Sabahattin Ali – Bir Cinayetin Sebebi
1
Ağır ceza muhakeme salonunun önü hıncahınç kalabalıktı.
Efendi kılıklı adamlar, külhanbeyler, hukuk fakültesi müdavimleri, lise talebesi hanımlar, kahvede tavla oynamaktansa burada muhakeme seyretmeyi ekonomiye daha muvafık bulan geçkin işsizler koridorlarda geziniyorlardı. Salon dolmuştu, iğne atacak yer yoktu. Zaten dışarıda dolaşanlar da içeride yer bulamayanlardı. Hiç olmazsa girerken, çıkarken suçluyu görürüz, neticeyi de öğreniriz diye bekliyorlardı.
Kızının nafaka davası için ikinci hukuka gelen ihtiyarca bir kadın bir orta mektep talebesine sordu:
-Evladım, burası neden kalabalık?-
-Hüsameddin’in muhakemesi de ondan!..-
-Ne yapmış bu Hüsameddin?-
Çocuk, kadının cahilliğine güldü:
-Adam öldürmüş, adam!..-
Ve izah etti:
-Bu sene muallim çıkmış, Anadolu’ya tayin etmişler, harcırahını şurada burada yemiş, sonra da, yol parası için, tanıdığı bir komisyoncuyu tabancayla öldürmüş…-
-Genç desene!-
-Öyle, daha çocuk bile… Dört defadır da bir bahaneyle muhakemesini talik ettiriyor, (erteletiyor) bakalım bu sefer…-
Sözü yarım kaldı. Halk harekete gelmişti.
Başlar birbirinin omuzundan merakla uzanıyordu:
-Geliyor!-
-Geliyor!-
-Hani yahu?-
-Kör müsün be! Elleri kelepçeli, başını önüne eğmiş…-
Siyah şapkasının altında sararmış yüzü bir kat daha zayıf görünen ince, orta boylu bir genç iki candarmanın arasında hızlı, dolaşık adımlarla geçti. Üzerine dikilen gözlerin tesirinden kurtulmak için etrafına bakınıyordu.
Salonun yanındaki ufak aralıkta ellerinden kelepçeyi çıkardılar. Kendisini pencerenin yanına attı. Ayasofya’nın önündeki ağaçlara, aşağıdaki ayran, kuru poğaça, simit satan adamlara baktı. Gözünü etrafta bir gezdirdi. Bu açık göklere, bu gri kaldırımlara hasret çektiği besbelliydi.
Pos bıyıklı mübaşir çağırınca şapkasını eline alarak içeri girdi. Yerine oturuncaya kadar dinleyici sıralarını süzdü. Kendisine bakan gözlerden azap duyduğu görülüyordu. Nefsini zorlayarak yukarı locaları, sıraları falan bir daha gözden geçirdi, aradığını bulamadığı anlaşılıyordu. Yumrukları sıkıldı, yüzü buruştu, çenesi titredi. Az daha ağlayacaktı. Sonra büyük bir gayret sarf ederek başını çevirdi ve yerine oturdu.
2
Reis bey, müsaade ederseniz artık her şeyi, bütün hakikati söyleyeceğim! Ben, reis bey, komisyoncu Nuri Efendi’yi sizin bildiğiniz, şimdiye kadar da benim söylediğim gibi, para için öldürmedim. Ben onu, kendisiyle münasebeti bile olmayan bir mesele yüzünden, bir aşk, bir gönül meselesi yüzünden öldürdüm. Bunu size başlangıcından anlatayım:
Bir gün, arkadaşlarım, İstanbul liselerinden birinden bu sene mezun olan bir hanımın benimle tanışmak istediğini söylediler. Peki dedim, fakat pek o kadar da alakadar olmadım. Çünkü bilirsiniz ki erkekle kadın arasında daimi bir arz ve talep vardır: Birincisi kadın, ikincisi erkek tarafından; eğer talep kadın tarafından olursa o kadar hoş olmuyor.
Neyse, tanıştık… Görünüşte alelade bir kızdı. Beni bizim mektebin müsamerelerinde görmüş, rollerimi beğenmiş, onun için konuşmak istiyormuş.
İlk günlerde o beni arıyor, ben çekingen durdukça üstüme düşüyordu. Elimde olmayarak alaka gösterdim. Uzun uzun her mevzudan konuştuk. O zaman anladım ki bu kız göründüğü gibi değil: Çok zeki, her şeyi kavrıyor, her şeye aklı eriyor.
Zeki kimseler çok hoşuma gider. Ben de onu aramaya başladım. Ve bu sefer de gördüm ki reis bey, bu kız bana çok benziyor: Huyları, düşünceleri, hayata karşı felakkileri, itiyatları… Hatta yüzü bile… Görenler bizi kardeş sanıyorlardı.
Bu defa da ben onun üstüne düştüm… Ve münasebetimizi arkadaşlık hududunun dışına çıkarmak istedim… O zaman aramızda birbirimize hissettirmeden bir mücadele başladı… Bu mücadelede ikimiz de bütün zekamızı kullanıyorduk. Ben bu gibi şeylerde pek acemiydim reis bey, onun için her mübahaseden (konuşmadan) yenilerek çıkıyordum. O serseri ruhluydu, birleşmeyi, bir bağla -velev manevi olsun- bağlanmayı havsalası almıyordu. Ben kapalı olarak onu ne kadar iknaya çalıştımsa olmadı. Ne cepheden hücum etmek istesem daha evvel anlıyor, cevabını veriyordu. O çok zekiydi: İnsanın söyleyeceği şeyleri değil, söylemek isteyebileceği şeyleri bile hissediyordu. Bir gün dedim ki:
İki kişi mücadele ederken birisi mağlubiyeti kabul ederek diğerine dehalet etmek (sığınmak) istese ötekisi ne yapar?
-Muhtariyet (özerklik) verir!- dedi.
Benim dehaletimi bile kabul etmiyordu.
Düşünün efendim, bu kadar alıştıktan, onu bu kadar tanıdıktan, kendime bu kadar yakın bulduktan sonra ondan nasıl ayrılabilirdim? Bunun imkanı yoktu reis bey. Ben de artık her şeyi bırakarak yalnız ona sahip olmak gayesine kendimi verdim… O yavaş yavaş kendini çekti. Benimle konuşmamak için bahaneler buluyor, bana elinden geldiği kadar az rastlamaya çalışıyordu. Şimdi başka arkadaşları, başka ahbapları vardı.
..
Ah, reis bey, sevmek, hele benim gibi sevmek berbat bir şeydir. Hayatımda yalnız o vardı. Gözümü kapadığım zaman onu, açtığım zaman onu, uyuduğum zaman onu, uyandığım zaman onu görüyordum.
Halbuki ben onun için bir hiçtim; gelmiş ve geçmiş birisi… Nasıl anlatayım efendim, çorabının yırtığı, şapkasının kurdelesi kadar benimle alakadar olmuyor, evlerindeki kedi kadar bile beni sevmiyordu.
(Dinleyiciler arasında iki üç kişi güldü. O, müfrit (aşırı) jestler yaparak, ellerini göğsüne vurarak devam etti.)
Ne yaptımsa, reis bey, fayda etmedi. Üstüne düştükçe benden kaçtı. Her şeyi açıkça söylemek istiyor, fakat cesaret edemiyordum.
Hatta bir akşam, arkadaşların tertip ettiği bir vapur gezintisinde, ona bir kelime, -Seni seviyorum!- kelimesini söyleyebilmek için, içtim, yıkılıncaya kadar içtim.
Beni dinlemedi bile… Yanına gittiğim zaman kaçtı, en sonra da: -Sarhoş olduğun zaman çok müziç (can sıkıcı, rahatsız edici) oluyorsun!- dedi.
Artık birbirimize karşı son derece soğuk ve resmiydik.
..
Gelelim asıl vakaya reis bey:
Bir gün buna birkaç arkadaşıyla beraber yolda tesadüf ettim. -Adliyeye gidiyoruz- dediler, -Necmi’nin muhakemesine. Haydi bize yer bul!..-
Döndüm; ona hizmet etmek bile tatlıydı. İçeride yer bulamadık. Fevkalade üzüldüler. Adeta büyük bir fırsatı kaçırmış gibi telaş ediyorlar, -Ne diye az daha erken gelmedik!..- diyorlardı.
Bir han bekçisini para için keserle parçalayan bir katilin muhakemesine bu kadar alaka göstermek bana garip geldi; bu alelade bir merak falan değil, bir hırstı.
Uğraşa uğraşa onları yerleştirdim, kendim de aşağıda katili beklemeye başladım. Ben de elimde olmayarak merak ediyordum. Biraz sonra hasır şapkasıyla göründü. Yirmi beşlik, çilli yüzlü, basit, hatta bayağı tavırlı; aşağılık bir tenasübü (burada dış görünüşü anlamında) olan birisiydi.
O da tıpkı demin benim geldiğim gibi elleri kelepçeli, iki tarafı candarmalı olarak geçti. Bir sirk gibi buraya toplanan halk onu görmek için de birbirinin omuzuna çıkıyordu.
Muhakeme bittikten sonra kızların yanına gittim. Necmi’nin mübahasesiydi. Şaşırdım: Aman yarabbi, sokakta görseler başlarını bile çevirmeyecekleri bu adam katil olunca gözlerinde bir ehemmiyet almıştı. Bir kahraman gibi ondan bahsediyorlar, ağzını açışında, söz söyleyişinde, elini kaldırışında, her hareketinde bir güzellik, bir kibarlık buluyorlardı.
Bunlar lisede okumuş, liseyi bitirmiş kızlardı. Bilhassa o en baştaydı.
-Ah- dedi, -hiç adam öldürecek kıyafet var mı onda! Yazık vallahi…-
-Yahu- dedim, -katil olacak surat olmasa katil olmazdı.-
O zaman hepsi birden itiraz ettiler: Erkeklerin zaten birbirlerini beğenmediklerini, birbirlerirıi kıskandıklarını söylediler.
Kendimi araştırınca Necmi’yi sahiden kıskandığımı hissettim: Güzelliğini; tavırlarını değil, katilliğini…
Çünkü onun bu kadar beğenilmesine sebep, yalnız katil olmasıydı. Adam öldürünce bunların gözünde yükselmişti…
Düşündüm: O bana bu kadar alaka gösterse ben neler yapmazdım?..
Acaba, dedim, birisini öldürsem benimle bu kadar meşgul olurlar mı?
Düşündükçe bu fikir beynimi sarmaya başladı.
Gözümün önüne, bu salonda muhakeme olunurken onun alaka ile beni dinlemesi geldi. Kaşlarını kaldırmış, zeki, afacan gözlerini açmış, bana bakıyor, şimdiye kadar görmediği güzellikler keşfediyordu.
Adam öldürmek ve mahkemeye düşmek bende değişmez bir fikir oldu.
Halbuki hoca olmuş, harcırahımı almıştım. Düşündüm, aklıma bir fikir geldi: Bu parayı barlarda falan yer, yol parası için de birisini öldürürdüm.
Öyle yaptım.
Kumar falan bilmiyordum. Elimdeki yüz lirayı iki gecede yemek için çekmediğim kalmadı. Onu bitirir bitirmez, bir gece, eskiden tanıdığım komisyoncu Nuri Bey’in evine gittim.
Hiçbir şeyden haberi olmayan zavallı adamı üç dört kurşunda yere serdim..
Hapishanede, reis bey, muhakeme gününün heyecanıyla yaşadım. Seyirciler arasında onun ince uzun yüzünü görüyordum. Halbuki ilk muhakemede gelmedi. Belki haberi yoktu, dedim, yahut işi çıkmıştır. İkincide gene yoktu. Gözlerimi bütün localar ve sıralarda gezdirdimse de onu bulamadım. Bilseniz reis bey, üzerinize garip bir hayvana bakar gibi merakla dikilen yüzlerce göze bakmak ne zor şey… Ben üçüncü muhakemede, dördüncü muhakemede hep baktım, gelmemişti. Her bulamayışımda, muhakkak gelecek sefere gelir, diyordum. Onun nazarında bu kadar hiç olacağımı tahayyül edemiyordum.
Hele bu sefer, evvelden gelen bir his onu herhalde içeride bulacağımı söyledi. Dışarıda da birkaç arkadaşı gözüme ilişince, muhakkak, dedim, gelmiştir.
Aman Allahım, reis bey!.. Ben onun için, yalnız onun için adam öldürmüşken, bu sefer de gelmedi reis bey, bu sefer de gelmedi..
(Sabahattin Ali, 1927)