Nazım Hikmet İçin
Hayır, yazamam, şimdi olmaz, rica ederim. Bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa, daha önce, altmış yaşındaki bu delikanlı, bu sarışın boğa, ne hapisanenin, ne hastalığın, ne yaşın etkileyebildiği bu insan içimde tenütaze yaşadıkça hiç birşey yazamam. Şimdi olmaz. Daha sonra, söz veriyorum size yazacağım. Hatta, bu dergide, daha başka bir konu üzerinde, ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim. Pentecote yortusu için sayfiyeye giderken Cumartesi sabahı satın aldığım “znamia” dergisinin son sayısını da götürmüştüm. Dergide Nazım’ın, “Les Romantiques” “Romantikler” adlı romanının son bölümü vardı. Yortu sırasında herkes onun değil Papa XXIII Jean’ın ölümünü bekliyordu her saat radyolarının başında. Ve pazartesi sabahı daha yaşıyordu. Nazım’a gelince, hiç birşey bizi uyarmamıştı. Can çekişmedi. Şöyle ayakta bir merdiveni çıkarken ansızın ölüverdi. Yaşarken öldü. Bir ağaç gibi devrildi. Bırakın da benim için bütünüyle ölsün. O zaman yazarım derginize uzun uzun. Benim için, başkaları için, ne anlam taşıdığını burada yazarım. Belki gelecek ay, yaza kadar izin verin bana. Temmuza kadar izin verin. Bundan 18 yıl önce hapisanede büyük Türk mistiği Mevlana Celaleddin ya da İranlı Ömer Hayyam gibi Rubai biçiminde yazdığı şu dört mısra bir kehanet olmaktan çıktıklarını anlatacak kadar vakit bırakın bana.
“Paydos” – diyecek bize birgün tabiat anamız,-
“Gülmek, ağlamak bitti çocuğum”
“Ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:”
“Görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…”
yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşüşünden bir iki saat sonra, telefon. Nazım. Ey ölüm, günümüzde ne de hızlı gidiyorsun! İki saat bile geçmeden bütün Avrupa’yı geçmiş beni aramış Yuelines’ların evinde bulmuş, yüreğimi işlemiştin. Ey ölüm. Telefonla gelen, görünmeyen, düşünülmeyen, daha bir sözcükten, bir addan başka bir şey olmayan ölüm ve hayır diyorum. Nazım olmaz. Evet. O Nazım… ta kendisi, başkası değil. Bütün insanlar gibi o da. Ve şiirindekilerden bir çocuğu ansıdım :
Recep damdan düşer gibi karıştı söze :
“Harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp
bir yudum içersen kanını
korku kalmazmış.”
Ben onun kanından bir damla içmeyeceğim. Konuşmayan… uçsuz bucaksız hayat… Nazım, senden bana ilk 1934’de söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim. Dostluğumuz otuz yıl sürmeyecekti. Ne kadar az, otuz yıl. 1950’de, bizler, yani Türk halkı, dünyanın her köşesindeki şairler seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü dosdoğru hayatın içine daldım. Ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin… Hapisane dışında on üç yıl, ya da buna yakın birşey, kırksekizinden altmışbirine dek, güzel bir yaşam bu. On üç yıl, çok şey. Hapisane dışında öldün. Bu da çok şey. Çünkü öldün. Bu fikre alıştıracağız kendimizi. İnsan Manzaraları’nı sensiz hayal etmeye çalışacağız… Senin deyiminle, manzarayı bu ağaç olmadan hayal etmeye çalışacağız. Uçsuz bucaksız hayat’ı…
(Louis Aragon, 6 Haziran 1963, Çeviri: Bertan Onaran)