Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Sabahattin Ali – Bir Siyah Fanila İçin

in Öykü

Kadıköy vapuru bir lodos dalgası gibi şiddetle çarparak köprüye yanaştı. Evvela bir iki cesaretli kendini iskeleye fırlattı. Arkasından sarsıntıyla çözülüp içindekiler dağılan bir kırpıntı bohçası gibi alacalı bulacalı bir kalabalık söküldü.

Kısa lacivert etek, beyaz bere giymiş, uzun burunlu, gözlüklü, elindeki çantasından mektepli, hatta darülfünunlu olduğu anlaşılan bir hanım kız İstanbul tarafına yürüdü. Tam Ada iskelesinin yanından geçerken kulağının dibinde birisi bağırdı:
 

-Boyyalıııım!.. Ayna gibi… Küçük hanım tozunu alalım!..-

Mektepli kız tozdan beyazlaşan iskarpinlerine baktı, o tarafa yürüdü, sildirdi.
Sandığın üstüne bir yüzlük atıp giderken boyacı arkasından seslendi:

-Güzin Hanım!.. Beni tanımadınız mı?..-

Güzin Hanım hayretle döndü. Bu eski püskü elbiseli, siyah fanilalı, ince kumral bıyıklı külhanbeyini süzdü. Evet, gözleri yabancı değildi, ama ne münasebet! Şiddetle başını salladı:

-Hayır!-

Öteki güldü:

-Azıcık gelir misiniz?..- dedi.

Güzin Hanım istemeyerek yaklaştı:

-Tanıyamadım dedim ya!-

-Düşünün bakalım!.. O kadar uzak değil canım… Söyle bir sene evvel… Ömer… Mülkiyeli Ömer!..-

-Ömer!.. Sahi sen misin?..-

-Ha bileydin şunu!..-

-Fakat bu ne hal?..-

-İşte böyle Güzin abla, boyacılık yapıyoruz!..- Öteki hala inanamıyor gibiydi.

-Hani seni bir yere kaymakam yapmışlardı ya?.. Neydi oranın ismi?.. Tuhaf bir şey canım… Adana mıydı?..-

-Adana kaymakamlık değildir!..-

-Peki, nasıl oldu bu? Anlatsana!..-

-Tuhafsın be Güzin!.. Burada olur mu?.. Dur yahut, gel şuraya girelim!..-

Beraber yürüdüler, Ada iskelesinin ikinci mevki bekleme salonuna girdiler… Tahta kanapelerden birine yan yana oturdular. Ara sıra kapıdan uzanıp bakanlar, sandığını yanına koymuş genç bir boyacıyla gözlüklü bir mektepli kızın hararetle konuştuğunu görüyorlar, acayip acayip başlarını sallayarak çekiliyorlardı.

..

Erenköy’üne gidiyormuş kadar basit ve üzüntüsüz, İstanbul’dan ayrıldım. Öyle Pendik’i geçince içime bir gariplik falan da çökmedi; gittiğim kazayı, staj gördüğüm vilayetin ufak bir numunesi gibi tahayyül ediyor, -İki sene oturmaktan ne çıkar?..- diyordum, -İnsan pişkinleşir, hayatı anlar!-

Kasaba, istasyona üç saat uzaktaydı. Ancak gece yarısı gelebilen köhne forda binerken şoför:

-Yollar bozukçadır beyim- dedi, -birkaç yerde ineceğiz!-

Bu laf biraz zihnimi bulandırdı.

Yarım saat ancak gitmiştik, birden durduk.

-Yolu kaybettik!..- dediler.

-Şose yok mu?..-

-Var ama tamir ediliyor, otomobil geçmez!..-

-Ne yapacağız?..-

-Yolu arayacağız!..-

Gece zindan gibiydi. Otomobil karanlık bir odaya kapatılmış bir kedi gibi alevden gözleriyle dört tarafa atılıyor, duruyor, geriye dönerek tekrar koşuyordu. Ova düzdü. Zulmet (karanlık) göz alabildiği kadar uzuyordu. Tam iki saat böyle kah otomobille, kah inerek fenerle dolaştık. Nihayet yol dedikleri birkaç araba izini bulabildik.

Sallana sallana yarım saat daha gitmiştik, arabamız gene durdu:

-İneceksiniz beyim!..-

İndik, önümüzde yaya çıkılması bile güç bir yokuş vardı. Kısa fakat dik bir yokuş. Otomobil evvela geriledi. Sonra avına atılan bir tazı gibi şiddetle fırladı. Bu hız onu ancak yarıya kadar çıkarabildi. Artık canlı bir mahluk gibi soluyor, homurdanıyor, lakin bir adım ileri gidemiyordu. Döndü, yokuşa arkasını verdi; böyle çıkmak istedi… Ama yalnız bir iki adım fazla yürüdü. Şoför kan ter içinde iniyor, artık isyan eden motörün kolunu çeviriyor, arkadan dayanıyor, bu esnada küfürlerin de binini bir paraya savuruyordu. Nihayet bizim de yardımımızla makine yokuşun başını buldu.

Bu şekilde birkaç kere daha inip bindikten sonra hızlı hızlı sarsılmamızdan kasabanın kaldırımlarına geldiğimizi anladım.

Güneş uzaktaki dağların arkasında kollarını gererek uyanırken ben belediye reisinin evinde yumuşak bir yer yatağında uykuya sarılıyordum…

..

Birkaç hafta zarfında şehri ve civarını gezdim. Ahalisini gözden geçirdim.

Hayatımda bu kadar inkisara uğrayacağımı tasavvur edemezdim.

Memleketin bende bıraktığı yegane intiba basitlik oldu. Burada tabiat basit, muhit basit, halk basit, hulasa her şey basitti…

Benim gibi karmakarışık ruhlu bir adamın böyle yerlerde ne hale gireceğini tasavvur et.

Ahali manasız ve fesattı.

Bilir misin Güzin, bambu bastonlar olur, ben onları çok severim; çünkü bünyelerinde değişiklik vardır, düz değildirler…

Bir de hezaren bastonlar vardır: Bunlar düz olmakla beraber ağaçları asildir, temizdir, onun için iyidirler.

Bazan kavak ağacından da baston yaparlar… Düşün ne berbat şeydir bunlar!.. Düz, basit, sonra da nevileri adi.

Hadi bunlara da saf oldukları için tahammül edilebileceğini farz et!.. Ya içleri de kurtlu olursa?..

İşte burada halk adi, alelade ve çürük ruhluydu.

Anadolu’da işsizliğin doğurduğu yegane iş olan dedikodu, almış yürümüştü. Mektep muallimi hususi muhasebe memurunu, tapucu müddeiumumiyi (savcıyı), malmüdürü şube reisini çekiştirir, on dakika sonra da kahvede beraberce tavla oynayıp garson kızlara sarkıntılık etmekten sıkılmazdı.

İlkmektep müdürü müfettiş olmak için çalışırdı, çünkü alacağı harcırahlarla, çalgılı kahve kızları uğruna girdiği borçları ödeyecekti…

Belediye reisi mebus olmak için faaliyet gösterirdi, çünkü şimdi diş geçiremediklerinin o zaman tepesine binecek, ahbaplarına caka satacaktı…

..

Tabiatta da hiç değişiklik yoktu… Oh… O birbiri arkasına uzanan nihayetsiz sıra dağlar!.. Gerçi kasabanın karşısında -herkesin ilk vesilede methini yaptığı- bir çamlık vardı, güzeldi, ama buraya yakışmıyordu. Bu esmer dağların ortasında, kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil kadifeyi andırıyordu.

Dağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir kaya vardı. Yalnız ufak ufak çakıllar… Hani şose yollarına dökerler, en büyüğü yumruk kadar taşlar olur ya, sanki onları almışlar, avuç avuç serpmişler… Neye benziyordu biliyor musun?.. Zımpara kağıdına; ömrümüzü, zevklerimizi törpüleyecek bir zımpara kağıdına…

Köyler, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur vadilere yapılmıştı. Kireçli, beyaz dağların dibine sığınan bu mamureler (bayındır, insan bulunan yer) insana cibinlik köşelerindeki tahtakurusu yuvalarını hatırlatıyordu.

-Konuşacak, dert yanacak bir adam!..- diye kendi kendime haykırdım…

Yoktu… Malumat sahibi, derin, muğlak bir kimseye rast gelmek mümkün değildi.

Müthiş surette yalnız kaldığımı hissettim. Ah!.. Bilhassa bu kadar kalabalığın içinde yalnızlık ne acı oluyor yarabbi!..

İstanbul hasreti beni fena halde sardı. Evleri, sokakları, denizleri, insanları gözümden gitmiyordu. Aksaray’da karpuz satan bir külhanbeyi, bana bu Orta Anadolu kazasının en yüksek memurundan daha cana yakın, daha tabii, daha konuşulur geliyordu.

Bir gün İstanbul’a gönderilen bir tahriratı (yazıyı) imzalatmaya getirdikleri zaman:

-Ah!..- dedim, -Şu mübarek yerin ismini yazmak bile tatlı!..-

Yerli katibin yanında yaptığım bu hafifliğe sonra kendim de kızdım.

Her şeyi bırakarak buraya gelmek isteyince, karşıma istikbal hülyalarım, mektepte muhayyilemin süsleyip püsleyerek kafama yerleştirdiği tasavvurlarım çıkıyordu. Ama öyle bir hale geldim ki, çıldıracaktım. Düşünüyordum: Gidersem istikbalimi kaybedecektim, fakat durursam aklımı… Yalnız kaldığım günlerde benim yegane dostum olan aklımı… Her şeyden fazla sevip beğendiğim akılcağızımı!

Ne kuvvetliymişim ki; bir siyah fanila bana oradan ayrılmak çılgınlığını yaptıracak tahassüsleri (duyguları) verinceye kadar tahammül ettim.

Kış gelmiş; kar, yerli tabirle, güdük devenin kuyruğuna çıkmıştı. İstanbul’unki onun yanında konfetidir. Orada kar her yerdeki gibi yumuşak, tatlı değil; dolu gibi iri, yerleri tekmeler gibi sert yağar, biraz sonra da rüzgar onları alarak çöl kumları gibi yüzünüze fırlatırdı… Güneşi bulutların arasından alay eder gibi dilini çıkardığı zaman görebilirdik…

Bir sabah uyanınca gene kar yağmakta olduğunu gördüm. Hava bazan önümüzdeki camii göstermeyecek kadar bulanıyor, bazan da ta uzaklardaki dağlar bile görünüyordu. Sanki tabiat büyük bir sinema makinesini net yapmaktaydı… Karşımızdaki çamlığa yakın karlar, aktörlerin beyazlatmak için saçlarına serptikleri pudraları andırıyordu.

Titreye titreye kalktım. Ceketi omuzuma atarak yüzümü yıkamaya gittim…

Gelip aynanın karşısına geçince, tanımadığım birisi bana baktı… Şaşırdım. Aynada ince bıyıklı, siyah fanilalı, ceketi omuzunda bir külhanbeyi duruyordu. Bu… Bu… Bendim, yeni bırakmaya başladığım bıyıklarım, dağınık saçlarım, aba ceketimle bendim… Ama sırtımdaki siyah fanila? Nereden gelmişti bu?.. Bu bıçkın fanilasını ne zaman giymiştim?..

Zihnimde bir şimşek çaktı: Dün bir kutu fanila alarak eve yollamıştım, demek içlerinde bir tane de siyah varmış; ben de gece çamaşır değiştirirken farkında olmadan giymişim!..

Birden değiştiğimi hissettim… O kadar süratle değişmiştim ki, eski benliğimle yeni benliğim arasındaki ayırıcı çizgiyi elimle tutabileceğimi zannediyordum…

Aynadaki adam gözleriyle bana şöyle diyordu:

-Gafil!.. Burada seni sıkan, halk, muhit değil kendi mevkiindir; sen efendi olmak kabiliyetinde değilsin… Sen nizam, kanun gibi kayıtlara tabi olamayacak kadar serserisin… Muayyen bir daire, muayyen bir ikametgah seni sıkar, sana hergün değişen bir iş, her gece değişen bir yatak lazımdır… Ne yazık ki bunları daha şimdi anlayabiliyorsun… Artık yapacağın, mukadderin olan yaşayışa avdettir. Bunun için de evvela başından melon şapkayı, sırtından kolalı gömleği çıkarmalı, siyah fanilanla tam bir uçarı olmalısın… Göreceksin ki hayatın zevki değişikliktedir… Ama öyle elbise değiştirir kadar basit olanlarında değil, hayatına yeni bir istikamet verecek kadar büyük tenevvülerde (çeşitliliklerde)… Bundan sonra aç kalmayı spor, dayak yemeyi eğlence bilecek, kendinden kuvvetli olanlara aktör, kendinden zayıf olanlara hakim, enayilere karşı insafsız olacaksın… Bilmelisin ki, yaptıkların zekanın hamakate (aptallığa) galebesinden ibarettir… Artık hayatının sahifelerinden yeisi, bedbinliği, kederi sil, çünkü kuvvetli bir kafanın sevince çeviremeyeceği ıstırap yoktur… Hadi… Düşünme… İstanbul’a dön… Kendi hayatına dön!..-

Aynadaki adam sustu. Dikkat ettim, eski kaymakama hiç benzemiyordu. Vücudunda bir kıvraklık, gözlerinde hayatı anlayan bir parıltı vardı…

Bu adam saçlarını tarar, kollarını gerdiği zaman fanilasının altında şişkin memeleri belirirse çok güzel olacaktı… Siyah elbiselerine aykırı düşen bıyıkları bile, şimdi dudaklarını tatlı tatlı gölgelendirmeye başlamıştı.

İki gün sonra İstanbul’daydım. Tasavvur ettiğim hayata kavuştum. Bana vatanperverlikten, oraların tenvire (aydınlığa, aydınlatılmaya) ihtiyacından bahsetme! Söyleyeceklerin doğrudur, lakin -burada sesini alçalttı- lakin bizim için, yani benim içinde yetiştiğim gençlik için, memleket muhabbeti bir fantezi, feragat lügatten silinen bir kelime, hodbinlik en makul seciyedir.

Benim başkalarından farkım; samimiyetim, düşüncelerimi açıkça söyleyip yapmamdır.

Adaaam sen de, işte aç kaldığım yok. Ara sıra ahbaplara da rastlıyorum, beni davet ediyorlar, gülüp eğleniyoruz. Ama bazıları yol göstermeye, nasihat etmeye kalkıyorlar ki, gece yarısı evlerini bırakıp kaçtığım oluyor.

..

Yavaşça ellerini uzatarak sandığın kayışını yakaladı.

-Uzun konuştuk, Güzin!- dedi, -Canını sıktım. Ara sıra geçerken uğrarsan hem boyarız, hem de bir iki laf atarız… Bana müsaade…-

Kutusunu afili bir tavırla omuzuna vurarak yürüdü. Güzin Hanım arkasından baktı, baktı, sonra dudaklarını bükerek o da yürümeye başladı. Ve bir parça uzaklaştıktan sonra yavaşça mırıldandı:

-Kaçık!-

(Sabahattin Ali, 1927)

Etiketler: Sabahattin Ali
Bu gönderiyi paylaş
  • Share on Facebook
  • Share on Twitter
  • Share on Tumblr
  • Mail üzerinden paylaş
Beğenebilecekleriniz:
Sabahattin Ali – Uyku
Sabahattin Ali – Arap Hayri
Sabahattin Ali – Selam
Sabahattin Ali – Devlerin Ölümü
Sabahattin Ali – Bir Şaka
Sabahattin Ali – Hapishane Şarkısı IV
Sabahattin Ali – Cıgara
Sabahattin Ali – Hakkımızı Yedirmeyiz

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Yanlışlıklar Komedyası
  • Gemiler de Ağlarmış
  • Bir Köy Hekimi
  • Açlık Sanatçısı
  • Unutamayan Adam (Amos Decker, #1)
  • Bir Havva Kızı

Site istatistikleri

  • 0
  • 74
  • 60
  • 7.681.094
  • 3.023.546

Etiketler

Vedat Türkali Hilmi Yavuz Cevat Şakir Kabaağaçlı Bertolt Brecht Özdemir Asaf Asım Bezirci Nihat Behram Kerim Korcan Conrad Aiken Kahraman Altun Hasan Biber Cahit Sıtkı Tarancı Nazım Hikmet Cahit Külebi Suat Taşer Sezai Karakoç Erdal Öz Müştak Erenus Ahmet Erhan Arkadaş Z. Özger Asaf Halet Çelebi Pablo Neruda Neşe Yaşın Bejan Matur Zafer Ekin Karabay Erdal Alova Yorgo Seferis Attila İlhan Sabahattin Ali Altay Öktem Füruğ Ferruhzad Ziya Osman Saba Orhan Kemal Hasan İzzettin Dinamo Ülkü Tamer Halim Şefik Güzelson Arif Damar Resul Rıza Oruç Aruoba Akgün Akova Sinan Kukul Sennur Sezer İsmet Özel Fang Vei Teh Süleyman Nesip Metin Demirtaş Kemal Burkay Şükrü Erbaş Nicolae Dragos Cahit Zarifoğlu Faruk Nafiz Çamlıbel Yaşar Kemal Haydar Ergülen Yannis Ritsos Gabriel Celaya Cemal Süreya Eugene Guillevic Cengiz Bektaş Abdülkadir Budak Kemal Özer Metin Altıok Ömer Bedrettin Uşaklı Ingeborg Bachmann Miguel Hernandez Fethi Giray Louis Macneice Hasan Hüseyin Korkmazgil Vasko Popa Sabahattin Kudret Aksal Vladimir Mayakovsky Gülseli İnal Mehmet Başaran Ahmet Telli Louise Gareau Des Bois E. E. Cummings Can Yücel Edip Cansever İsmail Uyaroğlu Yaşar Miraç Kemalettin Kamu Ahmet Ada Dido Sotiriou Kenneth Rexroth Ahmed Arif A. Kadir Adnan Özer Ataol Behramoğlu Bekir Yıldız Heinz Kahlau Murathan Mungan Yi Men Sandor Forbath Behçet Kemal Çağlar Özge Dirik Vyaçeslav Ivanov İbrahim Karaca Refik Durbaş Mehmed Kemal İlhami Bekir Tez Metin Eloğlu Oğuz Atay Barış Pirhasan Şükran Kurdakul Ahmet Muhip Dranas Blas De Otero Sun Yu-T'ang Berin Taşan Oktay Rifat Liana Daskalova Cevdet Kudret Orhan Veli Kanık Oktay Taftalı Ercüment Behzat Lav Lale Müldür Ahmet Necdet Hasan Basri Alp Özkan Mert Behçet Necatigil Orhan Murat Arıburnu Ümit Yaşar Oğuzcan Sandor Petöfi Sait Faik Abasıyanık Necati Cumalı Ahmet Oktay Aziz Nesin Suat Derviş Fakir Baykurt Birhan Keskin Salah Birsel Süleyman Çobanoğlu Adnan Yücel Behçet Aysan Celal Sılay Adalet Ağaoğlu Ece Ayhan Nahit Ulvi Akgün Ozan Telli Konstantin Simanov Yılmaz Odabaşı Turgay Fişekçi Peter Abrahams Kutsiye Bozoklar Konstantinos Kavafis A. Hicri İzgören Yaşar Nabi Nayır Yılmaz Güney Enver Gökçe Philippe Soupault Cahit Irgat Paul Eluard Özdemir İnce Kostas Kleanthis Nikola Vaptsarov Fazıl Hüsnü Dağlarca Sabri Altınel İlhan Berk Jesus Lopez Pacheco Türkan İldeniz Talip Apaydın Tove Ditlevsen Gülten Akın Seyhan Erözçelik Rıfat Ilgaz Memet Fuat Bilgin Adalı Melih Cevdet Anday Goethe Enis Batur Mehmet Yaşin Turgut Uyar Tevfik El Zeyyad Abdülkadir Bulut Federico Garcia Lorca Suat Vardal Feyzi Halıcı Bedri Rahmi Eyüboğlu Afşar Timuçin Vecihi Timuroğlu Günter Kunert Jose Marti
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Sabahattin Ali – Komik i ŞehirSabahattin Ali – Bir Cinayetin Sebebi
Sayfanın başına dön