Sonbahar
Mesele edindiği ‘Hayata Dönüş’ operasyonunun yıldönümünde, dün vizyona giren “Sonbahar” fısıldayarak bağıran bir film. Senarist ve yönetmen Özcan Alper’le hayatımızı döndüren operasyonları, ‘Sonbahar’ın öncesindeki ve sonrasındaki mevsimleri konuştuk.
İsmindeki talihsiz çelişkiyle birlikte Türkiye tarihinde ne yapılsa silinemeyecek bir leke olarak duracak ‘Hayata Dönüş’ operasyonu. Davanın trajik bir biçimde zaman aşımına uğramasıyla neredeyse aynı zamanlarda, bir film ilk kez gösterildiği Altın Koza Film Festivali’nde ‘En İyi Film’ ödülüne layık görüldü. ‘Sonbahar’ Antalya’dan, Kars’tan, Locarno’dan, Tiflis’ten de boş dönmedi.
Senarist ve yönetmen Özcan Alper, bu ilk uzun metrajlı filminde birçok açıdan başarılı sayılabilir, sayılıyor da… Ama bu filmde asıl takdire şayan olan bir şey var, öfkesini idare etme biçimi… Senaryoyu kurarken de, karelerini inşa ederken de seçtiği ve erişmesi herkesin harcı olmayan yalınlık, içinden ‘Hayata Dönüş’ ve ölüm geçen bu denli ağır bir hikayenin gücünü azaltmak bir yana, doğrudan damara karışır hale getiriyor. Daha öncesinde bu yaşananlara dair bir utancınız varsa dahi, bin beter oluyorsunuz.
Koca bir ekip çalıştı ‘Sonbahar’ için, hala afişlemesinden seyirci örgütlenmesine daha da fazlası uğraşıyor. O yüzden ‘A.R.O.G.’ basmış sinemalara girerken çok düşünmemişler bile; yeter ki 19 Aralık’ta, operasyonların yıldönümünde seyirciyle buluşsun.
Özcan Alper’le ‘Türk solunu birleştiren’ gala heyecanı öncesi konuştuk.
Bu filmi yapmanın bir vicdan borcu olduğunu söylüyorsunuz. ‘Sonbahar’ daha ilk gösterildiği festivalin büyük ödülünü aldı, ondan sonra da arkası geldi. Bunlar vicdanı bir nebze rahatlatıyor mu?
Açıkçası o borç sadece bu filmi yapmakla ilgili değil. Benim de içinde olduğum bir kuşağı ilgilendiren bu denli vahşi bir olay yaşandıysa, bu ülkede yaşayan bir entelektüel olarak bunu anlatmak zaten borcumdur. Sonuçta kimsenin vicdanı olamam, böyle anlaşılmasını istemem. Bu ülkede daha güzel, daha eşit, daha farklı bir yaşam isteyen herkesin hapishanelerde neler yaşadığını biliyoruz. Hikmet Kıvılcımlı’dan tutun, Behice Boran’a, Yaşar Kemal’e, Yılmaz Güney’e, Sevgi Soysal’a… Bütün bu insanların yaptıklarının yanında bizimkisi denizde bir damla…
‘Hayata Dönüş’ operasyonu davasının zaman aşımına uğraması da tam sizin filmin üzerine geldi galiba…
Evet, çok üste üste geldi; Adana’da ödül almamızdan bir ya da iki hafta sonra… Burada mesele sadece hapishaneler sisteminin F tipine dönüştürülmesi değildi. Bu zaten çok ciddi, ideolojik olarak Avrupa’da, Amerika’da planlanmış, düşünülmüş; Türkiye’de de sekiz yıldır uygulanıyor. Fakat asıl mesele, dışarının da ciddi bir şekilde hapishaneye dönüştürülmesi. Bu hem psikolojik, hem ideolojik olarak çok daha büyük bir şey.
Bu zaman aşımının kolektif vicdandaki tahribatı nasıl sizce?
Bir kere kimse ilk operasyon kararını veren Hikmet Sami Türk’ü unutmayacak. Hatırlarsınız, gazetecileri toplayıp neredeyse lüks oteller gibi göstermişti. Kısa bir süre sonra çok başka bir şey amaçlandığı çıktı ortaya tabii. Ben gittiğim ülkelerde, en sterili, en bilmem nesinde bile önce hapishaneleri soruyorum. Gerçekten hapishaneler o ülkede hukuk sisteminin gerçekten ne kadar işlediğini, toplumun vicdanın nerede durduğunu gösteren yerlerdir. Türkiye kendini ne kadar cilalarsa cilalasın, demokrasisi gelişiyor falan densin, bu hapishaneler mevzuu durduğu sürece faydası yok. Üç insana, üç kapıyı açıp günde sekiz saat konuşma hakkı verilemiyorsa, haklarına sürekli tecavüz ediliyorsa, kolektif vicdan mahkum olmaya devam edecek.
Filmin en başında kullandığınız gerçek bir görüntü var. Operasyon başlamadan evvel, tutuklulara direnmemeleri, hayatın ne kadar güzel olduğu anlatılıyor. Aynısını çekseniz, kimseyi gerçek olduğuna inandıramayacağınız, çok tüyler ürpertici bir konuşma… Bu nasıl sızmış ya da iyi bir şey olarak basına servis edilenlerden mi?
Onlar tabii başka türlü bakıyor, basına verebilecekleri bir malzeme, başka şeyleri göstermek istemedikleri için… O döneme dair bir sürü şey izledim, bu da bir şekilde sızmış. Gerçekten ben çekseydim, ‘Aa devleti bilerek sert göstermiş, abartmış’ derlerdi eminim. Sadece siyasi tutuklular için değil, adli tutuklular için de hapishanelerin ne halde olduğunu bilen biliyor. Mesela Yılmaz Güney’in ‘Duvar’ filmi gerçeğin yanında şiddet dolu gelmiyor bana.
Sizin cezaevi, gözaltı tecrübeniz var mı?
Cezaevi 15 gün falan, çok değil. Gözaltı tabii ki üniversite döneminde farklı farklı öğrenci eylemleri nedeniyle bol bol var. Kendi tecrübem dışında daha önemlisi uzun yıllar cezaevinde kalmış çok tanıdığım vardı.
Hatta 10 yıl cezaevinde kalan bir arkadaşınız bütün film boyunca sizinle birlikte çalışmış. Onun için sağaltıcı bir iş oldu mu ‘Sonbahar’?
Çok iyi geldi ama Cemil daha güçlü bir insan. Çok okuyan hatta kapalı kalma ve koridorlar üzerine felsefi olarak düşünen, yazan biri. Hatta Tanıl Bora’yla yazışırlardı, biraz onun da desteği oldu. Bilinç olarak kendini asla hapsetmeyen biriydi. Bir de en büyük şansı, o sürede onu bekleyen biri vardı ve bizim filmden önce evlendiler. Mesela şimdi Hopa’da ‘Biryaşam’ diye bir dergi çıkarıyorlar genç arkadaşlarla. Hopa çok küçük bir yer ama 1500-2000 satıyor. Bulundukları yerde hayata müdahale eden insanlar… Benim de daha fazla önemsediğim bu. Film açısından, benim açımdan, oyuncu Onur Saylak açısından büyük şans oldu onun varlığı. Ne kadar okursanız okuyun, orada kalmış bir insanın oturuşu kalkışı başka…
Onur Saylak sırf iyi oyuncu olduğu için mi iyi filmde, yoksa kendi hayatıyla denk düşenler de var mı? İnsan sadece rol için Hemşince öğrenir mi?
Bütün dili değil tabii ama aksanına kadar bayağı ilerledi. Hemşinli olduğunu zannedenler bile çıkıyor. Zaten Onur’la biz aylar öncesinden çalışmaya başladık, o karakterin nasıl düşündüğünü kavrayabilmek için bile bir sürü şey okudu. Üniversiteden açlık grevine katılmış bir arkadaşım vardı, onu, onun annesiyle ilişkisini gözlemledi. Biraz karakteriyle de ilgili tabii. Ben çok mutluyum onunla çalıştığım için, çok iyi bir dost da kazandım ayrıca.
Gürcistanlı kadın oyuncu Megi Koboladze ‘En güzel yıllarını sosyalizme mi verdin? Deli misin?’ diyor Yusuf’a. O kaç yaşında, mesela samimiyetle kurduğu bir cümle mi bu?
Asıl ilginç olan, katıldığımız 15 festivalde bana en fazla sorulan sorunun bu olması; özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde… Çünkü biz burada başka bir şey yaşarken onlar reel sosyalizmde başka bir şey yaşıyordu. O yüzden çok şaşırtıcı geliyordu, sosyalist olup olmadığımı soruyorlardı. Ama aradan 15 sene geçti, ‘A McDonalds gelecek, Coca-Cola gelecek’ bitti. Gürcistan’da da, Ermenistan’da da inanılmaz bir açlık ve sefalet var. Karşılaştırma yapıyorlar tabii. Eskiden eğitim, iş, konut sorunu yoktu, her evde kütüphane vardı. Megi, Batum Devlet Tiyatrosu’nda oyuncu, 23 yaşında ama Dostoyevski’yi ben zorla okuttum ona. Kültürel olarak da inanılmaz bir dejenerasyon var çünkü. Brecht’i de bu sayede okudu.
Anneyi canlandıran Raife Yenigül de akrabanız…
Evet, babamın amcasının kızı, halam sayılır. Profesyonel oyuncu da baktık ama yaşlı birine dil öğretmek zor, bir dağ evinde kadın olmak farklı bir şey… Ama benimle rahat ilişki kurabilecek, kendini hikayeye yakın hissedebilecek biri olmalıydı. Hopa’nın farklı bir kültürel ve siyasal ortamı vardır, ÖDP’nin sahip olduğu tek belediye… Burada olmama rağmen Raife Teyze’yi çay mitinglerinde, çay üreticileri sendikasında falan konuşurken görüyordum zaten gazetelerde. Çocuklarından, yeğenlerinden, bu tarz hikayelere yakın biri.
Ona nasıl geldi başta fikir?
Başta kabul etmedi tabii. O kendisine ‘Ben sosyalist Müslüman’ım’ der. Hatta ‘Sosyalistler yeterince inansaydı çoktan devrim olmuştu’ gibi düşünceleri de var. Bir kere günah meselesi vardı. Bağnazlık anlamında değil ama ‘Şimdi benim filmde başka bir oğlum mu olacak, başka bir kocam mı olacak?’ diye soruyordu. Anlattım ben de, Hemşince bir kısa filmim vardı, onu köylülerden izlemeyen yok gibidir, onun faydası oldu.
‘Momi’ gerçekten ilk Hemşince film mi?
Evet. Onlar da kendi dillerini çok önemsediğinden sandığımızdan daha etkili oldu, kabul etti.
Artvin’deki, Karadeniz’deki ilk gösterimler nasıl geçti?
Bu Gezici Festival kapsamında oldu. Çok eski, kapanmak üzere bir sinemada gösterdik. İnsanlar yıllardır sinemaya gitmiyordu, festival bütünüyle inanılmaz geçti.
Gençler altyazıları mı okudu? Hemşince bilen ne kadar?
Gençler biliyor da çocuklar, yeni nesil bilmiyor. Daha çok İstanbul’da büyüyen çocuklar… Yazı dili olmadığı için yok oluyor tabii.
‘Vova’ adlı albümde, Hemşince mani ve türküler aslına çok sadık bir şekilde ilk kez bir araya getirildi. Siz Hemşince’yi beyazperdeye taşıdınız. Hemşinlilik algısına, bilincine etkileri ne oluyor bu tür çabaların?
Onun da güzel bir hikayesi var. Ben kısa filmim ‘Momi’yi çekerken hiç öyle bir albüm yoktu. Vova’nın kurucularından Ersin (Çelik) ve Hikmet Abi’yle (Akçiçek) çıplak sesle stüdyoda bir kayıt almıştık. Filmin galasına Kalan Müzik’in sahibi Hasan Saltık gelmişti, ‘Neden böyle bir albüm yok?’ fikri doğdu. Sonra albüm Ada Müzik’ten çıktı ama teşvik ondan gelmişti. O dönem stüdyoya çok para gitmesin diye Harbiye’deki benim evin bir odasını bir buçuk yıl provalar için kullandılar. Ne oldu? Bir kısa film, sonra bir albüm, şimdi bu film… Ankara’dan bir arkadaşım arıyor, kızlarına Hemşince bir isim koymuşlar. Bu dil köye gittiğimde annemle babamla iletişimi sağlayan bir şey değil sadece, dilim benim karakterim. Bu dil ölse, benim şahsiyetimden de bir şey yok olur. İşte insanlar bunu görmeye başlıyor galiba. Benim için de öyle… Bir Amerikalı’ya benzeyen Türk’ü, Kürt’ü ben ne yapayım ki…
Köyüne ölmeye dönenlerin ülkesi
Solcu arkadaşları çoluk çocuğa karışmış, sevgilisi evlenmiş ama Yusuf, 10 yıl sonra, nihayetinde aynı yere dönüyor. Hopa’ya özel durumlar olabilir ama 10 yılda Karadeniz aslında çok değişti. Bu sağcılaşma, milliyetçiliğin yükselişi Sahil Yolu Projesi gibi bir proje değil miydi aslında?
Hatta sadece doğa değil, insanlar da tahrip edildi değil mi? 92’de en son Trabzon’dan ayrıldım, sonra sık gittim geldim. Ben liseden ayrılırken bu süreç başlamıştı, mayalıyorlardı. Kürt meselesine karşı bir denge kurmaya çalışıyorlardı. Üst söylemde Laz bölgesi diye anıyorlardı ama çok iyi biliyorlardı ki orası tek tip görünümüne rağmen çok farklı kültürler barındırıyor. Bu daha da önemliydi onlar için. Zaten Trabzon merkezli olarak böyle bir politika uygulamaya hemen başladılar. Senin dediğin gibi Karadeniz Otoyolu bir simge haline geldi. Zaten akıl almaz bir şey: 600 kilometre boyunca kıyıyı 50 metre taşla dolduruyorsun, kıyı kalmıyor. ‘Son Kumsal’ belgeselinde de bu çok güzel veriliyordu, adam oraya sadece yol yapmıyor. O yol, oradaki yaşamı ciddi şekilde muhafazakarlaştıran bir şey. Deniz insanları açar. Onun dışında otoyol, kadınları sosyal hayattan daha fazla püskürtmüş. Taşrada kadınların tek nefes alabildiği yer deniz kenarıdır, kahveye gidecek halleri yok ya… Zaten çarşı taşrada klasiktir, oturur herkes, bir kadın geçsin, hiçbir şey olmasa gözüyle, bilinciyle taciz eder. Onun dışında genel olarak Diyarbakır’a karşı bir Trabzon yaratmak istemeleri çok zarar verdi bölgeye. O asker cenazeleri çok ciddi kullanıldı. Ben kendi köyümdeki örneklerden biliyorum. O insanlara para vererek, satın alarak neredeyse… Altlarında cipler… Adamın kardeşi ölmüş, bakıyorsunuz bir yıl sonra bilmem ne şirketinin başında. Çok açık…
Köyüne ölmeye dönen kot taşlama işçileri, 90’larda köyü yakıldığı için büyük şehirlere göçmüş ama şimdi kriz yüzünden evsiz, topraksız, hayvansız köyüne yoksulluktan ölmeye gidenler… Sebepler çeşitli ama bu ülke, insanlarının ölmeye köyüne döndüğü bir yer haline gelmedi mi sizce de?
Evet, öyle gerçekten. Bir belgeselde izlemiştim. Bir adam savaş sebebiyle Hakkari’nin bir köyünden Van’a gelmiş. Anlatıyor; akşama kadar kömür boşaltıyor, işi bu. Kendi elbiseleriyle gitmiş, akşama kadar simsiyah olmuş, bütün gün sonunda da eline geçen 5 lira. Dönerken deterjan alıyor, adamın temizlenmesi, o elbiselerin yıkanması neredeyse 5 lira. İnsan ne düşünsün bilemiyor.
Yönetmen: Özcan Alper
Ülke: Türkiye
Süre: 99 dk.
Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze, Raife Yenigül
(Pınar Öğünç, Radikal, 20 Aralık 2008)