Ginger & Rosa: Devrim Zamanı Büyümek
Genellikle deneysel filmler çekmeyi tercih eden Sally Potter, Bir Hayalimiz Vardı‘da (Ginger & Rosa) üslup olarak daha alışılagelmiş bir yöntem izlese de, devrim ve toplumsal cinsiyet arasındaki ilişkiyi irdeleyerek filme kendi bakışını dahil etmeyi başarıyor.
Bir Hayalimiz Vardı (Ginger & Rosa) genellikle deneysel filmler çekmeyi tercih eden Sally Potter’ın filmografisindeki en ‘konvansiyonel’ filmlerden biri olarak anılacak büyük ihtimalle. Ancak, üslup olarak yönetmenin alışılagelmiş tarzından farklı olsa da, filmin mesele edindiği konular, başta toplumsal cinsiyet rolleri olmak üzere, yine Potter imzasını taşıyor. Film, Potter’ın kendi gençliğinden esinlenerek yarattığı Ginger ile en yakın arkadaşı Rosa’nın ilişkileri üzerinden devrim mücadelesini çok yönlü bir şekilde sorguluyor. Örneğin, daha iyi bir gelecek için dua etmekle geleceği tehdit eden politikaları protesto etmek ya da okula gitmekle mitinge gitmek arasında bir tercih yapma durumunu anlatırken, aynı zamanda da pasif kalmak ya da harekete geçmek gibi seçenekleri gündeme getirmiş oluyor. Potter kendi bakışını ise, toplumsal cinsiyeti merkeze alarak ve devrim meselesini de bu açıdan irdeleyerek filme dahil ediyor.
Bir Hayalimiz Vardı, 1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasının görüntüsüyle açılıyor. Hemen ardından, yine 1945’te, ama bu kez Londra’daki bir başka olay, yan yana yataklarda doğum sancısı çeken iki kadının görüntüsü geliyor perdeye. Bu eşleştirme ilk bakışta şu şekilde okunabilir: Bir yanda dünyanın kaderini değiştiren bir olay olurken diğer yanda gündelik hayat devam etmekte, ölümler olurken yeni bir hayat başlamakta. Ancak, Potter’ın feminist eğilimi ve filmin bundan sonraki akışı da hesaba katılınca, birlikte, el ele doğum yapan iki kadının sahnesi, başta kadın dayanışması olmak üzere, başka anlamları da akla getiriyor. Bu iki sahnenin hemen ardından gelen görüntü de –evini terk eden bir koca/baba– atom çekirdeğinin parçalanarak bombaya dönüştüğü bir zamanda çekirdek ailenin de parçalanmaya başladığının haberini veriyor. Nitekim, az önce doğumuna şahit olduğumuz nesil gençlik yıllarına geldiğinde, aile de dahil olmak üzere tüm geleneksel yapılara ve kurumlara isyan edecek ve dünyayı sarsacak bir mücadeleye girişecek.
Bu kısa ama yüklü açılıştan sonra filmin şimdiki zamanına, tam da bu sarsıcı mücadelenin içine, 1962 Londra’sına geçiyoruz. Soğuk Savaş geriliminin Küba Füze Krizi ile doruk noktasına ulaştığı, nükleer silahlanmanın tüm dünyanın geleceğini tehdit ettiği bir dönem bu. Tüm ülke sokaklarda ‘bomba’yı protesto ediyor. Filme (orijinal) adını veren kahramanlarımız Ginger ile Rosa da kendi kişisel sarsıntılarını yaşamakta, ergenlik çalkantıları içinde birlikte hayatı keşfetmekteler. İki genç kadının cinsel uyanışlarıyla cinsel devrimin göz kırpmaya başladığı dönem eşzamanlı yaşanıyor. Ancak, yolları çatallandıkça Ginger ile Rosa’nın tercihleri ve izledikleri yönler de ayrılmaya başlıyor. Bir konu hariç; o da asla anneleri gibi mutsuz olmak istemedikleri. Ginger’ın annesi çok genç yaşta hamile kalınca resim kariyerini bırakmak zorunda kalmış; kocası eve pek gelmiyor (genellikle genç öğrencileriyle geziyor) ve yaptığı hiçbir işi (yemeklerini örneğin) takdir etmiyor. Rosa’nın babası zaten o daha çok küçükken evi terk etmiş. Annesi başkalarının evlerini temizleyerek ikisini geçindirmeye çalışıyor.
Bu şevk kırıcı örnekler karşısında Ginger ile Rosa kendi hayatlarını şekillendirmeye, nasıl kadınlar olmak istediklerini çözmeye çalışıyorlar. İkisi arasındaki asıl ayırt edici eğilim de burada kendini gösteriyor. Birlikte banyo küvetinde oturmuş kot pantolonlarının çekmesini beklerken aralarında, belki de her şeyi özetleyen bir diyalog geçiyor. Rosa bir ‘genç kız’ dergisi okuyor ve kadınların şen şakrak bir kişiliğe sahip olmaları gerektiği, erkeklerin ciddi kadınlardan hoşlanmadığı bilgisini iletiyor. Ginger buna cevap olarak, “Acaba Simone de Beauvoir’ın da şen şakrak bir kişiliği mi var?” diyor. Rosa annesinin kaderinden kaçınmak için, kendisini asla terk etmeyecek bir erkeğin ve sonsuz aşkın peşinden gitmeye karar veriyor ve bunun için kendini “erkeklerin hoşuna giden bir kadın”a dönüştürüyor. Makyaj yapıyor, saçını şekillendiriyor, dekolteli bluzlar giyiyor. Ginger ise biraz daha şanslı. Manevi babaları olan eşcinsel çift Mark ile Mark ve onların aktivist feminist arkadaşı Bella, kaybolduğu zamanlarda ona yol gösteriyorlar, ona sahip çıkıyorlar. Önünde bu şekilde farklı örnekler de olduğundan, Ginger kendi ayaklarının üzerinde durabileceği, hayallerinden vazgeçmek zorunda kalmayacağı, domestik alana hapsedilmeyeceği bir gelecek için mücadele etmeyi tercih ediyor.
Babanın Adı
Ginger ile Rosa’nın yollarının yeniden kesiştiği, daha doğrusu düğümlendiği nokta ise Ginger’ın babası Roland ile ilişkilerinden geçiyor. Roland, savaş karşıtı, vicdani retçi radikal bir yazar. Ginger’ın asi tavırları belli ki babasından geliyor; babasına düpedüz hayran Ginger. Aynı şekilde Rosa da etkileniyor Roland’dan ama onu örnek almak yerine onun sevgilisi oluyor. Bu durum, zamanla, Ginger için son derece travmatik bir hal alıyor ve onun babasına olan güvenini de derinden sarsıyor. Ginger’ın babasından soğumaya başlamasıyla birlikte filmin de Roland karakterine karşı tavrı değişmeye başlıyor. Filmin başlarında karizmatik ve özgürlükçü bir figür olarak tanıştığımız, konuşmaları ve davranışları üzerinden ‘örnek bir devrimci’ olarak ilişki kurduğumuz Roland yavaş yavaş itibarını ve cazibesini yitiriyor, hatta nihayetinde alenen aşağılanıyor. Bu durum ilk anda devrimci kişiliğe yapılmış ağır bir eleştiri olarak okunabilir, hatta devrimciliğin yozlaşma olarak temsil edildiği izlenimini verebilir. Ancak Bir Hayalimiz Vardı tüm yapısıyla ele alındığında aslında Potter’ın başka bir derdi olduğu anlaşılıyor. Filmin en başından beri hem zamansal hem de mekânsal olarak kişisel durumlarla politik meseleleri iç içe ören Potter, tam da feminizmin en önemli sloganlarından biri olan ‘kişisel olan politiktir’ meselesine parmak basıyor. Roland, (erkeklere tahsis edilmiş olan) kamusal alanda bir devrimci olabilir ancak (kadınların hapsolduğu) özel alana geldiğimizde ‘bildiğimiz erkek’ rolünü benimsiyor ve karısı Nat’i de geleneksel kadın rolüne hapsediyor; onun emeğini hor görüyor, hatta sömürüyor, mutsuzluğunu görmezden geliyor, sözlerini çarpıtıp hepsini ‘duygusal şantaj’ olarak es geçiyor. Nat, pek çok kadının mustarip olduğu bir özgüven kaybı ve kendinden şüphe etme hali içinde sıkışıp kalıyor. Roland kişisel hayata saygı göstermiyor, erkek egemen söylemde, aklın karşıtı ve zayıflığın göstergesi olarak küçümsenen ve dolayısıyla da sadece kadınlara yakıştırılan duyguları hiçe sayıyor.
Ne karısı Nat’in ne de Ginger’ın duyguları Roland için bir önem taşıyor. Ginger’ın gerçek adını da babası koymuş; Freud’un kadınların karanlık kıta olduğuna dair sözlerine atfen ona ‘Africa’ adını vermiş. Bu bile Roland’ın kadınlar hakkındaki fikirlerini ele veriyor. Bu türden ipuçlarıyla Sally Potter, Roland karakteri üzerinden, ‘geleneksel’ devrimci anlayışın bile içine sızmış olan erkek egemen zihniyeti açığa çıkarıyor. Bununla da kalmıyor, Rosa üzerinden, kadınların bu anlayışa nasıl da kanmaya devam ettiklerini anlatıyor. Rosa, farklı bir kadınlık ihtimalini araştırıp ona dönüşmek yerine geleneksel bir ‘kadın’ oluyor ve en başından beri kaçınmaya çalıştığı durumda, annesinin kaderini paylaşırken buluyor kendini: 17 yaşında, tek başına ve hamile. Ginger ise, oldukça can yakıcı bir şekilde de olsa, nihayetinde babasının tam anlamıyla bir rol modeli olamayacağını idrak ediyor. Onun için dünyanın yıkıldığı an babasına olan koşulsuz inancını yitirdiği, dolayısıyla bir anlamda erkek egemen söylemin de yıkıldığı an oluyor. Böylece Potter, Ginger’ın kişisel düzeyde feminist bir farkındalık geliştirmesiyle 60’ların toplumsal feminist mücadelesini eşzamanlı hale getiriyor, Ginger’ın büyümesiyle toplumsal ‘gelişme’ arasında bir paralellik kuruyor. Devrim, geleneğe, yani ‘baba’ların kurallarına, kanunlarına ve kurumlarına isyan etmekle başlıyorsa, bu isyanın baba figürünün kendisine, yani iktidar konumundaki erkeğe de yöneltilmesi gerektiğini, gerçek bir devrimin ancak onun da tahtından indirilmesiyle yapılabileceğini hatırlatıyor bize Sally Potter. Ginger, her şeyi kendine hak gören ve kendini her konuda haklı gören (yani aslında bildiğimiz ataerkil iktidar pozisyonunu benimsemiş olan) babasından şüphe etmeye başlayıp da onun gölgesinden kurtulduğu anda gerçek anlamda özgürleşebiliyor. Sonrasını ise biliyoruz zaten: Feminist bir yönetmen oluyor.
(Gözde Onaran, Altyazı)