Erdal Öz – Sular Ne Güzelse
Üzerine oturduğum kayalığın karanlık kovuklarına küçük patlamalarla vurup duruyor deniz.Puslu, kapanık bir göğün altında yürüyüp geldim buraya.
Yıkık sur kapısını geçince, sur duvarlarının içine oyulmuş, altı yedi kişinin güçlükle sığdığı o küçük içkievini görmüştüm önce. İçeridekiler görmesin diye pencerenin önünden eğilip geçmiştim. Sonrası birdenbire denizdi.
Kuma çekilmiş karanlık, uzun sandalların arasından geçtim. Uçtaki bu karanlık kayalığa nasıl gelip oturduğumu hatırlamıyorum. Sigara yakmak için kibritimi çakınca, kayıkların ötesinden birinin, ben de buradayım, der gibi bana doğru öksürdüğü aklımda.
Ötelerdeki fener, o sonu gelmez dönüşleriyle uzun ışık çubuklarını denizin üzerinde dolaştırıp duruyordu. Fenerden ara sıra bana kadar uzanan ışık çubuklarında görebildiğim denizi ellerimle tutacak gibi oluyordum.Getirip geceye süslediğim, getirip denizle gecenin buluştuğu yere koyduğum yüzüne ışıklar vurup vurup geçiyordu. Sana sigara içişlerini ekliyordum da, kibriti yakarken yine ellerim titriyordu. İnce parmaklarının arasında tuttuğun sigarayı dudaklarına yapıştırıp bana doğru eğilişin; kibritin alevine sokuluşun; o düzgün, öpülesi dudaklarının arasından dağılan, bir öpücük gibi yüzüme konan o ilk duman; sonra da masaya dayalı dirseğinin üzerinde bir kuğu boynu gibi yükselen biçimli kolunun ucundaki küçücük elinin parmakları arasında tüten sigaranın gerisine çekilip arkana dayanışın.
Var gibi yok gibi bir görünüp bir silinen yüzünün üzerinden deniz fenerinin ışık çubukları, belli aralıklarla gelip geçerken, sağa sola her dönüşünde savurduğun kalın örgülü saçınla süslediğin güzel yüzünü bir ben görebiliyordum. Bir keresinde yüzün yine aydınlığa girince, yanağında, dudağının hemen biraz sağında, oracıkta, bir küçük sinek ısırığı görmüştüm de, yaşanırlığın küçük de olsa bir belirtisi saymıştım onu; sevmiştim. Seni bir resim gibi, bir heykel gibi düşünmek istemeyişimdi belki. Yaşayan, soluk alıp veren, konuşan, öpüşen, gülen, sırasında ağlayan, mutluluğu özleyen, ama acı çeken, yalnızlıktan bunalan ve bunalmayan deliceleri olan genç bir kız diye sevişimdi seni.
Sokağınızı bulduğumda güneş daha batmamıştı.
Tahtaları kararmış, ince demir parmaklıklı pencere önlerinde saksılar dolusu renk renk camgüzelleri sıralı, ikişer üçer katlı ahşap evlerin, boyaları dökülmüş kapılarında ’48’ numarayı arıyordum; senin verdiğin numarayı. Bir kağıda yazmıştım. Unutmamak için boyuna elimde buruşturduğum kağıda bakıyordum.
“Köşedeki bakkala sor,” demiştin.
Sormuştum. Bakkalın başı kalabalıktı. Yüzüme dik dik bakmıştı. Aldırmamıştım. Başından savar gibi buraları söylemişti.
“Önünden tren geçer,” demiştim.
Kapılarda numaraları arıyordum. Ansızın, müthiş bir gürültüyle müthiş bir tren geçmişti yakınımdan. Dalgınlığımın içinde hiç beklemediğim bir patlamaydı trenin geçişi. Neden bilmem, ilk evin basamaklarına atıvermiştim kendimi; sanki trenin üzerimden gelip geçmesinden korunmuştum böylece. Kirli mavi vagonların çok yakınımdan akıp geçişi başımı döndürmüştü.
Kapıların hiçbirinde numara yoktu. İkişer atlayarak, evleri, kapıları sayarak yürüyordum. ’48’ numaralı olduğunu sandığım kapıyı bulduğumda yüreğim durmuştu sanki.
Yukarılara bakmıştım; evin ikinci katına. Pencereler açıktı, ama sensizdi. İyi ki sensizdi. Kimdi o kadın, bilmiyorum, kara bir başörtüsünün altına gizlemişti yüzünü; baktığım, perdeleri çiçekli pencerelere bakmıştı da, buruşuk, öfkeli, ince bir sesle,
“Kimi arıyorsun?” demişti.
Öyle ansızın, öyle dövercesine sormuştu ki, utanmıştım.
“Buralarda Şefik beyin evi olacak; onu arıyorum. Acaba siz…”
Bakışları, birden o örtülü kötülükten arınmış, bu kez de meraklı bir gülümsemeyle doluştu.
“Şurası,” demişti.
“Şurası” dediği, başıyla gösterdiği eve bakmıştım.
“Şu taş basamaklı büyük ev.”
“Şu köşedeki mi?”
Başını sallamıştı.
“Sağolun.”
Kapattığı yüzünden genç mi yaşlı mı olduğunu anlayamadığım kadının, yüzünü açıp arkamdan şaşkın şaşkın baktığını sanıyorum.
Köşedeki taş basamaklı üç katlı büyük evin kapısında da numara yoktu. Görülmek de istemiyordum; çekiniyordum. Üstelik, evin ikinci katının penceresinden tren yoluna uzatılmış uzunca bir değneğin gerdiği iplere kurusun diye bebek çamaşırları asılmıştı. Senin anlattığın eve hiç benzemiyordu. Bir başka Şefik beyin evi olabilirdi. Bir suçlu gibi sıvışıp gitmiştim o evin önünden.
Gecikiyor olmanın telaşı içinde dönüp bakkala bir daha sordum. Başı çıplak bakkal, müşterisi olmadığımdan belki, kapının dışına kadar çıkıp yolun çok daha ilerisini gösterdi eliyle. Açtım adımlarımı. Başka bir Şefik beyin oturduğu taş basamaklı evin önünden hızla geçtim. Köşeyi dönünce sokağı kız çocuklarıyla dolu buldum. Sizin olması gereken, perdeleri açık ama sensiz olan ahşap evin, beni bir an korkutan, beni belki de bilinmez bir gelecekte içine alacak olan evin önünde, bilmediğim çocukça oyunlarının içinde buldum onları. O kadar garip bir görünüşüm mü vardı, bilmiyorum, ama o sokak için alışılmamış, yabancı biri olduğumdandır belki, beni görünce bıraktılar oyunlarını, donuk gözlerle bana bakarak kalakaldılar oldukları yerde.
Senin gibi sarı saçlısı, gözlerimin içine kadar sokulup baktı bana. Ne yapacağımı bilemedim. Bir suçlu gibi geri çekildim. Neden sonra toparladım kendimi,
“Çocuklar,” dedim, “Şefik beyin evini bilen var mı aranızda?”
Anlamamış gibi, oldukları yerde, suskun, durdular öylece.
“Sizin mahallenizde değil mi burası?”
Saçları senin gibi sarı olanı, çekingenliğini gerilere itip konuştu sonunda:
“Bizim mahallemiz tabii.”
“peki, bu sokakta oturan var mı aranızda?”
“Bu sokakta oturuyoruz,” dedi saçları sarı olan.
Birden aklıma geldi; iyi ki geldi: adınla sordum seni, hiç çekinmeden.
“Tanımıyor musunuz onu?” dedim. “Burada oturuyorsanız tanıyor olmalısınız.”
Sevinçle cıvıldaştılar. Sokak, bir anda şarkılandı. Başlarını kaldırıp bir ağızdan sana seslendiler.
Sarı saçlısı, -ne güzledi gözleri- bir yandan sana seslenirken, bir yandan da koşuyordu sizin eve doğru.
“Çocuklar, durun biraz!”
Aklıma ilk geleni yaptım: dönüp hızla uzaklaştım oradan. Kaçtım da diyebilirim. Köşede bir an durup soluklandım; dönüp baktım: Kolsuz, deniz gibi kazağınla ikinci katın penceresindeydin. Hemen önünden geçen elektrik tellerine takılmış bir uçurtma gördüm. El sallayacaktım sana uzaktan, ama arkanda beliren bir hanımın yüzü -annen olmalıydı-, bir de tam o sırada gürültüyle yanıbaşımdan geçen yeni bir tren, yeniden adımlarımı açmak zorunda bıraktı beni. Yukarıda caddeye çıktığımda tren sesi uzaklardaydı. Yokuş yukarı koşar adım yürümenin hiçbir anlamı yoktu; bir açıklaması da. Düzlüğü bulunca, bir taşın üzerine yığılınca anladım bunu. Üst üste birkaç sigara daha içtim orada. Uzaklardan, sizin oralardan bana kadar uzanan karşı yönden gelen bir başka tren sesiyle oturduğum yerden kalkıp tramvay yoluna çıktığımda sokak lambaları yanmıştı.
Ben bu türkülerle büyüdüm. Beni ninnileyen, ağıtlayan, mutlayan, beni ‘ben’ yapan biraz da onlar. Ben onlarsız yapamam. Ama bu yoğun, bu karanlık gecede, denizi, gökyüzünü, seni, beni birbirimizden alıp birbirimize vuran bu türkülü, bu bol sigaralı gecede, az ötemdeki uzun, karanlık, yorgun kayıkların oralardan gelen o öksürüklü türkü, neden beni böyle duygulandırıyor, anlamıyorum.
Bir ara, bir sigara ateşinin, oralarda, yorgun kayıkların hemen ötesinde ateşböceği gibi parlayıp söndüğünü görür gibi oldum.
Oydu söyleyen. Kendini de, bilmeden beni de savuran oydu; o ateşböceği gibi yanıp sönen sigarasının ucundaki adam. Bu uçtaki kayaya gelip oturduğumda, ilk kibriti çakınca, uzun, karanlık, yorgun kayıkların oralarda görür gibi olduğumdu. Sevişmenin, aşkın bile hoş görülmediği, horlandığı, düpedüz yasaklandığı; ancak ayrılıkların, acıların seslendirilip türkü olduğu bir toplumda, oydu daha önce yaşanmış bir sevdanın acısına en ağır, en çırılçıplak, en bıçaklı ağıtı yakan. Bir yangın yerinde, içimize vuran büyük yalazları körüklüyordu sanki. Kayıkların ötesinde kumlara uzanmıştı belki de; ayaklarını denize sokmuştu belki de; bu sonsuz gecenin altında, alçalmış karanlık bulutların altında, deniz yüzeyinde, kendince, ezilmişliğin, kahrolmuşluğun tarihini yazıyordu belki de. Geceye, gökyüzüne, görünmez engin denize karşı, içindeki Tanrıyı büyüterek, biraz da kendi Tanrılığını seslendirerek dolduruyordu geceyi kendince.
Yavaşça kalkıp gitsem şimdi yanına. Birden aydınlatıversem yüzünü, onu bütün içiyle, o kocaman çırılçıplak içiyle görebilir miydim? Sanmıyorum. Kirli açık yakasından içine sızan yüzündeki ıslaklığı görmeme kızardı sanıyorum. Yarattığı büyü bozulurdu.
Türkü durmuştu. Altımdaki kayalığın kovuklarına, deniz küçük küçük vuruyordu. Bir sigara daha yaktım.
Herkes sokaklarına, evlerine; herkes perdelerinin ardına çekilmişti. Herkes akşam yemeğini yemiş, herkes kendi gecesine çekilmişti. Akşamüstü, önünde kız çocuklarının oynadığı, senin gibi sarı saçlı küçük kızın “Bak seni bir ağabey arıyor!” diye penceresine seslendiği, ’48’ numaralı olması gereken, numarası düşmüş ahşap evin kapısıydı bu. Güneşin batmak üzere olduğu saatte gelip bulduğum, geceye hazırladığım evin kapısı.
Ellerim titriyordu kapınızı çalarken. Arkamda iki teyzem duruyordu; karanlıkta iki eskimiş bacı. Kapının üstündeki cam birden aydınlanıvermişti. Arkamı dönünce, iki eski bacının yüzlerini görmüştüm vuran aydınlıkta. Sonradan söylediler: hızla sarılıp ikisini de yanaklarından öpmüştüm.
“Saat 21.30’da çıkın; sizi şu ilerdeki köşede bekleyeceğim,” dediğim aklımda.
İkisi de bu kentin, hele bu sokağın yabancısıydılar. Orada burada dolaşacak, söylediğim saatte gelip bekleyecektim onları köşebaşında.
Kaçar gibi uzaklaştım oradan. Köşedeki lambası kırılmış elektrik direğinin karanlığına sığındım. Kapının açıldığını, yola doğru uzayan aydınlığın içinde kalan iki bacının içeri çekildiğini, ışığın daralıp yok olduğunu, kapının kapandığını izledim oradan. Bitişik evlerden görülmek korkusuyla, yoldan geçen herhangi biriymiş gibi geçtim evinizin önünden. Bir de ıslık sıkıştırdım dudaklarıma. Kim olsa anlardı garipliğimi. Sizin katın ışıklı, çiçekli basma perdelerinde, beklediğim gibi, koyu pembe gölgeler oynadı, sonra her şey durdu.
Ne zormuş. Aklımın ucundan bile geçirmezdim. Ben hiç böylesine sevmedim ki.
Orada saatin bir an önce 21.30’u bulmasını, iki eski bacının evden çıkıvermelerini nasıl isterdim. Ne yaptığımı bilmeden ışıklı alana kadar koşar adım yürüdüm. Işıklı yalnız kahveye oturmak geçti içimden, bir bardak çay içmek geçti, ama nedense göze alamadım.
Sen bütün bu küçük güzelliklerin de en güzel ablasıydın; tıpkı sokağınızdaki çocukların ablası olduğun gibi. Bense, seni bütün bu şeylerden alıp koparacak bir yabancı, bir dışarlıklı. Hakkım yok gibiydi buna.
Birden yine bir tren, yakınımda. Köşedeki bakkaldan, çıplak ayaklarına geçirdiği kırmızı plastik terlikleriyle on beşinde bir kız çıktı sokağa, geçip giden trenin arkasından baktı bir süre; -ona ilk kez başka türlü baktığımı anlayıp şaşırdım- trenin soluk aydınlık camları ardı ardına akıp gidince yine dönüp bakkal dükkanına girdi kız.
Kahvenin, bakkal dükkanının alana vuran ışığında beş oğlan çocuğu top oynuyordu. Birisi, en küçük olanı, donsuzdu, yalınayaktı, küçük çüküyle topun ardında koşup duruyor, ama topla bir türlü buluşamıyordu.
Üstünden tren geçen köprünün altından geçtim. Nemli bir karanlıktı. Odun deposunun önüne bırakılmış büyük kırmızı kamyonun arka lastiğine uzun uzun işedim. Yolun sağındaki daracık kaldırımda yürüdüm. Kaldırım boyunca uzanan yüksek sur duvarları karanlığı gökyüzünden indiriyor gibiydi. Niye olduğunu bilmeden tam yine koşmaya başlayacaktım ki, yıkık sur kapısını gördüm yanımda. Durdum. Uçucu bir çekingenliğin getirdiği ince, belirsiz bir ürpertiyle karanlık kapıdan geçtim. Kimsecikler yoktu. Aysız bir geceydi. İşte orda, ansızın, sur duvarlarının içine oyulmuş o küçük içkievini gördüm. Ancak altı yedi kişinin güçlükle sığıştığı küçücük bir yerdi. Duman içinde birtakım alacakaranlık yüzler. Görmesinler diye pencerenin önünden eğilip geçtim. Sonrası birdenbire denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep sevdim ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni öyle sevdim.
İşteyim. Kayanın ucuna oturmuş, denizle gecenin ortasına getirip koyduğum yüzünleyim.
Ne diye o iki eskimiş teyzemi alıp getirdim size. Sen istedin belki, ama niye? Ah, şimdi kimbilir ne kadar sıkılıyorsundur. Bilmiyorum, o kırmızı, yakası açık giyiminlesindir; nazlı bir kırmızı lale gibi utangaç, sevinçli, kederli, ortalarda salınıyorsundur. Öyle ya, az sonra kız istenecek; susulacak, konuşulacak, gülünecek, sözde düşünülecek; belki de söz kesilecek. Kolay değil. “Kızımızı oğlumuza istiyoruz” denilecek. Onlar sana bakıyorlardır. Biliyorsun, sen kimselere bakamıyorsun. Ama kimbilir ne güzel bakamıyorsun.
Birden aklıma saat geliyor. “Saat 21.30’da çıkın,” demiştim. Saati görmek için kibriti yakıyorum. Ellerimde titriyor kibritin alevi. Daha yarım saatim var. Duramıyorum, kalkıyorum.
Küçük içkievinin önünden yine eğilerek geçiyorum. Birdenbire deniz de yok işte. Birdenbire trensiz bir tren köprüsü. Sonra birden, çocukların oynadığı o ışıklı, kahveli, bakkallı, top oyunlu alan. Topun ardında koşan donsuz ufaklık yok. Başka çocuklar doluşmuşlar alana. Yazlık kahveye giriyorum. Aydınlıkta karanlık yoğun gece birden yok oluyor. Deniz işçileriyle üç yedek subay öğrencisi üç masaya doluşmuşlar. Hepsi de bana bakıyor gibiler. Boş bir masaya oturuyorum. Yandaki masalardan birinde bir bardak kırılıyor. Bardağı kıran, o kara ceketli işçi değilmiş, çok uzun bir bardakmış, kolu takılıvermiş; öyle söylüyor. Sonra birden, unuttuğum alana koşuşan çocukların gürültüsü sarıyor ortalığı. İki genç kız, göstermelik yürüyüşleriyle, incecik yazlık giyimlerinin altında beliriveren yuvarlak, diri kalçalarını, küçük dik göğüslerini oynata oynata, kol kola alanı bir uçtan bir uca geçiyorlar. Arkalarına iki arsız ıslık takılıyor; kıkırdıyorlar. Yaşlı garson, güneşlerin, yağmurların eskittiği masalara çaylar dağıtmaya başlıyor. Seninle karşılıklı çay içtiklerimiz geliyor aklıma; saklı gizli buluşmalarımız, öpüşmelerimiz, ama hep saklı, hep gizli; her zaman her yerde.
Teyzelerimi, o yorgun eski kadınları ta nerelerden getirdim; biliyorsun. Bu koca kentin yabancısıdırlar. İkisi de en sevilesi çağlarında dul kalmışlar. Erkenden eskimiş iki bacı, bırakıldıkları ölü bir kasabada birlikte oturuyorlar, birlikte yaşlanıyorlar şimdi. Bakma, kendilerince hoşnuttur onlar. Mutluluk, onların görmedikleri, bilmedikleri, yaşamadıklarıdır. Bu yüzden, hiç aramazlar mutluluğu; bilmedikleri, tatmadıkları için de mutsuz değillerdir. Bir garip, anlatılmaz yalnızlıktır onlar; iki kişilik bir yalnızlık. Evlerinde kedileri vardır. Bahçede küçük bir kümeste tavuk beslerler. Büyük teyzem çiçek delisidir; saksılarla doludur ev içleri, cam önleri. Küçük olanıysa durmadan dört bir yanı süpürür, siler, döşeme tahtalarını sarıya boyar. Eve gelenleri ayakkabılarıyla almazlar içeriye; kurumuş, boy boy konuk terlikleri vardır; üşenmeden hemen onları çıkarıp koyarlar çift çift, gelenlerin önüne. Ufak tefektirler, ama ikisi de boğazlarına düşkün kadınlardır. Erkenden de yatar uyurlar. Kocalarından kalma birer evin tek sahibidirler. Çocukları da yoktur. Evin birinde otururlar, öbür evin geliriyle de yaşarlar. Kendileri gül gibi geçinip gittiklerini söylerler. Azla yetinmenin buruşmuş çiçekleridir onlar. Böyledirler işte.
Birden saat geliyor aklıma. Yavaşça bileğimdeki saate bakıyorum: Saat 22.00. Bilerek gecikmenin anlatılmaz keyfi içinde çayın parasını masaya bırakıp kalkıyorum. Yavaş, isteksiz adımlarla alanı geçiyorum.
İki şaşkın kumru gibi sokağın köşesinde beni bekliyorlardır şimdi.
Biliyor musun, seni çok seviyorum. Bu gece senin için bir öykü yazacağım.
(Erdal Öz, 1957-1997, İstanbul)