Halikarnas Balıkçısı
Türk edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Cevat Şakir Kabaağaçlı, 1890 yılında Girit’te dünyaya geldi. Babası, Osmanlı döneminde askerlik görevinde bulunmuş bir subay, amcası da Abdülhamit döneminin sadrazamlarındandı. Çocukluğu Girit, Atina ve daha sonra Büyükada’da geçti. Lise öğrenimini Robert Kolej’de tamamladı ve daha sonrasında ise eğitimine Oxford Üniversitesi’nde Yakın Çağlar Tarihi bölümünde devam etti.
İngiltere’den İstanbul’a dönüş tarihi konusunda ise çelişkili bilgiler mevcuttur. Cevat Şakir’in yaşamında, bu dönüş sonrasındaki zaman dilimi hakkında bilgiler yetersizdir. Bu arada İtalyan bir kızla tanıştı ve onunla evlendi. Bu vesile ile İtalya’ya gitti, İtalyanca ve Latince öğrendi.
1914 yılı, Kabaağaçlı ailesinde önemli dönüm noktalarından biri oldu. Aile bu sene içerisinde maddi sıkıntıya girdi. Cevat Şakir’in babası, yaşadığı sıkıntılar sonucunda Afyon’daki çiftliğine yerleşti ve bu çiftlikte bir tartışma anında Cevat Şakir’in tabancasından çıkan kurşunla yaşamını yitirdi. Bu olaydan sonra Cevat Şakir 15 yıl kürek cezasına çarptırıldı. Hapishanede yedi yıl kaldıktan sonra, yakalandığı verem hastalığı nedeniyle buradan tahliye edildi. Babasının ölümü konusunda çeşitli iddialar ortaya atıldı ve Cevat Şakir de bu konuda çok az konuştu. Sadece yakın arkadaşı olan Azra Erhat’a yazdığı mektuplardan birinde bu konu hakkında Cevat Şakir’in ağzından bir bilgi bulmak mümkündür:
‘İnsan hayatında yolların ayrıldığı bir noktaya gelir… Bir yolda giderse Lucifer (şeytanın oğlu ‚Äìbn-) olur, şeytan olur insan; öteki yoldan giderse melek, evliya, martyre (şehit ‚Äìbn-) olur. Ama yolun sağından ya da solundan gitmeyi seçmek tamamen iradenizde olmayabilir. Bir çöp terazinin kefesine ağır basabilir. Bu cümlem büyük bir tecrübenin neticesidir. Eh canım, münakaşa pek karışık konular üzerindeydi ve pek şiddetliydi. Babam çiftlikte, her zaman bir suikastten korktuğu için yanında müteaddit (değişik ‚Äìbn-) tabancalar ve silahlar bulundururdu. Evvela zengin bir adam, sonra asker. Münakaşa öyle bir raddeye vardı ki benim üzerime ateş etti. Ben rasgele oradaki bir tabancayı alarak ‚Äìamma onun eli tabancaya giderken yüzünden okudum- ona doğru nişan almadan ateş ettim. İlkin onunki sonra ‚Äìhemen sonra- benimki… Aynı zamanda gibi bir şey. Bu münakaşa götürmez, yoksa ölen ben olurdum. Hayır, o öldü. Ben de ölümden beter mahvoldum. Korkunç bir acı duydum. Hani buna olmaz da neye olur? Amma vicdan azabı duymadım. Ondan daha korkunç bir şey oldu. Kendi kendime olan güvenimi kaybettim. Yani kendimi o gün bu gün yalan sayıyorum.’
Cevat Şakir başka hiçbir yerde bu konudan bahsetmedi ve bu konuda kendisine sorulan sorulardan hoşlanmadı.
1921 yılında hapishaneden çıkan Cevat Şakir, hayatını kazanmak amacıyla çeşitli dergi ve gazetelerde yazı yazmaya, kapak resimleri ve karikatürler çizmeye başladı. Bu sıralarda dayısının kızı Hamdiye Hanım ile evlendi. Hapishanede yaşadıkları onu derinden etkiledi. Hapishaneden çıktıktan sonra toplum tarafından dışlandı ve kendisinde insanların içerisine çıkacak cesareti bulamadı. Bu sıralarda bir şeylere tutunmak adına Rifailik tarikatına gidip gelmeye başladı:
‘Rifailik, nefsin isteklerini kırma, köstekleme anlamına gelen riyazete dayanır. Bu tarikattan olanların, bütün dünya hazlarından, sevilerinden, tutkularından kendilerini sıyırmaları, içlerindeki şeytanın seslerini boğmaları gerekir. Bu isteklerin susturulabilmesi için çeşitli ve kademeli eğitim ve riyazet yollarından geçilir.’
1924 yılından itibaren Zekeriya Sertel ile birlikte çalışmaya başladı. Resimli Hafta isimli dergiye kapak resimleri ve karikatürler çizmeye başladı. Sertel’e anlattığı bir olay, Sertel’in ilgisini çekti ve bunu dergide yayımlanmak üzere kendisinden yazmasını istedi. Bodrum’a sürgün olarak gönderilmesine neden olan ‘Hapishanede idama mahkum olanlar, bile bile nasıl ölüme giderler?’ adlı öyküde, Birinci Paylaşım Savaşı sırasında hapishanede asker kaçaklarının idam edilecekleri haberini nasıl karşıladıkları ve sonrasında bütün eşyalarını satarak paralarını fakirlere dağıtmaları anlatılır. Mahkumlara idam edilecekleri haberi önceden verilmez ve onlar bir sonraki celseyi beklerken apar-topar ölüme gönderilirler. Fakat idam edilen mahkumların serbest bırakılan diğer mahkumlardan çok da fazla suçu yoktur. Onlar yalnızca başkalarının kızgınlığına kurban giderlerdi. Bu hikayede anlatılanlar Birinci Paylaşım Savaşı sırasında yaşandı, fakat hikayenin yayımlanma tarihi 1925 yılıdır. Yani Kemalist rejimin doğuda Şeyh Sait isyanıyla mücadele ettiği ve bu isyanı bastırmak için Takrir-i Sükun yasasını çıkarıp anti-demokratik uygulamalara imza attığı dönemdir. İstiklal Mahkemeleri de bu anti-demokratik uygulamaları hayata geçiren bir yargı organıdır o dönem ve Cevat Şakir’in bu yazıdan dolayı yargılanması da Ankara İstiklal Mahkemesi’nde görülmüştür.
İstiklal Mahkemeleri üyeleri milletvekilleriydi ve bu mahkemelerin kararları temyiz edilemez, hüküm hemen infaz edilirdi. Böylesi bir ortamda ‘halkı askerlikten soğutmak’ suçlaması ile yargılanan Cevat Şakir ve Zekeriya Sertel üçer yıl kalebent edilme cezasına çarptırıldı.
Cevat Şakir, karar hakkındaki düşüncelerini şu cümlelerle Mavi Sürgün isimli kitabında anlatmıştır:
‘Mahkeme beni ve Zekeriya’yı üç yıl süresince kalebentliğe mahkum etti. Birdenbire o mahkeme heyetinin omuzlarının üstünde kanatlar yükselmeye başladı, o kanatlar hızla büyüyüp yükseldi. Alaimisemalar (gökkuşağı ‚Äìbn-) gibi kanatlardı bunlar. Heyetin her bir azası cankurtaran meleğine dönüştüler. Malum ya mahkemede gülünmez. Ne var ki sevincimin gülüşe ve gülüşümün hoplaya zıplaya bir dansa dönüşmesine güç mani oldum. Az kalsın kendimi tutamayacaktım. Duyduğum şükran dolayısıyla adamların boynuna sarılıp, onları şapır şupur öpesim geliyordu. Nebizade Hamdi Bey’in verdiği idam müjdesinden yirmi, yirmi beş dakika sonra üç yıl kalebentlik umulmadık bir saadetti doğrusu. Yine bu güzel dünyanın yaşayanları arasındaydım. A canım, biliyorum, hakkım var, denecek. Ben de haklı olarak hakkımdan, adaletten bahsedebilirim. Yani masum olduğum için kalebentliğin bir haksızlık olduğundan şikayet edebilirim. Ama böyle bir şey aklımdan hiç geçmedi. Mahkemenin hükmü, mesela İstanbul’da yabancı polisinden yediğim sopaya kıyas, bir lütuftu.’
Sertel duruşma sonrasında Sinop’a sürüldü ve ev kiralayıp ailesiyle birlikte yaşayabileceğine karar verildi. Cevat Şakir bunun üzerine kendisinin de ailesiyle birlikte oturabilmesi için mahkemeye dilekçe gönderdi. Bu dilekçenin yanında mahkemeye bir de mektup göndererek yargılama sırasında kendisine babasının ölümüyle ilgili yöneltilen soruları bir türlü içine sindiremediğini belirtti ve içini boşaltmak için bu mektubu gönderdiğini söyledi.
Cevat Şakir, sürgün hayatının 1,5 yılını Bodrum’da, kalan 1,5 yılını ise İstanbul’da geçirdi. İstanbul’da cezasını tamamladıktan sonra tekrar Bodrum’a döndü. Bodrum’a sürgün olarak gönderilmesi, Cevat Şakir’in hayatında bir dönüm noktası oldu. Rifai tarikatına mensup mutsuz bir insan olan Cevat Şakir gitti ve yerine insan sevgisiyle dopdolu, doğaya ve insana dair her şeyi seven bir Cevat Şakir geldi.
Cevat Şakir’in İstanbul’dan Bodrum’a sıkıntılı kara yolculuğu, onun Halikarnas Balıkçısı olma yolundaki yolculuğudur aynı zamanda. Bodrum’a yerleştikten sonra Bodrum’un Karia çağındaki ismi olan Halikarnassos isminden yola çıkarak Halikarnas Balıkçısı imzasıyla eserlerini yazdı.
Bodrum’a yerleşmesi Halikarnas Balıkçısı’nın hayatını tümden değiştirdi. Kendisi de geçmişle olan bağlarını tümden koparmak istiyordu zaten. 1942 yılına kadar Bodrum’da yaşadı ve burada eserlerini vermeye devam etti.
Balıkçı’nın, İkinci Paylaşım Savaşı yıllarında, diyalektik ve tarihsel materyalizmi benimseyip, emperyalizm gerçeğini gördüğünü şu sözlerinden anlayabiliyoruz:
‘Bu çağ tuhaf, kudurmuş bir çağ. Emperyalizmin tüm evreni tutsak etmek istediği dönemler yaşıyoruz. Amerika ve Almanya, insan denen varlığa köleliği benimsetmek istiyor. Olmayacak bu, yapamayacaklar. İnsanın özü özgürlüktür. Çok değil, yakın bir gelecekte, gerçek, tahtına oturacaktır. Ruhbilimle uğraşmak safsatalarla vakit geçirmektir. Asıl olan müspet ilimlerdir. Maddedir.’
Belki yaşamının hiçbir döneminde örgütlü olmamış, çalkantılı hayatının getirdiği zorluklarla uğraşmış ama hep halk içinde, halktan biri olmuş, hep halka dair yazılar, romanlar yazmış bir yazardır Halikarnas Balıkçısı… Onun, toplumcu bir dünyayı, toplumcu bir düzeni savunduğunu da rahatlıkla söyleyebiliyoruz yazdıklarına ve düşüncelerine baktıkça.
Kitaplarında balıkçıların, sünger avcılarının yaşamlarını kazanmak için verdikleri mücadeleleri, denizi ve denize dair her şeyi anlattı. Hayatı boyunca hep bu insanlarla iç içe oldu ve onların hayatlarını yakından gözlemledi. Onlar gibi yaşayarak, lirik ve coşkulu bir anlatımla, kitaplarına konu etti bu insanları. Deniz Gurbetçileri, Aganta Burina Burinata ve Ötelerin Çocuğu gibi kitaplarında sömürü düzenini ve bu düzende çarkların nasıl işlediğini, balıkçıların dünyasından anlattı. Deniz her şeydi Halikarnas Balıkçısı için ve bu konudaki düşüncelerini de aşağıdaki cümleler gayet iyi bir şekilde anlatır:
‘Denizde hep bir şey başlar, sürer, sürüklerdi. Denizde sadece yaşardın, ölümü bile düşünmezdin, kucaklaşıverirdin, olup biterdi. İnsanı toprakta taahhütlü posta paketi gibi doğumdan ölüme postalarlardı. Denizde bir yaşamdan öbürüne geçerdin, ölüm aklına gelmezdi.’
Bodrum’a sürgün olarak gittikten sonra orayı adeta yeniden yarattı. Bodrum’da hiçbir şey yapılamayacağını söyleyen insanlara, ‘Hayat bir yerde değil, insanda olur.’ diye karşılık verip Bodrum’u güzelleştirmek ve geliştirmek için elinden gelen her şeyi yaptı.
Balıkçı’nın Bodrum’a en büyük katkısı, bu küçük kasabayı tüm dünyaya tanıtıp bir turizm kenti haline getirmesidir. Bu konu ile ilgili kitaplar yazdı, insanları bilgilendirdi. Gelen turistlere Anadolu’nun zengin kültürünü anlattı ve onları da bilinçlendirdi.
Aynı zamanda bir turist rehberidir Halikarnas Balıkçısı. Fakat Bodrum’u turizme kazandıran, Akdeniz kıyılarının Batı dünyası tarafından keşfedilmesini sağlayan Balıkçı, Bodrum’un günümüzdeki halini görse neler düşünürdü acaba? Onun yaratmaya çalıştığı turizm anlayışı bu değildi tabii ki.
Balıkçı’nın Bodrum’a katkısı sadece turizm yönünden olmamıştır. Zorunlu bir sürgün sonucu gittiği fakat sonradan kendi isteğiyle yerleştiği Bodrum’un tarımını da geliştirmeyi kendine bir görev olarak seçti. Yurtdışından okaliptüs, palmiye gibi ağaçların fidanlarını getirtti ve bunları bizzat kendisi dikti.
Aynı zamanda Bodrum’da belediye parkında bahçıvan olarak çalıştı ve orada eşi görülmemiş bir bahçe yarattı. Greyfurt fidanını ülkemize ilk kez getiren ve yetiştiren kendisidir.
Halikarnas Balıkçısı, Türk edebiyatında bilimsel düşünceyi savunan ve bilimi her şeyin üzerinde tutan önemli yazarlardan biridir aynı zamanda. Anadolu topraklarında filizlenen bilimin ve uygarlık ürünlerinin izlerini kitaplarında görmek mümkündür. Bu topraklarda şekillenen bilimsel düşüncenin Yunan ve Roma uygarlıklarına ve bugünkü Avrupa medeniyetine kaynak teşkil ettiğini kitaplarında ısrarla vurguladı ve Anadolu’nun uygarlıkların beşiği olduğunu göstermeye çalıştı:
‘Eski tarihe ait ne yazılmışsa, yeni hangi eser çıkmışsa, bulup okuyordum. İnsanlığın tarafsız ve gerçek bir tarihi bile yazılmamıştı. Bizim sahip çıkmadığımız geçmişe Batı el koymuş, uygarlığın ve kültürün köklerini Anadolu’dan söküp Eski Yunan’a geçirmişti. Oysa Batı’nın rönesansla başlayan uyanışının kökeni güneyden gelir ve oraya da Anadolu’dan geçmiştir. Ben, ırklar, soylar, insanlar ve uygarlıklar bulamacı Anadolu’nun yaratıcı ve yüceltici geçmişine sahip çıkıyordum ve bana Yunan hayranı, yabancı kültür hayranı diye dil uzatıyorlardı.’
Halikarnas Balıkçısı; Anadolu Tanrıları, Anadolu Efsaneleri ve Hey Koca Yurt kitaplarında, Anadolu uygarlığının kendi kaynaklarını ortaya koydu, Yunan uygarlığı diye Batı’nın savunduğu uygarlığın, Anadolu uygarlığı olduğunu ispata yakın bir oranda yazdı. Bu kitapları yazmak ve bu sonuçlara varmak derin bir araştırma ve inceleme sonucunda gerçekleşti.
Bu topraklar üzerindeki değerlerin yok olmasına da seyirci kalmadı. Türkiye’den çalınıp British Museum’da sergilenen, dünyanın yedi harikasından biri olan Mouseleum’un geri getirilmesi ile ilgili İngiliz kraliçesine yazdığı mektupta şunları söyler:
‘Mouseleum’un güzelliği ve yeri, Bodrum’un mavi göğü ve parlayan ışıkları altındadır. British Museum’un karanlık salonlarına yakışmamakta, bu nedenle getirilmeli ve yerine konulmalıdır.’
Bir ay sonra British Museum’un müdürü, sömürgeci küstahlığın tipik örneği olan şu cevabı göndermiştir kendisine:
‘Kraliçe hazretlerinin bize havale ettikleri mektubunuzu dikkatle okuduk. Sizi yerden göğe kadar haklı bulduk. Evet, hakikaten böyle bir sanat şaheserinin masmavi bir gök ve ışık altında daha da kıymet kazanacağına karar verdik. Bu nedenle Mouseleum’un bulunduğu salonun duvarlarını maviye boyatıyor ve ilave projektörlerle aydınlatıyoruz.’
Halikarnas Balıkçısı, yazdığı kitaplarla ve çeşitli dergilerde ve gazetelerde yayımlanan yazılarıyla, yazarlığının yanı sıra bilgin olma özelliğini de ortaya koymuştur aynı zamanda.
Uzun yıllar hapishanede kalan ve yazdığı yazıdan dolayı sürgün edilen Halikarnas Balıkçısı en son 1945 yılında bir içki masasında valiye küfretmekten dolayı hapishaneye girdi.
Balıkçı, 1947 yılında İzmir’e taşındı. Burada gazetecilik ve yazarlık yapmaya devam etti. İzmir’deki çeşitli gazetelere, Cumhuriyet, Yeni İstanbul gibi gazetelere yazılarını gönderdi. 1973 yılında vefat eden Balıkçı, ölümünden sonra ise vasiyeti üzerine Bodrum Gümbet’teki tepeye gömüldü.
Çok yönlü, üretken bir yazar, bir aydın olan Halikarnas Balıkçısı, 83 yıllık ömrüne birçok şeyi sığdırdı. İnsanlara ve doğaya karşı derinden hissettiği sevgiyi yaşamı boyunca yüreğinden hiç eksik etmedi. Yüreği her zaman Anadolu halkının yanındaydı ve onun aydınlanması, bilinçlenmesi ve yaşadığı topraklar üzerindeki zengin mirasa sahip çıkması için uğraştı.
(Senem Özdemir)