Will (Babam İçin)
Arsenal taraftarı bir öğretmenin futbol üzerinden hayatla kurduğu ilişkiyi anlatan Nick Hornby’nin romanı ‘Fever Pitch’ sinemaya uyarlanıp film vizyona girdiğinde İngiliz bir eleştirmen “Arsenal’ı tutmak zaten yeterince problem, bir de onun üzerine çevrilmiş bir filme gitmek ister misiniz, bilemem” türünden bir şeyler yazmıştı. Film 1997’de çevrilmişti ve doğrusu ‘Topçular’ (The Gunners) o dönemde, Arsene Wenger öncülüğündeki ‘Altın çağ’larını yaşamaya henüz başlamamıştı (hoş, artık yeniden eski ‘Karanlık çağlar’a döndüler ya, neyse). Lakin söz konusu eleştirmen bir İngiliz olmasına ve kendince iyi bir espri yapmasına rağmen taraftarlığın başarıya endeksli olmadığının galiba farkında değildi. Öte yandan ‘Ada futbolu’na bakıldığında, Arsenal’den beterleri de var elbet. Mesela Liverpool… ‘Kırmızılar’ (The Reds) şampiyonluk unvanıyla en son 1989-90 sezonunda buluşmuştu, tam 22 yıldır zirvenin uzağındalar. Dolayısıyla onlar üzerine yapılan bir filmi izlemek, daha da güç.
‘Epik’ bir final
Amma velâkin mesela Arsenal’a göre bir avantajları var: Londra ekibinin iki kez final oynadığı (birinde Galatasaray ’a kaybetmişlerdi) Avrupa sahnesinde, son dönemde bir kez UEFA (2000-01 sezonu), bir kez de Şampiyonlar Ligi (2004-05 sezonu) şampiyonluğu unvanıyla buluştular. Bu iki şampiyonluktan özellikle Devler Ligi’ndeki zafer son derece dramatik, son derece epikti. Yani tam da sinemanın aradığı özelliklere sahipti. Bugün vizyona giren ‘Babam İçin’ (Will), işte bu unutulmaz zafere giden yolda küçük bir taraftarın yaşadıklarını anlatıyor. Ya da durumu şöyle tarif edelim: Film bizi, 120 dakikalık uzatmanın sonucunda penaltı atışlarının belirlediği unutulmaz finalin başlama düdüğüne kadar götürüyor.
Önce kısaca öykü: Liverpool futbol takımı, rahibeler yönetimindeki yetimler okulunda öğretimi sürdüren 11 yaşındaki Will Brennan için zorluklarla dolu bir hayatın belki de tek neşe kaynağıdır. Annesinin ölümünden sonra çok sık görüşemediği babası, günün birinde ortaya çıkar ve bir anlamda aradan geçen yılların özrü niteliğinde oğluna iki bilet uzatır. Bu biletler Will’i ve babasını, henüz yarı finalde Chelsea engelini geçmek durumunda olan Liverpool’un İstanbul Atatürk Olimpiyat Stadı’nda oynayacağı olası finalin tanığı yapacaktır. Ne var ki kader küçük Liverpool taraftarına kötü bir oyun oynar ve bir kalp krizi sonucu, babasını elinden alır. Will bu durumda bile İstanbul ’un yoluna tutmakta kararlıdır. Babasının en yakın arkadaşı bar işletmecisi Davey ve okuldaki başrahibe, küçüğün final hevesine ket vurmaya çalışsalar da Will, okuldaki ‘kankaları’nın yardımıyla ‘firar’ eder ve kendi ‘Zafere Kaçış’ına imza atar. Tabii yolculuk meşakkatlidir, kaçak bir yolcu olarak bir TIR’ın içinde Manş’ı geçer, peşi sıra Paris’te tanıştığı Alek adlı eski bir Bosnalı futbolcudan yardım görür, Balkanlar üzerinden de İstanbul ’a doğru yola koyulur…
Terim’i de yanıltmışlardı
2005’te, Olimpiyat Stadı’nda oynanan final, belki de dünya futbolunun en önemli vitrini sayılan Şampiyonlar Ligi organizasyonunun halihazırdaki en unutulmaz maçlarından biridir. Malum o gün kâğıt üzerinde favori gösterilen Milan, mücadelenin ilk 45 dakikasına 3-0 önde girmiş ve bir anlamda, maçın skoru çok erkenden belli olmuştu (hatta maçı Star TV’de yorumlayan Fatih Terim, eski takımı Milan üzerinden, “Hiçbir İtalyan takımı 3-0’dan maç vermez” demişti). Ama Liverpool’un gösterdiği inanılmaz direnç ve yeniden ayağa kalkış, sonucu -eskilerin deyimiyle- ‘ikinci haftaym’da 3-3’e taşımış, penaltılarla gülen taraf İngilizler olmuştu.
‘Babam İçin’ Türkçe ismiyle gösterime giren ‘Will’, sanki Liverpool’un yazdığı bu çok çok özel tarihte minik Will Brennan’ın da muhteşem iradesinin katkısı büyük demeye getiriyor. Elbette hikâye gerçek değil kurgu ama senaryoyu kaleme alan Zack Anderson, madem futbol mucizelere dayanan bir oyun, 11 yaşındaki bir çocuğun da birtakım mucizeler sonucu İstanbul’un yolunu tutması normaldir demeye getirmiş. Futbol filmleri, genelde sinematografilerinden çok hatırlattıkları, oyunun ruhuna yaptıkları katkı ve kendi içindeki ‘mutlu final’leriyle dikkat çeker. ‘Will’ de böyle bir yapım olmuş, kadın yönetmen Ellen Perry’nin imzasını taşıyan film, ilk elde naif bir futbol öyküsü anlatıyor. Doğrusu minik Will için İstanbul yolculuğu çok da zorlu geçmiyor. Paris’te tanıştığı Alek, her şeyi onun için kolay kılıyor. Eski Bosnalı futbol yıldızı olan (bir ara Liverpool’da da seçmelere katılan) Alek karakteri biraz zorlama duruyor. Özellikle Bosna’da, bu karakterin köyüne yapılan ziyaret ve nahoş anılar, öyküde hafiften kan uyuşmazlığı yaratmış (bu arada ziyaret sırasında Will ve Alek, ‘sabah ezanı’yla uyanıyorlar. Ben de ön gösterimde bu sahne esnasında yanında oturan sinema yazarı arkadaşım Murat Erşahin’in kulağına, “İşte Yılmaz Erdoğan’ın aradığı film” demekten kendimi alıkoyamadım). Yine eski Yugoslavya sınırları dahilinde polisin bir taraftar otobüsünü durdurup, “Will Brennan’ı gören var mı?” sorusu karşısında dizilmiş bütün Liverpoolluların, “Will Brennan benim” demeleri de ister istemez akla, “Kara Murat benim” repliğini getiriyordu.
‘Kral Kenny’ artık yok
Oyunculuklara gelince… Will’de Perry Eggleton, Alek’te Kristian Kiehling rol hacimleri dolayısıyla diğer isimlerin önünde yer alırken usta aktör Bob Hoskins, bar sahibi Davey rolünde başlarda gözüküyor. Keza, muhteşem Yunan filmi ‘Gelinler’den hatırladığımız Damian Lewis da Will’in babası Gareth rolünde karşımıza geliyor. ‘Behzat Ç’nin savcısı Canan Ergüder’in de öyküde kısa bir kompozisyonu var.
Ya filmin diğer çağrıştırdıkları? O takımdan iki isim, kaptan Gerrard ve Carragher, görüntüleri ve ruhlarıyla finali yeniden hatırlatıyorlar (Oysa ‘zafere uzanan takım’da, Baros ve Kewell da forma giyiyordu ve film çekilirken ikisi de, Galatasaray’da oynuyordu, keşke onları da öyküye katsalarmış). Ve endüstriyel futbolun acımasızlığı… Will’in, babasından miras kalan en önemli anılardan birinin sahibi olan ‘King Kenny’ (Kral Kenny), yani Kenny Dalglish, film İngiltere’de vizyona girdiğinde Liverpool’un başındaydı, bizde vizyona girdiği şu günlerde ise artık kapı önüne konulmuş eski bir efsane…
Sonuç? ‘Will’, küçük bir çocuğun gözünden anlatılan futbol sevdasına odaklanmış bir film. Oysa bu topraklarda futbol sevdanın ötesinde adeta bir din. Ama öte yandan ‘Will’ türü naif bir tutkunun ötesinde, nefretle örülmüş duyguların da ifadesi. Dolayısıyla bizim seyircimiz için daha sert, daha ‘kanlı’ futbol filmleri gerekiyor sanırım. Ama saf bir tutkuysa aradığınız, ‘Will’ Euro 2012 serüveni sırasında bir ‘ara durak’ olabilir. Ben ise filmde en çok ‘You’ll Never Walk Alone’ (Asla Yalnız Yürümeyeceksin) şarkısının devreye girdiği bölümleri beğendim. Zaten şarkısı bu olan bir takımın taraftarı da, İstanbul ’a yalnız gelemezdi…