Fehér Isten (Beyaz Tanrı)
Kornél Mundruczó’nun Macaristan’da artan ırkçılık olaylarından kaygılandığı için çektiğini söylediği Beyaz Tanrı (Fehér Isten) seyirciyi insanlardan çok köpeklerle özdeşleştirmeyi başaran bir ‘tür kokteyli’.
Cannes’ın en cüretkâr filmlerini kapsayan Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Film ödülünü kazanan Beyaz Tanrı’nın alabileceği en manidar ödüle layık görüldüğünü söyleyebiliriz. Annesi kısa bir süreliğine yurtdışına çıkınca köpeği Hagen ile beraber babasının yanına taşınmak zorunda kalan Lili’nin öyküsüymüş gibi başlayan film, köpeğin sokağa bırakılmasıyla beraber zincirlerinden boşanıyor. Bir orkestrada saksafon çalan Lili’nin ergenlik sancılarıyla, bir başına kalan “iyi aile köpeği” Hagen’ın sokağın acımasızlığıyla yüzleşmesi birbirine paralel bir şekilde kurgulanıyor. Lili’nin öyküsü bir büyüme hikâyesine evrilirken, Hagen’ınki de bir melodram olarak başlayıp bir aksiyon filmine ve en sonunda Tarantinovari bir intikam öyküsünün işlendiği bir gerilime dönüşüyor. Yönetmen bütün bu türleri bir arada tutarlı bir şekilde kullanmayı başarırken anlatısının içine Fareli Köyün Kavalcısı masalını hatırlatacak öğeler de yerleştiriyor. Ve bu ‘tür kokteyli’ni daha da ileri götürerek filmini son düzlükte adeta bir distopyaya çeviriyor.
Filmin bu karmaşıkmış gibi görünen ama şaşırtıcı bir şekilde her şeyi bir arada tutan melez yapısının iki farklı düzeyde anlam kazandığını belirtmek gerek. Birincisi; filmin duygu dünyasının inişli çıkışlı bir hal almasını sağlayan bu yapının, müzik hocasından babasına kadar hayatındaki bütün otorite figürlerine başkaldıran Lili’nin gel gitli ruh halini yansıtan bir öğe olarak işlevselleşmesi. İkincisi için ise öncelikle Hagen karakterinin öyküdeki işlevine bakmak gerek. Sokak köpeklerinin vahşi habitatında hayat mücadelesi verirken bir köpek dövüşü simsarı tarafından kaçırılıp acımasız bir eğitimden geçirilen, işkence gören ve bunun üzerine bir isyan örgütleyen Hagen’ı etnik kökeni, cinsel yönelimi ya da ten rengi nedeniyle baskı altına alınan herkesin metaforu olarak görmek mümkün. Filmin melez yapısını düşününce, Hagen’ın film boyunca melez bir köpek olduğunun vurgulanması ve bu yüzden aşağılanması da oldukça manidar bir hal alıyor. Hagen ve Lili’nin tektipleştirici ve gaddar otorite figürlerine karşı isyanları tektip olmayan, birçok farklı rengi ve duyguyu barındıran bir estetik anlayışla resmediliyor.
Bir isyan filmi olarak özetlenebilecek olan Beyaz Tanrı’nın güçlü yönlerinden bir diğeri ise seyirciyi insanlardan çok köpeklerle özdeşleştirmeyi başarabilmesi. Ölü bir dananın bir soğuk hava deposunda parçalanmasını tüm detaylarıyla göstererek başlayan film öykünün ilerleyen bölümlerinde karşımıza çıkacak olan insan kaynaklı şiddeti de aynalamış oluyor. Kasaplara satılmak üzere depolarda saklanan hayvan bedenlerini tüketilecek şeyler değil, birer ceset olarak gösteren Beyaz Tanrı oldukça sıradan olabilecek bir mizanseni tekinsiz bir hale getiriyor. İlerleyen bölümlerinde Hagen’ın bakış açısından çekilmiş sahneler de filmin insan karakterlere karşı mesafe almasına yardımcı oluyor.
Macaristan’da artan ırkçılık olaylarından kaygılandığı için böyle bir film çekmek istediğini söyleyen yönetmen Kornél Mundruczó metaforları ve göndermeleri fazlasıyla bariz olan bir filme imza atmış. Anlatıdaki bu açıklık, kesinlikle yüzeysellikle sonuçlanmıyor. Tam aksine, izleyicinin bakış açısını eğip bükebilmesini sağlayarak Beyaz Tanrı’yı ilgi çekici bir seyirlik haline çeviriyor. Fakat filmin son bölümünün, cesur estetiğinin yarattığı etkiyi düşürdüğü söylenebilir. Avusturyalı romantik şair Rainer Maria Rilke’in “bizi ürküten her şey sevgimize muhtaçtır” sözüyle başlayan film, arızalı düzeni sadece ‘sevgi’yle tamir etmeye çalışan bir naifliğe sahip. Her ne kadar Beyaz Tanrı söylemsel boyutta zayıf kalsa da, filmin sinema duygusu her sinemaseverin kalbini çalacak kadar güçlü.
(Ali Deniz Şensöz, Altyazı)