Erdal Öz – Cam Kırıkları
Yeşil ceketlisi anlatıyor, mavi gömleklisi dinliyor. Dinliyor mu, belli değil. Ben masanın ucundayım. Masanın öbür ucunda iki kişi daha. Uzunca bir masa. Benim karşım boş. İçerisi dumanla kaplı. Gözlerim yanıyor.
Yeşil ceketlisi durmadan anlatıyor. Hem içiyor, hem anlatıyor. Kulağıma yapışıp kalan saçma sapan şeyler: bir gecede bilmem şu kadar para harcadığı; ‘Küçük Bilmem ne Kulüp’te aşka gelip nara attığı, silah çektiği, sonra da kapı dışarı edildiği; beş parasızlıktan parkta gecelediği, -böyle şeyler işte- sonra emekli bir albayın paltosunu bozdurup kendine ceket yaptırdığı…
Sonra bardağını alıp geliyor, karşıma oturuyor. Başlıyor anlatmaya:
“Bakın bu anlatacağım olay çok ilginçtir.”
“Bana mı söylüyorsunuz?”
“Dinle,” diyor. “Savcıydım o zamanlar.”
“Siz mi?” diyorum.
“Dinle,” diyor. “Genç, yakışıklı. Savcıydım, bilmem anlatabildim mi? Bir tiyatro topluluğu gelmişti kasabaya.”
Kasabaya bir tiyatro topluluğu gelmiş. Savcıymış bizimki. Kızlardan ikisi çok güzelmiş.
“Taze badem gibiydiler,” diyor.
Geğiriyor. Uzanıp rakısından bir yudum alıyor, elinin tersiyle ağzını siliyor. Tiyatroculara haber salmış: ‘İşiniz bitince hepinizi Şehir Kulübü’nde bekliyorum. Hepiniz davetlimsiniz’ diye.
“Savcıydım; bilmem anlatabildim mi?” diyor.
Bir sigara yakıyor.
“Şehir Kulübü’nde masaları donattım, nasıl ama, görmeliydiniz. Bütün adliyeciler oradayız. Kasabanın eşrafı da orada. Sonra kasabanın ileri gelenleri: emniyet müdürü, cezaevi müdürü, kaymakam, jandarma komutanı, mal müdürü. Herkes canım. İçiyoruz…”
Gece yarısı, saat bire doğru gelmiş tiyatrocular.
“Geldiler. Aaa, bir baktım, yanlarında iki kaknem karı.”
Bakmış. ‘Baktık’ demiyor, ‘baktım’ diyor.
“Al birini vur öbürüne. Kemirilmiş iki pirzola kemiği.”
“Hani kızlar ulan?” demiş, üstüne yürümüş ‘keltoş’ toparlak tiyatrocunun. “Bir elim de havada,” diyor. “İndireceğim Osmanlı tokadını herifin suratına; bilmem anlatabildim mi?”
“Hastalandılar Savcı Bey,” demiş keltoş toparlak tiyatrocu.
“‘Ulan, orospu çocuğu!’ dedim yürüdüm üzerine, geri kaçtı,” diyor.
Bunu derken gözlerimin içine bakıyor. Sanki bana sövüyor gibi canlandırıyor anlattığı sahneyi. Çevreme çekinerek göz atıyorum bana sövdüğünü sanmasınlar diye, ister istemez gülümsüyorum. Gözlerini gözlerime dikmiş; bir eli havada. Az sonra Osmanlı tokadını suratımda patlatacak sanki. Çevredekilere aldırmamaya, biraz da duyurmaya çalışarak, yüksek sesle:
“Hak etmiş ama,” diyorum. “Vursaydınız suratının ortasına. ”
Oysa bana ne.
“Vurmadım,” diyor. “Vuramadım.”
Gözlerimi gözlerinden kurtaramıyorum. Bir de ağır ki gözleri.
“Öyle olsun,” demiş.
Rakısına uzanırken gözlerini çekiyor üzerimden. Eğilip bakıyorum, mavi gömleklinin gözleri üzerimizde. Gülümsüyor. Bardağını kaldırıyor. Bardağımda kalan rakıyı başıma dikiyorum. Cacıktan bir kaşık alıyorum. Yüzüne bakmamak için bir kaşık, bir kaşık daha.
Savcı bozuntusu anlatıyor:
“Masadaki arkadaşlara rezil oldum,” diyor.
Saat ikiye doğru hesabı ödeyip çıkmış.
“İki adamım da dışarıda, köşe başında beni bekliyorlar; bilmem anlatabildim mi?” Kollarını açıyor, “İrikıyım ikisi de,” diyor. “İkisi de Siirtli. ‘Gidin temizleyin şunları’ desem, ikisi de o anda…”
Bana bakmadığını sezdiğim anda başımı kaldırıyorum. Gözlerini ovalıyor.
“Gidin ulan şu iki tiyatrocu kızı alıp getirin otelden,” demiş.
“Çeyrek saat geçti, geçmedi,” diyor , -elimde olmadan bakıyorum, gözlerinde müthiş bir güven duygusu- ” iki kızı da battaniyelere sarıp getirmişler.”
Gülüyor. Keyifle gülüyoruz.
“Ama nasıl?”
Elimde olmadan,
“Nasıl?” diyorum.
Yine gözleri gözlerimde, bana anlatıyor:
“İkisi de incecik gecelikleriyle. İkisinde de kısacık iki pembe kombinezon. ‘Kombinezon’ derler o ince dantelli şeye değil mi?”
Masada birkaç ağızdan ‘evet’ çıkıyor. Belli ki bütün masa bizimkini dinliyor.
“Uykudan uyandırmışlar kızları, battaniyelere sarıp atmışlar omuzlarına, getirdiler,” diyor.
Bir sessizlik oluyor. Bardağına rakı koyuyorum. Kendi bardağıma da. Sessizlik uzuyor. Neden sonra, öteden biri,
“Eee?” diyor.
“Esmerini Kaymakam Bey’e gönderdim. Sarışını ben aldım. Adı Günay mıydı neydi. Sabaha kadar… Hem içtik, hem…”
Elini, yumruk yaptığı öbür elinin dibine vuruyor.
“Ben öyle karı görmedim. Bir de civelek”
Hıyar gibiymiş memeleri.
“Dipdiri uzun uzun şeylerdi. Taze hıyar gibi, anlatabildim mi?” diyor.
Belli ki atıyor. Atsa ne olur, atmasa ne olur. Bakınıyorum; boş bir masa olsa kalkacağım. İçerisi tıklım tıklım dolu. Garsondan kavun istiyorum. Sigara yakıyorum. Önümdeki rakı bardağı terlemiş. İskemlemi geriye itip arkalığına dayanıyorum. Köşedeki masanın üstündeki radyodan gelen müziği tanıyorum. Charlie Chaplin’in ‘Sahne Işıkları’ filminde kullandığı müzik. Kendi bestesi. Birden bir boşlukta gerilere çekiliyorum.
“Sahne Işıkları’nı gördün mü?” diyor. Bu soruyu sorduğuna çok seviniyorum. Öyle tatlı ki sesi. “Gördüm,” diyorum. “Nasıldı ama?” diyor sevgilim. “Sen o yürüyemeyen kızdan çok daha güzelsin,” diyorum. Gülüyor. “Nasıldı ama kızın yürüyüşü?” diyor, pembemsi sesiyle. “I am walking! I am walking!” Gözlerinin içine bakıyorum. İki koyu kahverengi gözün bebeğinde görüntümü görmek sevindiriyor beni. Geceyi onunla geçirecek olmanın gerilimi içinde uzanıp öpmek istiyorum dudaklarını, geri atıyor kendini. Küçücük ellerini avuçlarımın içine alıp sıkıyorum. Yumuşak, kaygan, kemiksiz gibiler. Gece yurda dönmeyecek. İzin almış. Odamda şarap içeceğiz. Şiirler okuyacağız…
“Tabii canım, dururlar mı? Keltoşla arkadaşları doğruca karakola gitmişler.”
Emniyet müdürü oyalamış onları.
“Ulan Cumhuriyetin savcısına bu numara yapılır mı?” diyor. “Kızlar şikayetçi olmadılar. ‘Savcı Bey de, Kaymakam Bey de çok kibardılar. Ağırladılar bizleri. İçkiler içip şarkılar söyledik birlikte. Hepsi bu,’ dediler. Kasabadan ayrılırken çiçeklerle uğurlattım onları.”
Yeniden dolduruyorlar bardağımı. Beyaz buğulu bardak gidip gidip gelmeye başlıyor önümde. Elimi uzatsam tutamayacakmışım gibi. Durmadan terliyor bardak. Bardağın hemen ötesinde mavi çizgili masa örtüsünün son üç mavi çizgisi… Son çizginin üzerinde sevgilimin çıplak ayağı.
Eli kadar güzeldir ayakları sevgilimin. Az öpüp okşamadım onları. Ayağından çekip çıkardığı ayakkabısını havada sallayıp içindeki kumları döküyor. Dönüp denize bakıyor. “Deniz ne güzel.” O söyleyince deniz daha da güzel. İçimden geçenleri ona söyleyemiyorum. Gülüyor. Anlıyor. “Çok tatlısın,” diyorum. Ayağını önümüze gelip kumlara yayılan denize uzatıyor. Tam ayağının ucundan geri çekiliyor deniz, hışırtıyla…
“…Her akşam o ıslık sesi. Hep o saatte. Uyuyamıyorum. Yavaşça kalkıp birden açıveriyorum pencereyi. Kimsecikler yok, ay aydınlığında görünür hiçbir kıpırtı yok.”
Mavi gömleklisi anlatıyor bu kez.
“Vay anasını!” diyor karşısındaki.
“Dinle,” diyor, mavi gömleklisi.
Garson getirdiği bir dilim kavunu masanın ortasına bırakıyor. Uzanıp kavunu önüme çekiyorum.
Laleli’ye inen yokuştayız. Aksaray’dan sağa dönüp yukarı çıkıyoruz. Çevremiz çiçeklerle dolu, geyiklerle. Çiçekler olanca sessizlikleriyle bir bir açılıveriyorlar. Geyikler papatyaları ezmemeye çalışarak, uzun atlayışlarla, müthiş bir hızla, su gibi akıp gidiyorlar önümüzden, yanımızdan. Elini avucumda döndürüyor. O büyük su kemerinin altından geçiyoruz. “Bu kemerin adını biliyor musun?” diyor. “Bilmiyorum,” diyorum gözlerine bakarak. “Bozdoğan Kemeri,” diyor. “Bozdoğan Kemeri,” diye yineliyorum. “Dün de geçmiştik buradan,” diyor. “Hiç farkında değilim,” diyorum. Dönüp saçlarımı okşuyor. Kaldırımın kıyısına çekiyorum onu. Yüzünü iki avucumun içine alıyorum. Dudaklarını uzatıyor. Üst dudağını dişlerimin arasına alıp hafifçe ısırıyorum. “Bize gidelim mi?” diye fısıldıyorum. “Saat kaç?” diyor. Bakıp söylüyorum. “Allah kahretsin! Yurda dönmeliyim. Geç kaldım,” diyor. Dönüyoruz. Bu kez hızlı yürüyoruz. “Bu yaz İzmir’e gelecek misin?” diyor.
“Gelmemek olmaz,” diyorum. Gidemeyeceğimi biliyorum oysa. “Ne zaman gelirsin?” diyor. “Fuar zamanı,” diyorum. İçime birden bir avuç cam kırığı atılıyor, binlerce cam kırığı. İçim kıpkırmızı kan. “Seninle Kadifekale’ye çıkarız,” diyor. “Çıkarız sevgilim,” diyorum. Bir geyik alıp onu Kadifekale’ye çıkarıyor. Ben arkalarda kalıyorum. “Kadifekale’den bütün İzmir’i seyrederiz,” diyor. “İmbat mı eser İzmir’de?” diyorum. “Nereden biliyorsun imbatı?” diyor. “İzmir’de daha önce hiç bulundun mu?” “Hayır,” diyorum. “Duydum.” İmbat esiyor. İzmir soluk alıyor. Akşamüstü. Kadifekale’deyiz. Eli yine elimde. Avucumun içinde küçücük yumruğunu döndürüp duruyor. Bacaklarımız birbirine yapışık. Bir alacakaranlık duvarın üzerindeyiz. Karşıyaka ışıklar içinde. Benim içimdeyse kanatan cam kırıkları. İzmir’e gidemeyecek olmanın anlatılmaz sıkıntısı. Eli sıcacık. Dudaklarını ağzımda hafifçe çiğneyip dilimi ağzında dolaştırırken, tam göğsünü avucumda sıkarken…
“…İçsene!”
Bir zamanlar savcı olan, çok konuşan yeşil ceketlinin yarı kapanık gözlerini gözlerimde buluyorum.
“Hadi bakalım,” diyor, bardağını bardağıma vuruyor.
Yarımlanmış bardağımı ağzıma götürüyorum, ama içmiyorum.
“Ya, böyle işte,” diyor. “Sonunda beş parasız evlendim o kızla.”
Hangi kızla? Bana bakarak söylüyor. Anlattıklarını kaçırmışım. Anlamış gibi başımı sallıyorum.
Mavi gömleklisi atılıyor öteden:
“Olsun,” diyor, “yaşamışsın ya, sen ona bak.”
Eğilip bana soruyor mavi gömlekli:
“Sen ne dersin bu işe? Haksız mıyım?”
Eğilip bakıyorum: Mavi gömlekli bir uzaklaşıp bir yakınlaşıyor. Niye bana soruyor bunu? Bana ne?
“Yoo, haklısın,” diyorum. “Haklısın.”
“Gördün mü, arkadaş da hak verdi,” diyor mavi gömlekli.
“Olsun,” diyorum karşımdakine, -bu kez gözleri üzerimde mi, değil mi, fark edemiyorum- “yaşamışsın ya, sen ona bak.”
“Orası öyle,” diyor karşımdaki.
Orası öyleymiş.
Sıkıldım. Kalkmak istiyorum. İskemleye yapışmış gibiyim. Biri yardım etse. Şu adamlar sussalar. Şu ışıklar sönse. Şu kendimi sokakta bulsam. Gecenin içinde yürüsem. Eskiden olduğu gibi. Doğruca Bozdoğan Kemeri’nin oralara… Elimde yarım bir sigara. Dudağımda soluk ama benim olan bir ıslık; belki ‘Sahne Işıkları’nın o tatlı ezgisini fısıldayarak, kemerin altından yürüyüp geçeceğim.
Ne o, kalkıyor musun?” diyor bir ses.
Başımı sallıyorum.
“Yahu bu saatte nereye?”
Bir elim havada,
“Bozdoğan Kemeri’ne,” diyorum.
(Erdal Öz, 1962-2001)