Sabahattin Ali – Bir Mesleğin Başlangıcı
Gece yarısından iki saat kadar sonra trenimiz Sıvas’a geldi. Ankara ile Kayseri arasında bizi adamakıllı bunaltan sıcağa mukabil Sıvas’a yaklaştıkça ve gece ilerledikçe hatırı sayılır derecede sert bir soğukla karşılaşmıştık. Arkadaşımla birlikte ceketlerimizin yakasını kaldırarak, istasyon büfesine girdik, birer çay istedik. İçerisi nefesten ve sigara dumanından buğulanmıştı. Bütün masalar doluydu. Başlarını masanın muşambasına koyup uyuyanlar veya bizim gibi yer bulamayıp ayakta zeytinyağlı biber dolması yiyenler vardı… Ankara, Samsun, Diyarbakır ve Erzincan’dan gelen ve bu istikametlere giden trenlerin hareket ve muvasalat (varış) zamanları gece yarısından sonra saat bir ile üç arasına tesadüf ettiği için bu saatlerde Sıvas istasyonu, binanın dışını kaplayan derin sükunetle büyük bir tezat halinde idi. Arabacılar, kaybettikleri müşterilerini, tren kalkıverir de paramı alamam korkusuyla, peronun dört tarafına koşup arıyorlar, askeri mektep talebeleri başörtülü anneleriyle vedalaşıyorlar, yer yer dizilmiş bavulların kenarında, atkılara sarılmış küçük çocuklar uyukluyor veya vızıldıyorlar, istasyonun henüz parke döşenmemiş, toprak ve karanlık kısmında köylüler heybelerinin ve sepetlerinin arasında çömelip oturuyorlardı.
İstasyonun önü karanlıktı. Atlarının renk ve şeklini, arabacısının yüzünü görmeden bir faytona atladık. Şimdi ismini hatırlayamadığım, fakat herhalde -Palas-lıkla alakası olan han bozması bir otelin önünde durduk. Bize gösterilen odada, verilen kati teminata ve insanı sersem eden filit kokusuna rağmen tahtakurularından uyumak mümkün olamayacağını tecrübelerimle biliyordum. Bir tek ümidim, ayakta duramayacak kadar yorgun oluşumdu.
Arkadaşım halkıyat (folklor, halkbilim) tetkikleri yapmak, hikaye ve şiir toplamak için seyahate çıkmış genç bir alimdi. Kayseri’den trene binmiş, artık sıkılmaya başladığım yalnız yolculuğun hiç olmazsa bir kısmına iştirak edeceği için beni pek sevindirmişti. Gözlüklerinin arkasından biraz mahcup bir hal ile etrafı süzen gözleri tesadüf ettikleri cansız eşyadan bile rivayet toplamak istiyormuş gibi meraklı ve sorucuydu. Bize muslukların yerini gösteren, yastıkların kirli tarafını el çabukluğu ile alta çevirip, meydana çıkan tarafın daha berbat olduğunu görünce pişkin bir gülüşle yüzümüze bakan otel hizmetkarını derhal sorguya çekti, aşık kahvelerinin yerlerini, meşhur saz şairleri bulunan köylerin isimlerini öğrendi. Hatta bir aralık uyku sersemi adamı oturtup Bey Böyrek veya Köroğlu masallarının Sıvas rivayetini söyletmeye kalkacak diye korktum, bir bahane ile delikanlıyı savdım.
Uyandığımız zaman güneş basma perdelere vurmuştu. Derhal pencereye koştum. Gecenin karanlığında girip kirli yatağına yattığım bu Anadolu otel odalarının penceresinden baktığım zaman tesadüf edeceğim meçhul manzaranın merakını daha yatmadan duymaya başlarım. Önüme bazan kavak ve erik ağaçlarıyla dolu bir bahçe, bazan yıkılmak üzere bulunan kerpiç bir duvarla çevrilmiş bir mezbele, bazan da heykelli ve minimini ağaçlı bir hükümet meydanı çıkar.
Bu sefer gördüğüm, vitrininde birkaç bayat patlıcan; yeşil biber ve büyük bir buzdolabı teşhir edilen -lüks- bir lokanta idi. Hemen perdeleri kapattım. Sokağa çıkar çıkmaz arkadaşımdan ayrıldım. O, aşık kahvelerini dolaşmaya ve Sıvas’ta halkıyatla meşgul birkaç meraklıyı aramaya gitti, ben şehri gezdim. Akşamüzeri kenar mahallelerden birinde karşılaştık. Yanında yerli bir zat ile acele acele gidiyordu.
-Koca Recep isminde biri varmış, onu arıyoruz!- dedi.
-Saz şairi mi?-
-Hayır!-
-Ne yapacaksınız?-
-Bize karı buluverecek.-
Biraz hayretle, fakat daha ziyade inanmayan bir gülüşle yüzüne baktım. O da gülümsüyordu. Bu taraklarda hiç bezi olmayan arkadaşımın birdenbire hovardalığa kalkmış olmasına ihtimal verilemezdi. Nitekim izah etti:
-Düğünlerde ve bazı eğlencelerde kadınlar tarafından söylenen şarkıları bir türlü toplayamıyorum. Aile kadınlarını çağırıp söyletmeye imkan yok. Ötekilerin de yolunu ben bilmiyorum. Arkadaş bu Koca Recep’i salık verdi. Birkaç sesi güzel ve çok şarkı bilen kadın buldurmak istiyoruz.-
-Eh. Bu bahane- dedim. -Şunun doğrusunu söylesene, düpe düz avrat oynatacaksınız. İçki falan da var mı?-
Sıvaslı zat:
-Onsuz olur mu canım?- dedi.
İşin ilmi tarafından ziyade bu cihetin onu alakalandırdığı belli idi.
Koca Recep’i bulup kadınları temin ettikten sonra beni gelip otelden almayı kararlaştırdılar. Ayrıldık. Otelin altındaki kahvede bir düzineye yakın çay ve gazoz içerek ve üç gün evvelki gazeteleri karıştırarak iki saat bekledim. Nihayet arkadaşım geldi:
-Hadi, hadi, kadınlar bekliyorlar, çabuk!- dedi. Dışarı çıktık. Sokakta kimseler yoktu.
-Hani?-
-Burada olur mu yahu? Şehrin dışında, arabalarda!-
Tereddüt ettim:
-Nereye gidiyoruz?-
-Paşa fabrikasına. Orası ağaçlık ve sulakmış. Güzel bir yer olduğunu söylüyorlar.- Güldüm;
-Görüyorum ki manzaranın letafetiyle de alakadarsın. Bu iş yalnız ilmi bir tetkike benzemiyor. Allah versin… Kadınlar nasıl?-
-Görürsün!-
Bu sözü adeta tehdit eder gibi söylemişti.
Şehrin dışında, karanlıkta, birkaç arabanın beklediğini fark ettim. En arkadakine atladık, yola düzüldük. Arabada benden ve arkadaşımdan başka iki kişi daha vardı, biri akşamüzeri gördüğüm yerli zat, diğeri kır sakallı, ellilik bir adamdı. Elini göğsüne koyarak derin bir sesle -Merhaba!- dedi. Ve bir daha bizimle meşgul olmadı. Karanlıkta güçlükle seçtiğim hatları, ciddi, düşünceli bir çehreyi ifşa ediyordu. Sakalı muntazam ve kısa kesilmişti. Bol yakalı ve sedef düğmeli mintanı ve büyük aba ceketiyle daha ziyade bir mahalle imamına benzeyen bu adamın böyle bir eğlenceye iştirak etmesini garip buldum. Sıvaslı zatın bir aralık ona -Koca Recep- diye hitap ettiğini duyunca hayretim büsbütün arttı. Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde, oturak alemi yapmak isteyenlere avrat buluveren, gizli umumi kadınların tellallığını yapan birçok adamlar tanımıştım, fakat şu karşımda bir halk filozofu, bir köy muhtarı vakarıyla oturan nur yüzlü adam bunlardan biri olabilir miydi? Karşımda oturan ihtiyarı yakından tetkik etmek için eğildim. Fakat önümüzdeki arabaların çıkardığı toz bulutları karanlıkla birleştiği için hiçbir şey göremedim. Gittiğimiz yerde derhal rakı sofrası kuruldu. Kadınlar arkadaşımın -görürsün- dediği kadar da varmış. Yaşlı ve harap çehreleri, gümüş mecidiye büyüklüğünde kırmızı damgalı yanakları, rastıklı çatık kaşları, katmer katmer buruşuk boyunları ile zavallı bir manzara arz ediyorlardı. Fakat sazlarla beraber şarkı söylemeye başlayınca, seslerindeki garip bir hüzün, Orta Anadolu havalarına daha cana yakın bir eda veren o tatlı çatlaklık, suratlarının korkunç mahiyetini gözlerimden sildi.
Koca Recep bir kenarda oturmuş, etrafla hiç alakası yokmuş gibi önüne bakarak ağır ağır rakı içiyordu. Etrafındakilerin ona karşı gösterdikleri hürmete benzeyen bir çekingenlik, büsbütün merakımı artırdı. Bütün gece gözlerimi kendisinden ayıramadım. Zaman zaman kalkıp etrafında dolaştım, yanına oturdum, fakat bir türlü söz açamadım. Kadınlar bile rakıyı ilk defa ona uzatıyorlar, karşısında başlarını öne eğerek bekliyorlardı. Nihayet, belki de içkinin verdiği bir cesaretle, tam yanı başına oturarak:
-Eh, nasılsın bakalım Recep Ağa?- dedim.
Yüzüme bakmadan cevap verdi.
-Çok şükür.-
Bir müddet durdum, sonra saçmaladım:
-Bu kadınlar da pek kart şeyler…- Sonra derhal tashih ettim: -Fakat sesleri fena değil… Ustaca okuyorlar…-
Gözlerini bana çevirdi. Uzun, kır kaşlarının altındaki açık kahverengi gözleri sakin ve lakayttı.
-Ustadırlar…- dedi. -Bilmedikleri hava yoktur: Efendi yazacakmış dediler de onun için bunları getirdim!-
Kadınların burnunun dibine sokulup gözlerinin içine bakarak defterini dolduran, ara sıra onlardan birini kenara çekip yavaş sesle yazdıklarını kontrol eden arkadaşımı gösterdi. Sonra tekrar yüzüme baktı:
-Genç avratlar da var… İstersen bir akşam da onları getiririz. Kendileri de güzeldir, oyunları da…- dedi.
Bir türlü sormak istediğim şeyi soramıyor, kekeliyordum. Nihayet dudaklarımdan manasız bir söz daha fırladı:
-Sen ne iş yaparsın Recep Ağa?- dedim.
Hayretle beni süzdü. -Aptal mı bu herif?- demek istediği belliydi.
-Görmüyor musun ne iş yaptığımı?- dedi. -İlle bunun adını mı söylemeli?- Mahcup mahcup önüme baktım. Başımı kaldırdığım zaman Recep’in beni hala süzmekte olduğunu gördüm. Bu sefer bakışlarında benim merakımı, hayretimi iyice anlayan bir gülümseme görür gibi oldum. Hakikaten bu gülüş biraz sonra bütün yüzüne yayıldı, ona hem masum, hem kurnaz bir çocuk çehresi gibi tatlı bir hal verdi.
-Bu işi bana yakıştıramadın değil mi?- diye sordu.
Başımı tasdik makamında öyle süratle salladım ki, adam tekrar ve daha çok güldü. Sonra ciddileşerek uzun zaman önüne baktı. Ben de bir şey soramıyor, sarhoş oldukları için artık istenilen şarkıyı söylemeyen ve keyiflerine göre bağırıp oyuna kalkan kadınlara bakıyordum. Arkadaşım da yazmaktan yorulmuş, sırtını bir ağaca verip ayaklarını uzatarak gözlüklerinin arkasından etrafı seyre dalmıştı; serin bir rüzgar etrafımızdaki birçok derelerin ve şelalelerin sesini, iri ağaçların yaprak hışırtısıyla karıştırıyor ve uzaklara götürüyordu. Karanlık fakat berrak gökyüzünde yıldızların sayısı beş on misli artmış ve gök kubbesi üstümüze doğru bir hayli alçalmış görünüyordu.
Bir aralık Recep ile tekrar göz göze geldik. O, birkaç saniye evvel kesilmiş bir mükalemeye (konuşmaya) devam eder gibi:
-Biz bu işe kabadayılık yüzünden başladık!- dedi.
Ne demek istediğini iyi anlayamadığım için yüzüne baktım.
-Allah inandırsın böyle…- dedi. Sonra, ikide birde sessiz gülüşlerle sözünü keserek, kısaca anlattı:
-Gençliğimde ben bu yakaların en kabadayı, en gözü pek hovardasıydım. Hatırımı saymayan delikanlı yoktu. Babamdan kalma beş on kuruş da vardı, kimseye muhtaç değildim. Arkadaşlar sağ olsun, hiçbir eğlenceyi bensiz yapmak istemezlerdi, sen olmayınca tadı çıkmıyor derlerdi. Sonra ortalığı yıldırmış olduğum için, şurda burda saklı karıları bensiz alıp getiremezlerdi. Zorlu bir efenin yanındaki avradı sürüyüp almak için hep beraber gider, lüzum olursa tabancaya, bıçağa sarılır, evvel Allah boş dönmezdik. Sonraları namımız öyle bir yayıldı ki, hangi avratın kapısına dayansam, gelmem demez oldu. Ama yalnız bana… İşte oğlum, meğer bu kabadayılık bizim işin başlangıcı imiş. Benim haberim yoktu… Şimdi şimdi anlıyorum… Bir eğlence yapsak, bir avrat oynatmaya kalksak hemen arkadaşlar bana gelirler: ‘Aman Recep, kurbanın olalım, bu kahpeyi senden başkası sürüyemez…’ derlerdi. Bu laftan gönlüme de hiçbir kötülük gelmezdi ha, ne olacak, arkadaş hatırı için olduktan sonra… Ama yavaş yavaş bizim babadan kalma mallar da hovardalıkta eriyip gitmeye başladı. Arkadaşlardan gizlimiz yok ki, bir gün bana: Aman Recep, dediler, bu iş böyle gitmez, aklına bir kötülük gelmesin ama, senin yaptığın doğru değil, hem yoruluyorsun hem de araba parasını, getirdiğin avradın masrafını sen çekiyorsun. Hiç olmazsa araba parasını biz verelim… Eh, bunda ne var, pekala dedim. Bir zaman böyle gitti. Bizde geçinecek kadar bile mal kalmadı… Avrat oynatmaya falan gitmez oldum… Arkadaşlar yine geldiler, sen olmadan bu iş olmuyor, senden daha zorlu kabadayı aramızda yok, bizi boşlama… dediler. Fakat bu sefer avradın masrafını da bize verdirmez oldular. Yavaş yavaş eğlencenin masrafını görürken de benden para almadılar. Ben de, aman, ille masrafa katışacağım! diyecek halde değildim… Derken günün birinde işi açığa vurdular. Uzun etme Koca Recep dediler, sen olmazsan biz avrat bulamayacağız, arkadaşlık namına sen bu işi yapıyorsun, ama kendi işinden gücünden oluyorsun, bak malını mülkünü bu yolda yedin, al şunu bakalım, aramızda topladık… Bunu deyip elime birkaç kayme sıkıştırdılar. Ama bundan sonra da halleri tavırları bir değişiverdi. Artık üç beş kağıdı cebine koyan, Koca Recep, bana falan avratı getiriver, diye yanaşmaya başladı. İşte böyle…-
Birdenbire sustu, hikayesini yarıda bırakmış gibi bir hali vardı. Önüne bakıyordu.
-Peki, sonra?- dedim.
Yüzüme tekrar dalgın dalgın baktı:
-Ne sonrası?- dedi. -Sonrası işte gördüğün gibi olduk!..-
Arkadaşım yerinden kalkmış bana doğru geliyordu. Birkaç kişi, her biri bir yanda sızıp-kalmış olan karıları arabalara yüklemeye çalışıyordu. Hava adamakıllı serinlemişti. Biz de doğrulduk. Recep Ağa sakalını karıştırarak önden gidiyordu. Arabada da hiç konuşmadık. Yalnız şehrin kenarında inip birbirimizden ayrıldığımız sırada yanıma geldi, tavrı o kadar ciddi ve düşünceliydi ki, hikayesine devam edecek sandım ve bekledim. Fakat o:
-Lüzumum olacak olursa beni İsmail’in kahvesinde ararsın!- dedi ve omuzları dik, başı önde, evinin yolunu tuttu.
(Sabahattin Ali, 1940)