Edip Cansever’de Şiir Ve İnsan
Yaşamının otuz yılını şiire adamış ve bu adamışlığın ifadesi olarak yüzlerce şiir yazmış bir şairi tanımlamak, toplumsal-siyasal tablo içinde belirli bir yere oturtmak, şair hakkında genel ve kesin yargılara ulaşmak neredeyse imkansız gibi. On iki kitapla okura sunulan yüzlerce şiirden bazılarını ele alarak yapılan tanımlamalar yüzeysel olmaya yazgılıdır.
İşte bu yüzeyselliklerden birkaç örnek:
‘Cansever’de materyalizmi yayma eğilimini gördüğümüzü söylemek istemiyoruz. O yalnız uygulanıyor, yaymıyor. O kadar materyalist ve maddeye kapanık…’ (Sezai Karakoç);
‘Cansever, okuyucusunu aramıyor, hazırlamıyor onu.’ (Erdal Öz)
‘Cansever, kısırlığı kısırlıkla çiftleştirip kısırlığa gebe bıraktıracak kadar ileri gider.’ (Tomris Uyar)
‘Mutluluk/mutsuzluk, hayat/ölüm sorunsalı bütün çabasına rağmen onu diyalektik materyalist yapamıyor, nedeni de şu; şiirinde tarihi maddeciliği daima dışarıda bırakıyor.’ (Ahmet Oktay)
‘Şiir onun için psiko-analitik bir boşalım aracıdır.’ ( Mustafa Öneş)
‘Edip, yaşamı bir yaz mevsimi de sayar. Evet, yaşam, giysiler, şapkalar, eldivenler, mayolar, deniz toplarıdır.’ (Salah Birsel) …
Bu örnekler çoğaltılabilir. Anlaşılacağı üzere aynı şair, bir eleştirmende ‘sonuna kadar materyalist’ bir diğerinde ise tüm çabalara karşın diyalektik materyalist olamayan bir şairdir. Birinde özden gelen bir karamsar, kötümser; birinde yaşamı giysilere, mayolara, şapkalara falan indirgemiş bir şairdir…
Tüm bunlar birbirleriyle uzaktan yakından alakası olmayan tanımlamalardır. Yukarıdaki ifadeler kendi içlerinde doğru dahi olsalar ‘bütünü’ açıklamaktan uzak oldukları için yanlıştırlar.
Yanlıştırlar; çünkü yalıtılmış parçalar asla bütün hakkında genel kanıların oluşmasını sağlayamazlar. Bu tarzda bir hataya düşmemek için Edip Cansever’i dönemin en somut koşulları içerisinde ele almak ve her şeyden önce şiirin Cansever’deki yerini sorgulamak gerekmektedir. Bunu sağlamanın yolu soru sormaktan geçmektedir. İşte Cansever’in şiirini ve şiirlerinde ele aldığı ‘insan’ı deşifre edecek birkaç soru: ‘Cansever’de şiirin yazılış amacı nedir? Verili bir insan gerçeğinden mi yoksa kurgulanmış/ oluşması arzulanmış bir insan tasavvurundan mı yola çıkar şair?’
Cansever’de şiirin yazılış amacı, insan gerçekliğinin çok boyutluluğunu bir noktadan dahi olsa yakalamak ve yakalanan noktadan yaşamın içine girerek onu görünür kılmayı sağlamaktır. Bu anlamda Cansever’de şiir, binyıllardır süre gelen ulu bir amaca hizmet eden bir araç durumundadır: İnsan hakikatini anlamak. Cansever, şiir yazmaktaki amacını ‘Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım.’ diye ifade eder ki bu ifade ediş yeterince anlaşılırdır şiirin şairdeki yeri için. Tüm amaç insanda düğümlenmiş, tüm yollar insanda sonlanmıştır.
İnsana ulaşma, onu soyutluktan kurtarıp somuta indirgeme, insanın içsel dramını kurcalama gibi amaçlar hemen birçok sanatçının amaçları arasındadır.
Ancak Cansever’de, bu amaca ulaşmanın aracı durumunda bulunan şiir ve onu var ediş tarzı, içinde yaşadığı dönemin yerleşik anlatım tarzlarından uzaklaşıp kendi özgünlüğüne ulaşmasıyla birlikte radikal bir tutumun ifadesi olur. Cansever’in, Orhan Veli, M. Cevdet Anday ve O. Rifat’ın başını çektikleri Garip Akımı’nın etkisiyle 1947’de yazdığı ‘İkindi Üstü’ adlı şiir kitabını saymazsak ( ki kitap Orhan Veli tarafından ‘Bazı genç şairler şiir yerine hikaye yazıyorlar.’ diye eleştirilmiştir.) diğer kitaplarında Garip akımının etkisinden kurtulur ve kendi özgün yatağına ulaşır. Bu özgün yataktaki anlatım teknikleri, döneminin anlatım tekniklerinden farklılaştıkça ‘radikal’leşir. Teknikteki radikallik somutta ele alınmaya çalışılan insan tanımlamalarındaki radikallikle paraleldir; bu iki paralellik birbirini besler ve genişletir.
K. Marks, ‘Radikal olmak köklere inmektir; ama insan için kök insandan başkası değildir.’ diye yazar. İşte Edip Cansever’in de köklere radikal bir biçimde inme çabaları ve bu çabalarının sonucunda karşılaştığı şey ‘insan’dan başka bir şey değildir. Tüm inlemeler, gerilimler, kaçışlar, direnişler, adres sormalar gelip bir noktada kesişir ve anlam kazanmaya başlar:
‘Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz bir şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka’
İnsanın, insan olmaktan başka bir seçeneği yoktur. Bu bir çeşit yabancılaşma kırılması, bilincin kendini buluşu, kendine yönelişidir. Bilincin bu kendine yönelişi imgeler aracılığıyla sağlanır.
Bu da ikinci sorunun yanıtıdır. Yani Cansever, verili bir insan gerçeğinden hareket etmez; tersine insanı toplumsalın sınırları içinden somut olarak çekip çıkarır, imgenin hamurunda yoğurur, bu yoğurmada kurgulanmış bir evren ve insan gerçekliği, henüz olmayan bir gerçeklik vardık ki bu da şairi, kurgulanmış, olması arzulanan bir insan profiline kaydırır.
Bir başka ifadeyle Cansever, insan ve yaşam gerçekliğini, gıdasını somuttan almış kurgular aracılığıyla parçalar, yeniden kurar ve en sonra da onu ait olduğu yere, yaşamın içine tekrar gönderir.
Bunu sağlamak için de dışarıdan bir gözlemci gibi davranır ama her koşulda içeridedir. Kent içinde kendini yitirmiş insanın acılarını, kaçışlarını ve çaresizliklerini kendine özgü bir tarzda inceler, modern toplum cehennemi içinde kıvranan insanın ruhsal gerilimlerini ayrıntılı bir biçimde sunar şiirlerinde.
Bu gözlemcilik dışa dönük olduğu zamanlarda (?) Cansever’in şiirlerinin tam ve eksiksiz bir analizini yapmak için bu iki akımın bilinmesi şarttır; bu akımlardan yalıtılmış değerlendirmeler yukarıda bahsettiğimiz hatalara düşmeye yol açar.
Kendi içinde ucu sivri bir bıçakla gezerken Cansever, aslında toplumsal bünyenin de içinde gezer. Veya ‘Yüzümü içime kırbaçlıyorum, korkunç yüzümü.’ derken de aslında toplumsal- kültürel olanın da yüzünü içine doğru kırbaçlar ve acısından bir dünya kurar. Yine tersinden ‘gülemiyorsan ya, gülmek/ bir halk gülüyorsa gülmektir.’ derken de aslında yaptığı şey birey ve toplum arasındaki bağa vurgudur.
Bu ikili yan onun şiirlerinin omurgasını oluşturur. Bu omurgayı kurup onu ete kemiğe büründürme işlevi de düş gücü, imge, eğretileme, sözcük seçimi ve dağılımı, gözlemcilik gibi unsurlardan yararlanılarak sağlanır.
Son derece gerçekçi gözlemlerin ve yansıtmaların soğukluğu içinde birden bire ‘bırakın yaralı geyik gitsin ağlasın’ tarzından iç lirizmin yüksek titreşimlerinin hakim olduğu dizeler ile gerçeğin kuruluğunu giderir ve okuru şiirin içine çeker; ister ki okur sözcüklerin ve onların çokluğu anlam çağrışımlarının içinde kendi yüzünü kırbaçlasın, kendiyle hesaplaşsın, kendi unutulmuş yanlarını hatırlasın. İşte buradan sonra; şiirin içine şurasından burasından dahil olmuş okurun kendi yabancılaşma öyküsüyle yüzleşmesinin sahnelendiği bir tiyatrodur şiirin mekanı.
Oyuncuları, nesneleri, diyalogları, duyguları ve algılayışları ile Cansever tarafından yaratılmış bir tiyatro içinde kendini görmek isteyen bir karakter oluverir okur ki bu aşamadan sonra artık bir seyirci değil oyuncudur. Ô¨Åiirle okur arasındaki köprü kurulmuş dramatik çatı altında yalnızlıkları, çaresizlikleri, bunalımları, sahtelikleri ile yüz yüze kalmış insanın acı ile mayalanmış trajik var oluş sancıları işlenir. Bu trajik var oluş sancılarının işlendiği en iyi mekan ise hiç kuşkusuz Cansever’in uzun ve soluksuz şiirleridir. Sözgelimi ‘Çağrılmayan Yakup’ta, ‘Ben Ruhi Bey Nasılım?’da, ‘Tragedyalar’da veya ‘Umutsuzluklar Parkı’nda olan şey tam da birbirini izleyen sayısız dize içinde okurun kendi gerçekliğini yakalamasıdır.
Bu şiirler insanı yutan şiirlerdir. Derinliğini, anlamların akışını, sözcüklerin içsel gerilimlerini doğrudan yaşamın ve insanın gerçekliğinden alan türdendir. İşte bu türden dizelere örnek olması açısından insanın kanını, yarattığı ironi içinde donduran birkaç dize:
‘Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.’
İnsanın suçluluğunu yüzüne yüzüne çarpan bu dizeler; insanın kendini sorgulaması için yeter de artar bile. İnsan bu dizeler aracılığıyla dünyadaki adaletsizliklerin, sömürülmelerin, katliamların, işkencelerin, işlenen bütün insanlık dışı uygulamaların içinde kendisinin de bu kirli dünyaya ortak olduğunu dehşet içinde fark eder, öyle ki hiçbir şey suçsuz çıkaramaz onu artık. Bu J. Paul Sartre’nin ‘Hepimiz Katiliz’ demesi gibi bir şeydir, ki Cansever bu tarz ifadeleri sıklıkla kullanır. Soru sorarak, diyalog aracılığı ile dizeyi bitirmeyerek vb. bu durumu yaratır.
Tüm bu çabalar insanın evrensel mahkumiyetini gösterebilmek içindir; insanın gerçeklikle yüz yüze gelmesi amaçlanır. Varlık ve hiçlik ile yüzleşmesi için her şeyi yapar Cansever. Hatta öyle ki; ‘Başka değil, yokluğu görmek için/Kirli Ağustos! Göz kapaklarımı da yaktım sonunda.’ diyebilecek kadar ileri gider. ‘Varlık’ı ve ‘hiçlik’i, insanın suçluluğunu görmesi için gözkapaklarını dahi yakan bir şair…
‘Cansever’in ele aldığı insan ne türden bir insandır?’ Bu sorunun yanıtı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, ‘Modernist, içinde kendi gerçek yerini bulamamış, aitlik duygusu paramparça olmuş, durmadan adres soran ama bir türlü kalıcı bir adres bulamayan bir insan türü’dür. Kentsoylu, yaşamın içinde kimlik sorunları yaşayan insanın öyküsüdür anlatılanlar… Açmazları, çıkışsızlıkları, anlamsızlıkları, arayışları, bunalımları ile çırpınmalar içinde kıvranan insanın hazin öyküsü…
Ama her şeye karşın bir şey vardır insanı yaşama bağlayan; onu mücadeleye iten bir şey: Umut! Tragedyalar’da olsun, Umutsuzlar Parkı’nda, Kirli Ağustos’da, Sonrası Kalır’da olsun, umut her zaman insanın ve yaşamın içindedir. Bu anlamda Cansever’i ‘öz’den gelen bir kötümser olarak nitelemek hiç de doğru bir tutum değildir. İnsan her ne kadar kendine yabancılaşmış, yerini ve kimliğini bulamamış, acı çekip sonsuz kederlerle yaşıyor olsa da ‘umut’tan vazgeçmemelidir; çünkü umut, insanın kendi kilitli kapılarını açmasının en insani anahtarıdır.
İnsanın daha adil, içinde baskıların, yasakların, kırımların ve köleliklerin olmadığı bir dünyada özgürce yaşaması için verilen mücadelede; insani amaçlarından saptırabilecek her türden yılgınlığa karşı insanın sığınacağı tek ve gerçek limandır umut. Tek ve en anlamlı güç kaynağı… Cansever’in;
‘Ve umutlar sonsuzdur.
Çünkü en büyük yaslar
En büyük ölümlerden sonra tutulur.’
derken kastettiği umutlar gerçekten de sonsuzdur ve insanı kendi gerçek kurtuluşuna taşıyacak olan mütevazı sandal, umuttan başkası değildir.
Umutsuzlar Parkı’nı ‘İnsan/ Sana Güveniyorum/ Saygılarımla.’ diye bitirmesi insana olan saygısının ve umudunun en açık ve samimice ifadesidir.
Hemen hemen tüm şiirleri ilk bakışta insanı çıldırtacak derecede umutsuzluk, karamsarlık, yalnızlık, acı ve kederler ile dolu olsa da, aslında tüm bu karmaşık duyguların altında, şiirinin dokusuna iyice sindirilmiş bir kurtuluş umudu vardır. Cansever’in çeşitli eleştirmenlerce tam anlaşılmaması, belki de bu umudun daha net ifade edilmemiş olmasındandır, kim bilir? ‘Anlaşılmazlık’, Cansever’in seçtiği bir yol, bir ‘şair kaprisi’ değil kuşkusuz. Cansever öyle bir şair değil. Görmek isteyen gözler, ondaki ‘umudu’ görecektir.
Cansever, modern kapitalist toplumda yerini bulamamış insanın, içşel dramını kendine özgü anlatım teknikleri ile anlatırken bunu çoğu zaman şiirde yarattığı kişilikler (Yakup, Cemal, Seniha, Eyüp, Ruhi Bey… gibi) aracılığı ile bazen de doğrudan şiiri kuran öznenin kendisi aracılığı ile sağlar. Bunları yaparken eğilip kendi içine bakmaya cesaret eden insandan başkası değildir.
Kendiyle hesaplaşmasının, kendini mahkum etmesinin, zaaflarını görmesinin, giderek tüm eksikliklerin kendisi de dahil olmak üzere toplumsalın tamamında olduğunu fark der. Buradan sonrasını birey ve toplum arasındaki, birey ve tarih arasındaki çatışkının insana uygun olana dair yeniden kurulması için verilen mücadele oluşturur. Bir mektubunda ‘bizlere dadanan her yakıcı umutsuzluk, her küstah acı, bir güzelliğe, bir yaşama sevincine dönmek zorundadır ister istemez. Anlam da bizde, anlamsızlık da.’ diye yazar.
Ve bu ifadeler adeta özetidir Cansever’in. Acılar ve umutsuzluklar öyle veya böyle muhakkak yaşama sevincine ve umuda dönüşmek zorundadır.
Umudu kanları, gözyaşları, acıları ve sonsuz özlemleri ile yaratanlar daha iyi bilirler bunu; çünkü onlar bunu başardılar. Zulmün karanlık yuvalarında inançları ve değerleri uğruna savaşan zindan direnişçilerinden; özgürlük uğruna Mezoptamya’nın kurak topraklarını kanlarıyla sulayıp yeşerten savaşçılara değin uzanan direniş yelpazesi içinde yer alan herkes bunu çok iyi bilmektedir.
Acılarından umutlar yaratmasını bilenler yaşamı yeniden kurdular ve bir başka dünyanın mümkün olduğunu gösterdiler. ‘Onlar, o hiçbir şeyden yapılmamış adamlar/Üşümüş, yorgun ve bütün gün adres soranlar.’ Canlarıyla beslediler umudun kuşlarını ve saldılar üstüne; aydınlığa çevirdiler karanlığı…
(Cemal Kanayazan)