Lilja 4 Ever (Daima Lilya)
Gerçeklik ile hayalin iç içe girdiği filmlerin genelde seyirciyi ele geçirmek yolunda daha etkili olduğu söylenebilir. Eğer bir film büsbütün gerçekçiyse ya da hayal gücüne hitap ediyorsa o film ya sevilir ya sevilmez. Aslında bu konuda genelleme yapmak ne derece doğrudur, tartışılır. Ama gerçek olan, her iki nosyondan elemanları hikayesine aktaran film, eğer dozajı iyi ayarlayabilirse etkileyici olmak konusunda biraz da tabir yerindeyse tribünlere oynamak suretiyle hedefine varır. Daima Lilya, bu açıdan bahsettiğimiz tarife uyan bir büyülü gerçeklik kokteyli. Gerek gerçekçi, gerek büyülü yanları ise oldukça çarpıcı. Zaten filmi ilginç kılan bahsettiğimiz bu formülün dozunda kullanılması. Filmin gerçekçi yanını görmek istiyorsanız Lilya’nın yorgun yüzüne bakınız. Büyülü yanına görmek istiyorsanız Lilya’nın kanatlarına bakınız…
Daha filmin başında; yönetmen, Rammstein’ın zaten tek başına dinlendiğinde bile sarsıcı etkiler yaratan Mein Herz Brennt adlı şarkısıyla bizi kontrolü altına alıyor. Bu kurnazca melodramatik yatırım, filmi izlemek için seyirciye ruhsal ve zihinsel anlamda, yüksek dozda bir kondisyon depolatıyor. Rammstein gibi şiddet çağrışımları uyandıran sert bir müziğin Lilya’nın kırılgan masumiyetiyle yarattığı oxymoron, dramatik olanın altının daha kalın bir çizgiyle çizilmesine neden oluyor.
Film, ihtiva ettiği anlam bakımından aslında klişe gibi gözüküyor ama ağırlığı düşünüldüğünde, neredeyse dokunulmazlığı olan ciddi bir temayı sırtlamış götürüyor. Sonuçta 16 yaşında bir kızın bedeninin ve hayallerinin ırzına geçilmesine kim kayıtsız kalabilir ki? Sinema perdesinde olan bitene seyirci kalırken, gerçeğe de seyirci kalmak elbette yaralar insanın vicdanını.
Film, Lilya’nın yaşadığı yıkımı evinin içinden başlayarak git gide bütün dünyasına nasıl yayıldığını anlatıyor. Söz konusu olan ‘çalınmış güzellik’ değil, ‘ırzına geçilmiş güzellik’. Lilya’nın hayatındaki tek düzenli seyir, felaketlerin yaşamına yaptığı ani ve sarsıcı ziyaretler. 16 yaşın getirdiği saflıkla annesiyle Amerika hayalleri kurarken, birden bire kurduğu bütün hayaller yıkılıyor. Annesi Lilya’yı hayalini kurduğu Amerika’ya götürmeyeceğini açıklıyor.
Bir anne kedinin, büyüttüğü yavru kediyi olgunlaştığı zaman kendi haline bırakması gibi bir vazgeçiş değil bu. Tamamıyla bencilce verilmiş vahşi bir karar. Komünist rejim sonrası eski Sovyetler Birliği’ne bozuk iştahıyla saldıran kapitalizm, insanların hazmetmekte zorlandıkları yeni gerçekliğe yetmezmiş gibi, rüyalarına da saldırıyor. Amerika’yı kurtuluş olarak gören anne kendini yeni hayatın kollarına bencilce atarken, annesiyle beraber Amerika hayali kuran Lilya birden bire yaşadığı evden de oluyor. Komünizmin yarattığı bunaltıcı kolektivizmden, kapitalizmin dayattığı kusurlu egoizm duygusuna geçiş çok sarsıcı olmuş olmalı ki, bir anne bile 16 yaşındaki kızından gözünü kırpmadan vazgeçebiliyor.
Dram, evin içinden Lilya’nın dışarıdaki hayatına yayıldığında ise daha da içinden çıkılmaz hale geliyor. Annesi tarafından terk edilen bir kıza “dışarının” neler yapacağını düşününce içinizdeki acıma duygusu derhal harekete geçiyor. Bir fare yuvasını andıran evde yaşamaya başlayan Lilya, kendisi gibi itilmiş, yaşça kendinden küçük olan Volodya’da buluyor güveni ve sevgiyi. Kimseden göremediği koşulsuz sevgi ve yakınlığı, bütün gününü yalnız başına bir potaya boş bir kola kutusu fırlatan Volodya’dan görüyor. Zaten filmin büyülü ve masalsı yanını bu ilişki oluşturuyor. Gerçek, sonu gelmeyen irili ufaklı temsilcilerinin sivri dişleriyle acımasız saldırısını sürdürürken, bu masalsı ilişki olanca dokunaklığıyla sergilenerek örselenmiş olan ruhsal tanıklığımızı tedavi ediyor.
Filmde son derece işlevsel olarak kullanılan simgeler bir hayli etkileyici. Lilya ve Volodya’nın kendilerine evin içindeyken çarşaflarla yaptıkları çadır kendilerini kıskacı altına alan dış dünyadan kaçış isteğinde karşılığını buluyor. Özellikle Lilya’nın Volodya’ya aldığı basketbol topu adeta bir karakter gibi kullanılmış. Ve birer çift kanat… Dünya, bu haliyle kesinlikle onlara göre değil. Hep hayalini kurdukları cennet, dünya dışılığı ve tüm yumuşatılmışlığıyla onları koruyacak tek yer.
Lilya ve Volodya’nın ilişkisi akıllara Michael Winterbottom’un obsesif bir aşk hikayesini anlattığı “Seni İstiyorum” filmini getiriyor. Söz konusu filmde küçük göçmen çocuk ile genç kadının ilişkisi birbirine bir hayli benziyor. Daima Lilya’nın farkı, hikayesini obsesif bir romantizme değil masalsı bir gerçekçiliğe yaslamış olması. Yine de bu iki filmdeki erkek çocuk ‚Äì genç kız ilişki düzeneği aynı amaca hizmet etmesi açısından ilgi çekici benzerlikler arz ediyor.
Lilya’nın saflığı ve çaresizliği sınırlarını o kadar genişletiyor ki, bu dram “uluslararası” bir genişlemeye uğruyor. İsveç’in buz gibi psikocoğrafyası, cinsel açıdan ihmal edilmiş hoyrat İskandinav erkeklerin zavallı Lilya’nın bedeninde savruk geliş gidişleri, lugattan çıkarılmış merhamet, bir eve kilitlenmiş beden ve ruh…
Vicdani dayanıklılığımızın direnç noktalarını keşfetmek için yapılan bu çılgınca sınamalardan etkilenmemek mümkün değil. Bu dünyada bir çift kanada ihtiyacı olan kaç bin örselenmiş ruh var kimbilir?
Yönetmen: Lukas Moodysson
Ülke: Danimarka, İsveç
Süre: 109 dk.
Oyuncular: Oksana Akinshina, Artyom Bogucharsky, Lyubov Agapova, Liliya Shinkaryova, Elina Benenson, Pavel Ponomaryov
(Zafer İlbars, Beyazperde)