalı oldu diye üzülüyorum. Bu Nevzat Metin normal bir yayımcı değil! Daha doğrusu, kitap yayımlıyor; ama yayımcı gibi davranmıyor. Onun Türk resmine yayımcı olarak sunduğu altmışa yakın lüks ressam albümü kitaplarını Avrupa’da 50-60 kişinin çalıştığı yayınevleri gerçekleştirebilir ancak. Nevzat bunları tek başına yaptı. Yaptı da ne oldu? Geçen yıl, “Türkiye’nin en önde gelen on galerisi” listesinde adını bile anmadılar Bilim Sanat Galerisi’nin. Bu da Türkiye’nin başka bir gerçeği! Türkiye’de çoğunlukla ödül verilmesi gerekenler cezalandırılır, ceza alması gerekenler ödüllendirilir! Bu da ülkemizin özgün bir yönü!
Kitabın serüveni devam ediyor. Geçende bir gazeteci arkadaşımla Kuzguncuk’ta, Çınaraltı Kahvesi’nde otururken kitabı görünce, “Sana tam sayfa röportaj yapalım, ne güzel bir kitap,” dedi. Hangi gazetede çalıştığını sorunca verdiği yanıt üzerine duraksadım. 1001 Şiir’in arkasındaki “Bu Kitabın Öyküsü” bölümünden birkaç paragraf okumam gerektiğini düşündüm. Çünkü orada, çalıştığı gazetenin patronunu eleştiriyordum. Ne olur ne olmaz, işten atmasınlar benim yüzümden diye düşündüm. Arkadaşım o bölümleri okudu, “Ya Yaşar, haklısın, şık olmaz,” dedi. “Sen kahramansın; ama öldükten sonra anlaşılacaksın,” dedi. Böylece tam sayfa röportaj yattı.
Kitap hakkında doğru dürüst bir şey çıkmadı. Geçen yılki TÜYAP fuarının kapanışına yetişebildi. Kırk milyon fiyatla da, öğrenci, öğretmen, şiir severlerin alamayacağı, pahalı bir kitap oldu, doğru dürüst dağıtılamadı. Yirmi yıl aradan sonra ilk kez bir şiir ödülüne katılayım dedim. Türk şiirine pek bir katkısı olmamış, başka sanattan bir şiir heveslisi benden yirmi yaş büyük bir zat-ı muhteremin ahbap çavuş, hatır gönül ilişkisiyle, pek bir özelliği olmayan kitabına, şiirimizde saygın ve olgun izlenimi veren adlardan oluşan bir jüri tarafından mağlup edildik. Bu da benim hayatımda çok acı bir ödül oldu. 1001 Şiir’de kırk bölüm, binden çok şiir yer alıyor. Bu şiirlerin bazıları dergilerde yayımlanmışken, çeşitli dergilerde üzerine övücü yazılar yazılıyor, örneğin Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet’teki köşesinde bu şiirlerden bazıları üzerine yazılar yazıyor. Türkiye’de ilk kez yeni bir kitapta 1000’den çok şiir yayımlanmış oluyor ve bu görmezden geliniyor. Bu da Türkiye’deki profesyonelleşmenin başka bir yüzü.
TÜM SANATLARIN ODAĞI
Her zaman şiir dışında senaryo, müzik, çocuk edebiyatı gibi başka alanlarla da ilgilendiniz. Şiirin coşkusunu o alanlara da taşıdınız. Şiirle öbür sanat dalları arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?
Şiir tüm sanatların odağındadır. Bu yüzden birçok sanatçı başka sanatlarda ünlenseler de hep “Keşke iyi şair olsaydım,” diye bir özenme duygusu içinde olmuşlardır. Bu yalnız bizim ülkemizde değil, dünyada böyle. Kişi ünlü sinemacı, ünlü tiyatrocu, ünlü romancı, müzisyen; ama hep içinde kalmış, “Keşke ünlü bir şair olsaydım.” Benim şiir dışında çalışmalarım şiirin yol göstericiliğinde oldu. Bir tür şiirin biçim değiştirmesi olarak algılıyorum bunları. Fakat önce şiirde sağlam bir konum, duruş edinmeliyim diye düşünüp hep öyle davrandım. Şairliğimi dağıtacak, sulandıracak işlerden sakındım. Bir ara, 1977’lerde Milliyet’in mizah sayfasında kısa mizah yazıları yazdım. Karikatürcülere konu buldum. O zamanlar öğrenci olduğum için, her ürün için verilen 250 lira benim için az para değildi. Fakat beni tanıyan yazar çizer birçok kişi “Ya sen ne biçim mizah yapıyorsun, müthiş. Sen usta bir mizahçısın,” gibi övgüler yağdırmaya başladı bana. Hemen Rıfat Ilgaz’ı düşündüm. Gerçek, usta bir şair olmakla birlikte Hababam Sınıfı’nı yazınca Rıfat Ağabey’in şairliği gölgede kaldı. Tabii ben de, 250 lira önemli olmakla birlikte bu mizah işine son verdim. Şairlik elden gidebilirdi. İşte bunun gibi, şiirimi korumaya özen gösterdim. 1978’lerde bana 17 bin liraya metin yazarlığı teklif edildi. O zaman doktor bir arkadaşım 1250 lira maaş alıyordu. Ben gene ekonomik sıkıntı içindeydim. Gelişim yayımları’nda sigortasız olarak düzelti yapıyordum. Elime 500-600 lira para geçiyordu. Müthiş bir teklifti. Altı ay sonra maaşım 40 bin lira olurmuş. Bir buçuk yıl sonra bir katım, bir arabam bile olurmuş. Şairliği korumak için gene hayır dedik. Buna tanık olan, bir çizgi film şirketi sahibi arkadaşım ve hemşerim Derviş Pasin o zaman isyan etmişti, “Sen avanaksın, senden bir şey olmaz,” demişti. Hala sürdürüyoruz avanaklığı işte.
Masallar yazdım. Bir ara yayımlamak istiyordum ama Türkiye’de bu işin cıcığını çıkardılar. Ismarlama çocuk masalı ve şiiri yazdırttılar. Ben de bu furyaya katılmamayım dedim. Masallarımı arkadaşlarımın çocuklarına, ziyarete gittiğimde anlatmakla yetindim. Rahmetli Oktay Arayıcı’nın çocukları Murat ile Zeynep; Selim Atakan ile Zerrin’in kızı Senem; arkadaşlarım Adem ile Nurhan Ercan çiftinin çocukları CanDeniz gibi birçok çocuk benim masallarımla büyüdü. Yakında uygun bir dizi yapacak bir yer bulursam bunları yayımlatacağım. Fakat biçimlerini, ressamlarını ben saptamak istiyorum. Bakalım, bugünkü piyasada buna olanak bulabilecek miyim?
Ben kimi şiirlerimi müzikle, daha doğrusu besteleyerek yazdım. Bunları da birçok yerde türkü, şarkı gibi okudum. Fakat nota bilmiyorum. Çocukluğumdan beri ağız mızıkası çalıyorum. Şimdi pompalı, çok güzel bir mızıkam var. Yine on dört, on beş yaşlarımdan beri, kimi zaman sekiz on saat ayırdığım piyano tutkum var. Kızım Ayça on yıldır piyano dersleri alıyor. Mozart’tan güzel parçalar çalıyor; ama benim gibi çalamıyor. Çünkü ben notayla çalmıyorum. Sonradan öğrendim, doğaçlama diyorlar, hep öyle çalıyorum. Almanya’da öğretmenlik yaparken okulun müzik odası anahtarını özellikle alırdım. Çünkü boş derslerimde piyano çalmakla meşguldüm. Birçok Alman müzik öğretmeni benim çaldıklarımı bilinen Türk ezgisi sanıp beni alkışladılar. Oysa o anda uydurduğum şeylerdi. Zaten çoğunu bir daha çalamıyorum. İlk başta konsantre olamıyorum; fakat yarım saat sonra her istediğimi çalar duruma geliyorum. Ayin gibi bir şey…
Geçenlerde hesapladım, yüz elliye yakın bestem var. Şimdi bunların notalarını yazdırtacağım. Bu konuda yalnız değilim. Dede Efendi, Bimen Şen de öyle yapıyorlarmış. Bizim bir kusurumuz olursa affola. Şaka bir yana, yakında şiirlerimi kiminde düz kiminde türkü, şarkı gibi okuduğum bir kaset ve CD çıkaracağım. Bir de, bugüne kadar bestelenmiş yüze yakın şiirimi notalarıyla birlikte bir kitapta toplayıp yetişirse bu TÜYAP fuarında yayımlamak istiyorum.
Sinema, şiir gibi çocukluğumla çok ilgili. Çünkü komşumuz rahmetli Ali Karakullukçuoğlu üç katlı evimizin damından görünen İnci Sineması’nın sahibiydi. Ben bütün filmleri dama çıkıp izlerdim. On iki yaşından sonra babam gece sinemaya gitmeme izin verdi. Tabii ki biletsiz giriyordum. Makinist film artıklarını bana saklardı. Gündüzleri ben de, bedava film izlememin karşılığı olarak çakıllara atılmış sigara izmaritlerini ve paketlerini toplar, borcumu öderdim. Sinema bir şiirdir aslında. On üç, on dört yaşlarımdayken mahalledeki bütün arkadaşlarım, onların görmedikleri, benim gördüğümü sandıkları uydurma filmlerimi bir iki saat dinleyerek o filmleri görür gibi olurlardı. Kovboy filmlerinde çok başarılıydım. O günlerden anımsadığım birkaç filmimin adı Kelinzo Delik Altın, Sarı Atın Macerası. Aslında bu Kelinzo serisinin başka filmleri de vardı, şimdi isimlerini unuttum. 1978’lerde Kemençenin Türküsü diye bir senaryo yazdım. Demin sözünü ettiğim arkadaşım Derviş Pasin o senaryoda kemençeyi dereye atıp yüzdürmeme karşı çıkmıştı. Kemençe dereden akıyor, denize varıyor ve dalgalar onu kumlara bırakıyor. Tellerinden sular damlıyor. Bu senaryo 1979’da Kültür Bakanlığı birincilik ödülü aldı. Araya 12 Eylül girdi, ancak 1993’te film olarak çekildi. Ama kemençeyi derede yüzdürdüm. Filmin yönetmenliğini şimdi büyük başarılara imza atan Handan İpekçi yapmıştı. Bu onun ilk yönetmenlik deneyimiydi.
1988’den beri yazdığım film senaryosu hala çekilemedi. Adını önceden Evde Kalmış Kız demiştim. Sonradan İçi Kalaylı Kazan olarak değiştirdim. Usta yönetmen Atıf Yılmaz bu senaryoyu çok beğendi; ama ekonomik olarak o sıralarda TRT’ye dizi yapmak daha uygundu galiba. “Bunu dizi yapalım,” dedi. Ben de dizi yapmayı istemedim. Atıf Ağabey’in Karadeniz’de yaptığı Güllü adlı bir iki filmi de öylesi piyasa işlerdi. Onun için istemedim. Yusuf Kurçenli senaryoyu okudu, beğendi; ama onun da imkanları yoktu. “Belki kızı biraz daha öne çıkarırsak daha kolay kabul edilebilir,” dedi. Ben de bunu yanlış buldum. Film gene çekilemedi. Bu film inşallah, ölmeden, günün birinde çekilecek. Zaten ben inatçıyım. Bu filmi yaptırmak için iki tane dizi yaptım. Geçenlerde bu dizilerden birini Osman Yağmurdereli’ye, Yağmur Ajans’a verdim. Osman Bey çok beğendi, martta çekime başlanabileceğini söyledi. Şimdi onu bekliyorum. Eğer o dizi tutarsa hemen bu filmin yapılması için girişimde bulunacağım. Diğer diziyi de gündeme getireceğim. Birkaç film öyküsü yazdım. Bu önümüzdeki aylarda bunlarla uğraşacağım.
YİRMİ YILDAN SONRA
Yirmi yıllık aradan sonra, bugün Türk şiirine baktığınızda, tohumlarını attığınız Yeni Türkü anlayışıyla bugün yazılan şiir arasında ilişki kurabiliyor musunuz?
Üzülerek söyleyeyim, havanda su dövüldüğünü görüyorum. Çünkü diğer sanatlarda olduğu gibi edebiyatta ve şiirde de sanat değeri ölçütleri kalmadı. İnceleme, eleştirme yapılamıyor. Dergiler şiir ve edebiyatın düzeyinin gelişmesi için çok önemli, belki de en önemli organlardır. Şimdi dergiler yayınevlerinin dergileri. O yayınevlerinde çıkan kitapların övgüsü, reklamı için kullanılıyor. Gazetelerdeki kültür sanat sayfaları da böyle kullanılıyor. Medyada bir iki grup var. Bunların yayınevi, müzik şirketi, televizyonu var. Kadın, moda, magazin, mizah dergileri var. Hepsinde, büyük bir tarafgirlik içinde, o medya kuruluşunun yan şirketlerinden çıkan kitaplar, plaklar, kasetler ve onların sanatçıları, bilinçli bir organizeyle ve düzenli bir biçimde tanıtılıyor, övülüyor, birinci sayfalara haber yapılıyor, haber kanallarında konuk olarak ağırlanıyor. O medya kuruluşlarının televizyonlarının programları, dizileri, eğlence programları gazetelerin birinci sayfalarında haber yapılıyor. Örneğin falanca dizinin yıldızı evden çıkarken topuğunu kırdı, yere düştü, bacağı çizildi diye birinci sayfaya fotoğraflı manşet oluyor. Ya da, falanca dizi reytinglerde dün akşam yine birinciydi, diye bir fotoğrafla haber olarak veriliyor. Gazeteyi açıyorsunuz, içerde o medya kuruluşunun, yayınevinin yazarlarıyla yapılan tam sayfa röportajlar, kocaman, yarım sayfa kitap ilanları, köşelerinde 15. veya 20. baskı ibaresiyle birlikte. İnsanlar böyle profesyonel bir propaganda saldırısı altında. İsim vereyim, Ahmet Altan, romanı çıkmadan beş farklı haber programına çıktı. Para karşılığı mı çıktı, dostluk ilişkisiyle mi çıktı, onu bilemem. Fakat şimdi bu romanın satışı 100 bin diyelim, sanatsal başarısından mı, yoksa bu reklamlar sonucu mu? İşte şiirde de buna benzer, hak etmeyen kimi kişilerin şair diye pompalanması, birçok gerçek şairin de görmezden gelinmesi gibi acınılası bir durum var. Böyle bir ortamda, şiire meraklı, şairliğe yeni adım atmış gençler kimleri, hangi düzeyde şiirleri, tavırları örnek alacaklar? Onun için, son on beş yirmi yılda çıkan gençleri suçlamıyorum, daha çok şiir dışı, magazinsel, argoyla küfürle karışık, geveze şiirler yazıyorlar diye. Çünkü onlara televizyonlardan, dergilerden, gazetelerden hep bu düzeysizlikler sunuluyor. Bu nasıl değişir, bilmem. Benim durumumdaki şairlerin zaten bu anlattığım yapıyla çelişkisi var ve kendilerinin de bunlarla baş edecek maddi olanakları yok. Bu yönden umutsuzum.
DERGİ YAYIMCILIĞI
Şiir geçmişinizde dergi yayımcılığının da önemli bir yeri var. Dergi yayımcılığınız üzerine neler söylemek istersiniz? Günümüz edebiyat dergilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soruya şu söylediklerimle değindim. Şunu ekleyebilirim. Ben şimdi, olanağım olsa, bu sorunlara ve odaklara karşı çıkan bir dergi yayımlamak isterim. Fakat bunu hangi olanaklarla yapacaksınız? Falanca medya holdinginin, yayınevinin bir kitabını eleştirirseniz bu kez sizin derginizin dağıtımı bile engellenebilir. Falanca sanatçının kültür sayfasını eleştirirseniz sizin artık bir daha o sayfada derginizin adı bile geçmez. İşte böyle bir kısır ve olanaksızlıklarla dolu bir ortam. Benim için kanı kaynar, yerinde duramaz, denir. Şimdi elli yaşımdayım. Belki birçoklarından daha heyecanlı olabilirim; fakat bu işler biraz da ortam uygunluğuyla, kadroyla olacak işler. Bu konuda da eksiklikler var. Gene de belli olmaz. Benim güme giden bir kitabım var, 1999’da Bulut yayımları’ndan çıkan Deli Dumrul Sarı Yıldız. Orada Deli Dumrul’un şiirinin son dizesinde;
“Öyle akıllı olmaktan
Bir delilik yapsa yeğdir”
diyordum Deli Dumrul için. Belki biz de öyle yaparız.
Her zaman planları ve hayalleri zengin bir şair oldunuz. Gelecek dönemler için şiir üzerine ne gibi tasarılarınız var?
Bu 1001 Şiir’i yayımladıktan sonra epeyce rahatladım. Bir daha öyle yayımlanmayan şiirlerim bu denli çok sayıda kalmayacak elimde. Şimdi önce bestelenen şiirler seçki kitabım yayımlanacak. Ardından Vişne Volvo şiirimin olduğu ve birçoğu dergilerde yayımlanmış şiirlerimden oluşan bir kitap çıkacak. Daha sonra da Türkiye’deki yozlaşmaya ve sahtekarlığa karşı tepki içeren, daha çok eleştiri, yergi şiirlerimin toplandığı bir kitap. Şimdilik programımda bunlar var.
Ağustos sonunda Struga Şiir Festivali’nde Türkiye’yi temsil ettiniz. Festival üzerine izlenimlerinizi ve değerlendirmelerinizi kısaca anlatır mısınız?
Ağustos sonu eylül başında, bir haftalık bir festivaldi. Ohri Gölü, Struga kenti ve Üsküp daha önce görmediğim yerlerdi. Cennetten bir köşe denilebilecek güzellikte yerler. Makedonya yeni bir ülke. Buna karşın kırk ikinci kez yapılan Struga Şiir Festivali gelişmiş birçok ülkedeki örneklerinden daha güzel ve başarılı. Kanada’dan, Japonya’dan, Polonya’dan, Hırvatistan’dan, Sudan’dan, Belçika’dan şair dostlar edindim. Ayrıca orada İlhami Emin, Esat Bayram gibi usta Türk şair dostlarla tanıştım. İbrahim Bedi, genç ve yetenekli bir heykelci. Leyla Hüseyin, Üsküp Makedonya Türkçe televizyonunda çalışıyor ve şair. Orda Birlik diye bir Türkçe gazete çıkıyor. Üniversitedeki Türk gençleri de Köprü diye bir dergi çıkarıyorlar. Eğitimci Hayati Yavuzer öğrencileriyle güzel bir çaba ortaya koymuş. Biz Türkiye’yi hakkıyla temsil ettik diye düşünüyorum. Festivalin doruk noktası Struga Köprüsü üzerinde şiir okumada katılan yetmiş şairden otuzuna yer verdiler. Orada hem ben Türkiye adına şiir okudum, hem de KKTC adına Mehmet Kansu şiir okudu. Türk şiiri için olumlu izlenimler bıraktık diye düşünüyorum.
Yirmi yıldır Avrupa’daydınız. Türkiye’ye yeni geldiniz. Nasıl geçineceksiniz? Şiirleriniz, kitap gelirleriniz geçinmenize yetecek mi?
Aslında benim gibi bir şairin şiir kitaplarından, bestelenmiş şiirlerinden alacağı gelir ile geçinebilmesi gerekir; ama gerçek öyle değil. Çünkü Türkiye’de sanatın, sanatçının hakkı bugüne kadar doğru dürüst korunagelmedi. Sanatçıyı koruyan yasalar yoktu. Size bir örnek vereyim; Almanya’da benim bir şiirimin radyoda okunması 125 mark, iki şiir okunursa 250 mark, iki katı. Bu dediğim birkaç yıl önce. Benim şiirimden oluşan bir müzik parçasının bir yerde çalınması 100 mark. Adını verdiğim Yeni Türkü grubunun Fransa’da verdiği bir konserde benim iki şiirimden oluşan parçalarını okumak üzere üyesi olduğum MESAM’a 110 milyon lira ödediler birkaç yıl önce. Tabii bunlar öyle çok sık olan şeyler değil. Oysa 1980’den beri radyolarda, televizyonlarda benim şiirlerimden oluşan besteler birçok kez çalındı durdu. Ben bundan hak ettiğim geliri alamadım. MESAM’a kaset çıkarırken bandrol bedeli olarak kaset şirketlerince yatırılan paralar da komik. Örneğin en son Fuat Saka benim Hamsiye şiirimi besteledi, Lazutlar III kaset ve CD’sinde yer verdi. Bu parçaya klip çekildi, televizyonlarda gösterildi. Bütün bunlar için MESAM’a ödenen para 39 milyon veya 59 milyon gibi bir şeydi. Ayrıca adımı klibe yazmamışlar, kaset kapağında şiiri yanlış basmışlar. Ben de onları mahkemeye verdim.
Kitaplara gelince, yüzde on-on beş arası telif ödeniyor. Kitap bin adet basıyor, elinize kitabın çıktığı andaki fiyatı üzerinden bir para ödeniyor. Bir yıl içinde kitabın fiyatı dörde katlanıyor. Yazar hakkı olarak size 25-30 kitap verilmiş oluyor. Bunları eşe dosta imzalıyorsunuz. Sonra gidiyorsunuz, yayınevinden birkaç kat arttırılmış fiyatı üzerinden kendi kitabınızı alıyorsunuz. İşte böyle komik şeyler oluyor. Tanıtımınız yok, arayıp soranınız yok, şiir aşkına sizin için yazı yazan yok. Artist değilsiniz, bir dizide başrol oyuncusu değilsiniz, televizyonda bir eğlence programının sunucusu değilsiniz. Onun için sizin kitabınız kolay kolay bitmez. Bu yüzden, burada geçinmek için ben de dizi yazıyorum diyebilirim. Sanatçının, yazarın, şairin hakkını koruması olayı da Türkiye’de biraz yanlış algılanıyor. Sükse yapmak, ona buna dalaşmak, huysuz görünmek diye niteleniyor. Bunu diyenlerin, böyle düşünenlerin birçoğu da emekten yana, toplumcu kişilikler. Ben de böyle basit, yalın düşünüyorum! Ben kendi hakkımı koruyamazsam başkasınınkini nasıl koruyayım? Türkiye’de paket düşünme, özet bilgi edinme, her şeyden biraz anlama entelektüelliği oldukça gelişkin. Türk şiirini bileceksin de ne olacak, al bir antoloji, işi kestirmeden hallet. Bu yüzden, özellikle şairler için büyük bir antoloji tehlikesi ile karşı karşıyayız. Gençlik zaten yüzeysel, özet bilgilenmeye koşullandırılmış, şairin kitabını almak yerine antolojisiyle yetinmek hem daha ekonomik hem de daha kolay. Bu arada bazı uyanıklar da, içlerinde gençlik hevesi olarak kalmış şair olmayı antoloji hazırlama yoluyla gerçekleştirme yolunu bulmuş durumdalar. Adam elli altmış yaşında, gençliğinde şiir yazmış ama tutturamamış. Otuz yıl sonra bir işten emekli olunca hemen bir antoloji hazırlıyor. Belli başlı şairleri aldıktan sonra kendince önemsemediklerini, kıskandıklarını ya antolojisine almıyor ya da onlardan bir iki şiir koyuyor. Kendindense, yaşıtı usta şairler düzeyinde bol bol şiire yer verip kendi eliyle kendini şiir tarihine mal ediyor! Bunun için de kimseden ne izin alıyor ne de bir ödemede bulunuyor. Birçok şairin kitaptan kazanamadığı parayı da onların sırtından kazanıyor! Doğrusu ilginç bir durum. Bir taşla üç kuş vuruluyor. Tam 80 sonrasının “Benim şairim işini bilir,” mantığı. Yazar örgütleri, yasalar, vız gelir tırıs gider. Ama işte benim gibi bir deli çıkar, uzayacağını da bilse mahkemeye başvurur, elinden geldiğince de uğraşır. Şimdi böyle bir davayı kazanmış durumdayım. Söz konusu yayınevi son anda Yargıtay’a başvurdu. Bir iki ay içinde dava sonuçlanacak. Bu davanın kazanılması demek; bundan sonra bu alanda da öyle her istediğini herkesin yapamayacağı bir sonuç ortaya çıkacak sanıyorum.
Türkiye’de yaşıyoruz. Her türlü sürprize açık şekilde, bunu göze alarak geldik. Ben her şeye rağmen yurdumda yaşamayı, yurtdışında daha olanaklı olmaktan üstün tutuyorum. Onun için hiçbir şey beni şaşırtamaz.
Şiir dışında hiç kitabınız var mı?
Var. Nasıl Bir Trabzonspor diye bir deneme kitabı. 2000 yılı öncesi, Mehmet Ali Yılmaz’ın başkanlığının devrildiği kongre öncesi, benim de üyesi olduğum Trabzonspor’un gelecekteki yapılanması ile ilgili bir kitap. Ben şiire futboldan önce mi başladım sonra mı bilemiyorum. Trabzonspor benim mahallemde kuruldu. Bulabildiğim yayımlanmış ilk şiirimin adı da Trabzonspor’dur. 8 Ağustos 1968, Bayraktar gazetesi. Lisedeyken bir ara Hizmet gazetesinde spor sayfasını tek başıma yapıyordum. Lise ikiye kadar da amatör olarak futbol oynadım. Şenol Güneş, Turgay Semercioğlu ile lisede aynı sınıfta üç yıl okudum. Şenol’un ilk kaleci fotoğrafını da Hizmet gazetesinde ben yayımladım. İkisiyle de arkadaşlığımız sürüyor. Trabzonspor’un yine eski günlerdeki gibi başarılı olacağı günleri sabırsızlıkla bekliyorum. Gerekirse kulüpte görev de alacağım.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben de sana teşekkür ederim. İnşallah bu uzun söyleşimiz bütün olarak yayımlanır. Çünkü bunlar, yarın ölüp gideceğiz, neler yaşadığımızın belgesidir.
(Nurgül Ateş, Cumhuriyet Kitap, 22 Temmuz 2004)