Çağdaş Şiirimiz ve Gelenek
Şiirimizin geldiği çıkmaz sokaktan çıkma çabaları mı, şiirimizin tarihini gözden geçirme gereği mi tam anlayamadım, bir süredir, “şiirimiz ve gelenek” teması gündemde. TÜYAP’taki bir sempozyum, TÖMER’in kapsamlı sempozyumundaki oturumlardan bir ikisi, YAZARLAR BİRLİĞİ’nin “Baki” sempozyumunun bir oturumu bu konuya ayrıldı. (Bu sempozyumlar, belki de birbirinden habersiz olarak, yaklaşık iki ay içinde gerçekleşti.) Ve nedense, şiirin ya da şairin çıkmazı, gelenekten kopmakla açıklandı. Daha çok “muhafazakar” denilecek bir bakış açısıyla “gelenek” kavramı divan edebiyatına bağlandı. Divan edebiyatının “mazmun”ları övüldü, bu kalıplaşmış söz öbeklerinin şairle okur arasında bir “anlayış kolaylığı” sağladığı savunuldu. Buna karşın liselerdeki edebiyat öğretiminin yanlışlığını, öğretimin divan edebiyatıyla değil güncel edebiyatla başlaması gereğini savunanlar oldu. Böyle bir edebiyat eğitiminin edebiyat öğretmeni yetiştiren fakültelerde bile yapılmamasının altını çizenler de. Ama yıllardır yazıp çizdiğimiz bu gerçek, kimi kişilerce pek onaylanmamış olmalı ki, üstünde yeterince durulmadı.
Osmanlı Edebiyatı’nı okutmakla görevli kişilerin, Osmanlı şiirini savunmaktaki gayretlerini anlamak kolay elbet ama, yaşı kırka varmamış gencecik ozanların “gelenek de gelenek” diye tutturup, Osmanlıca sözcükleri, söz dizimlerini, yaşamasız dizeleri gelenek örnekleri diye öne sürmelerini, başkalarını bilmem, ama ben anlayamadım. Divan şiirinden yararlanma yerine, dili, özü ve düşüncesiyle divan şiirini yineleyenler, bunu günümüzün “maddi” ve “karmaşık” dünyasının alternatifi bir sanat anlayışı olarak öne sürenler, edebiyatımızda önemli bir öbek oluşturuyorlar. Dünya görüşü olarak mistisizmi, sözcük dizimi olarak Osmanlıca söz dizimini, örnek olarak Divan edebiyatının, ne yazık ki, çöküş dönemini seçen bu genç grup hiç yalnız değil. İlhan Berk gibi İkinci Yeni ustaları da, modern şiirimizin kaynağının Divan Edebiyatı olduğunda diretiyor. Çok anlamlı sözcüklerle alt ve üst anlam (daha doğrusu ikili anlamlar öbeği) oluşturmanın kolaylığı, yalın şiirlerden esirgenen, yorum ve övgünün bu tür şiire odaklanışı da bu tutumu kışkırtıyor. Bence yapılan, pek şiir yorumu değil, bulmaca çözme merakı. Konunun uzmanı sayılan öğretim üyelerinin, bu “çok katmanlı”(!) Divan şiirine getirdikleri çözümlemeler de, bunu kanıtlıyor.
Divan edebiyatı, aslında çok katmanlılığını, sözcüklerin birden fazla anlamına değil, mistik mitolojiye borçlu. Günümüz şairinin de, okurunun da yabancısı olduğu bu mitoloji, artık dirilemez. Kimse, Süleyman kıssasının karıncayla ilişkisini anımsamaz. Yaşama bağlanmadıkça bu tür öykülerin dirilmesine de pek olanak yok. Divan edebiyatının yaşamdan kopukluğu iddiası, gününde de bu tür bağlantıları, sınırlı bir kesimin yapabilmesinden doğmuştur. Günümüzde, çağdaş şiirin “divan edebiyatı”na kayışı da, estetik uzmanlarının çözümleyeceği göndermeler, ustalar arası hüner göstermeler biçiminde yol alınıyor. Şiirin, tıpkı “Kuran gibi” okudukça aydınlanacağı savını ileri süren öğretim üyeleriyle, okurun hiç önemli olmadığını savunan şairler şiiri mumyalamaya çalışıyorlar. Bu tutum, gittikçe arabeskleşen bir söyleme kayan okurla, şiiri gündemden düşüren bir yola girdi.
Şiiri güncel sözcüklerle divanlaştıran, yeni mazmunlar üretenler bir yana, Divan sözcükleriyle yazanlar bence daha büyük bir çıkmazda. Bu tür bir tutum, onların ayaklarının altından okur zeminini de alıyor. “Osmanlıca bilirim, ben neden yeni ve acemi divan şiirini okuyayım. Bu işin ustalarını okurum” diyen bir kitle var. (Belki ikisini de okumayan bir kitle) Bana gelince ben bu tür şiiri hangi çağa yerleştirebileceğimi de bilemiyorum. Ancak yaratma özgürlüğüne saygım yüzünden onların en yetkinlerinden birinden, Sefa Kaplan’dan bir örnek vereyim. Yalnızca iki dize:
“düşerse n’ola bir gam hane-i bahtiyare
kendinden mülke ricat mülhem bir seyyaredir.”
GELENEĞİ CİDDİ OLARAK TARTIŞMAK
Gelenek kavramını, divan şiirinin ya da halk şiirinin ölçü ve uyaklarıyla, sözcükleri ve söz dizimiyle kısıtlayamayacağımıza göre, her iki şiirin nazım biçim ve türlerinin çağdaş şiirimizi nasıl etkilediği üzerinde durmalıyız, bence. Bu tür bir irdelemede aruz ya da hecenin kalıplarının değilse de ses öğesinin şiirimizden neredeyse hiç eksilmediğini, ölçüsüz, uyaksız sayılan serbest nazmın dayandığı iç dengenin, geleneksel şiirimizin kimi seslerinden yankılar taşıdığını da unutmamalıyız. Bir bakıma, şiirimizin her gelişim aşamasında, kabullenerek ya da reddedilerek, geleneğin payı olmuştur.
Çağdaş şiirimizi, cumhuriyet dönemi ve onun tarihleriyle sınırlarsak, tüm etkilerin ve kaynakların şiirimizdeki büyük devinim ve sıçramayı somutlaştıran Nazım Hikmet tarafından kullanıldığı, görmezlikten gelemeyeceğimiz bir gerçektir. Bu kullanım, geleneğin, geleneksele karşı kullanımının da en yetkin örneğidir kuşkusuz.
Nazım biçimlerini ve söz sanatlarını sıralayıp, bu sanatların bugün süren etkisini tartışmak da, gelenekle çağdaşın ilişkisini irdelemenin bir yolu. Örneğin mazmunlar, mecazlar; şairlerin birbirleriyle boy ölçüşme adına yazdıkları nazireler, tehziller (şiirlerine benzekler yazma, bir şiirin bir dizesini aynen alarak alaysı bir benzerini yazma) günümüzde de geçerli. Özellikle tehzilin, Orhan Veli’den Can Yücel’e pek çok şairimizce şakalaşma, boy ölçüşme, dünya görüşü eleştirisi için kullanıldığı açık. Gelenek denildiğinde hemen akla gelen bir uygulama da dize alıntıları. Bu bir başka söz sanatıdır: Tazmin.
Sözcüklerin birbirine uygun kullanımı, imgelerin birbirini bütünler ve yenilerini çağrıştırır biçimde istiflenişi de, ustalığı sağlayan bir yol. Bu tavrın kaynağı da Divan şiirinin söz sanatlarına bağlanabilir.
Peki halk şiiri? Edası, imge sıralaması, kalıplarıyla günümüz şiirinden çok mu uzak? Koçaklamalar, güzellemeler Divan Şiiri kadar etkilemedi mi şiirimizi.
Yergi şiirimizde divan şiiri mi, halk şiiri mi etkin? Tek bir sözcük ve örnekle bu soru yanıtlanabilir mi?
Folkloru unutmadım. Bir dizenin, bir dörtlüğün, hatta bir destanın, bir anlamda kamulaşarak, dilden dile, cilalanıp, incelerek yeniden yeniden yaratılışı. Bu yetkinlik kalıplarıyla, mazmunlarıyla ya da doğaçlamasıyla elbet izlerini bıraktı şiirimizde.
Ancak geleneğin kullanımı ya da etkisi eldeki kalıplara bire bir uymayabilir. Çünkü, başarılı bir ozan, geleneksel kalıpları ya da edayı çağdaş gereksinmelere göre yeniden yorumlar. Bu yorumlamanın sonunda, kendi geleneğini yaratır. Kendi geleneğini yaratmış ozanların kullandığı ses, eda, öz, çoğu kez, taklit edilemez özgünlüktedir. Artık bu özel tavrın etkileri izlenebilir belki.
Burada bir örnek vermek doğru olacak. Behçet Necatigil şiirinin özelliklerinden biri, eksik bırakılmış dizeler, dizelerden eksiltilmiş sözcüklerle okurun şiiri yeniden yorumlamasına olanak vermektir. Bu Necatigil tavrı, onun şiirinin öznesi, çekingen, itilip kakılan insan tipine de çok uygundur. Şiirinde hep yutkunan, diyeceğini tam diyemeyen bir ses dolanır. Bu ses, divan edebiyatının söz sanatlarından kat’ın yeniden yorumlanışından doğmaktadır. “Sözü, etkisini artırmak amacıyla, arkası kendiliğinden anlaşılacağı ve susmanın söylemekten daha etkili olacağı bir noktada kesmek” diye özetlenebilecek bu söz sanatını, Necatigil, dize bitişlerinde olduğu kadar, hatta daha yaygın olarak dize içinde kullanmıştır. Necatigil’in geleneksel’den yola çıkarak kendi şiirinin özelliği durumuna getirdiği, “Necatigil sesi”, “Necatigil edası” diye adlandırdığımız söz sanatları, onu bir okul saymamıza yol açar. Necatigil’in etkilediği ozanlardan söz etmekse elbette konumuz dışı.
Divan ya da halk edebiyatının biçim kalıplarını kullanan ozanlar, çoğunlukla bunu belirtirler. Özellikle geleneksel biçimle içeriğin uyuşmadığı durumlarda. Örnekse, Hasan İzzettin Dinamo, Doğan Hızlan’la 1989’da yaptığı bir söyleşide yeni çalışmalarını şöyle özetler: “Şimdi toplumcu gazeller yazıyorum.” Metin Altıok, birbiriyle bağlantılı ikili dizeleri, ölçüyü değilse de, gazelin uyak biçimini kullandığı şiirlerini gazel diye adlandırır. Bu bir biçimin ödünç alınmasıdır.
“Düşündün geceler boyu, peşinden gelen
tekinsiz geçmişini
Gönlündeki göçük aşkın oduna, için için
yandın bir zaman
Sonunda gide gide, adına uygun düşen,
yalnızlığına kondun
Yorgun bedeninde zamana karşı,
çırpınan candın bir zaman
Üzülme altıok metin, hüzünlerle geçen
tarazlanmış ömrüne
Sen yoğun sis içinde sesi duyulan,
uzak çandın bir zaman” (Zamanlı Gazel).
Dinamo’nun ve Altıok’un kafiye ve dize düzenine uygun şiirlerine verdikleri gazel adı belki yadırganmaz. Ama Onat Kutlar’ın bir şiirinin adında kullandığı gazel adı, yalnızca eski ustalara bir selam anlamını taşır: Pera’lı Bir Aşk İçin Gazel. Onat Kutlar, gazelin içeriğine sadık kalır. Aşktan, sevgiliden ve içkiden söz eder. Arap edebiyatının başlangıcında, gazelin içeriğini taşıyan kasidelerdeki anlatım düzenine de (“aşk, kadın” (nesib), sevgilinin bulunduğu yerin anlatılması, şairin sevgilisiyle olan serüveni ya da doğa betimlemesi (tesbib)) uyar. Ancak ne uyak düzeni ne de dize düzeni gazeli anımsatır. 29 dizeli bu şiirde, gazelin kalıbı değil, havası, uyandırdığı etki kullanılmıştır. Bir bölümünü örnekleyeyim:
“Merhaba güzelim, bak nasıl doldurdu
-Dur önce şu sigaramı yakayım-
Kırmızı bir güneş bardağımızı
Dışarda kararan rum kilisesinin
Gürültüyü yapraklara çeviren
Çan sesleriyle yüklü ve karmakarışık
Saatlerden geçiyoruz, umut ayrılık
Günleri. Yüzünün gülü kapalı
Acı eylül geçiyor köklerimizden
-Sanırım değişen bir şey olmalı-“.
Divan edebiyatının imge zenginliği, söz sanatları, örtük söyleyişle yeniden yeniden yorumlanma olanağı İkinci Yeni’nin ozanları için bir çıkış noktası olmuştur. Ancak Divan edebiyatının biçim ve havasını çoğunlukla birlikte ve yeni bir içerikle kullanan ozanların önde gelenleri kuşkusuz, Attila İlhan ve Turgut Uyar’dır.
Bir kitabının adı da Divan olan Turgut Uyar’ın, kaside kalıbını uyguladığı “Salihat-ı Nisvandan Saffet Hanımefendi”ye adlı şiirinden bir beyt, onun bu konudaki ustalığını gösterecektir:
“herkes ne zaman ölür elbet gülünün solduğu akşam
aldım anlayamadım öldüm anlayamadım
almadığım akşam.”
Bir beyt de “çokluk senindir” başlıklı gazelinden:
“ey en güzel görüntüsü çiçeklere dökülen bir çavlanın
aşkım, sonsuzum, bu dünyada ne var ne yok senindir.”
Divan edebiyatının yoruma açık, gölgeli ve örtük söyleyişi, onun dokunulması yasak gibi görünen konulara eğilmesini kolaylaştırır. Yokuş Yola şiiri bunun güzel bir örneğidir:
“Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar, kötü donanımlı askerler kanar”
Attila İlhan, divan edebiyatının ahengini kullanır hemen bütün şiirlerinde. Kimi dizeleri, divan ozanlarının ünlü dizelerine küçük göndermeler taşır. “Elde Var Hüzün” adlı şiirinin “evvelce biz bu tenhalarda ziyade gülüşürdük” dizesinin ünlü “ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” dizesine gönderdiği selam gibi. Şiirlerine ad olarak kullandığı biçimler de bu biçimin uygulandığını göstermez. Onlar genellikle saygı selamlarıdır: Gibi Redifli Gazel, Baki’ye Gazel… Divan edebiyatının biçimsel kalıplarını kullandığı şiirler (Hasköy Bahriye Kahvesine Gazel vb. bir iki şiir dışında) başka başlıklar taşır. Örneğin Müjgan’a Aşk Şarkıları. Murabbanın, muhammesin kullanıldığı bu şarkılarda, kimi zaman geleneğe uygun olarak ünlü ozanlardan ve aşklardan da söz edilir:
“o akşam da lambamızı söndürmüştük nedim ile
nedim’den bile kıskandığım sevdiğim ile
son şarkılar dağılmıştı mevsim ile
yalnız çamlıca’da bir ud yankılanırdı
dünyayı tumturaklı bir yalan sayanlar
yalanın dehşetini yaşadıkça anlar
nazım’ın piraye’yi sevdiği zamanlar
ölse ölümünden ne suçlar çıkarılırdı.”
Müjgan’a Aşk Şarkıları’nın ikincisi olan bu şiir de bir göndermeyle sonlanır:
“gördün sessizce buluştuğunu nazım’la nedim’in
lacivert ıssızlığında yıldızlı bir serviliğin
birinin elinde varidat’ı simavnalı bedreddin’in
birinin ağzında gül elinde mey kasesi vardı”.
“Ağzında gül, elinde mey kasesi” dizesi, Yahya Kemal’e bir selamdır: “Bir kanlı gül ağzında ve mey kasesi elde.” Ses şiirinin Celile hanım için yazıldığını bilenleri gülümsetecek bir gönderme. Nedim’in
“Bir elinde gül bir elinde cam geldin sakiya
Kangısın alsam camı, gülü ya seni”
beytini bilenlere de bu dizeye yıllar sonra yazılmış bir nazireyi anımsatma.
Divan edebiyatının ünlü bir dizesinin nazirelerle, anımsatmalarla bir iki kuşağın şiirinde değişik biçimlerde yansıdığı çok görülür. Gelenek kavramından söz edildiğinde örnek olarak genç ozanların hemen dile getirdikleri Behçet Necatigil’in şiirinden benimseyip alıntıladıkları “mumdan kayıklarla ateş denizini geçmek” benzetmesini anımsarsak, Mevlana’dan Şeyh Galip’e, Şeyh Galip’ten Behçet Necatigil’e uzanan bu benzetmenin artık bir mazmun kimliği kazandığını söyleyebiliriz. Yine Mevlana’nın aslı Farsça bir dizesi, Türkçeleşip değişerek iki üç kuşağın şiirlerinde görünür. Mesnevi’nin kamışlıktan ayrıldığı için ayrılıklardan şikayet eden neyini anımsayın. Divan edebiyatının imge ve anlatımını simgeci bir şiirde kullanan Ahmet Haşim’de bu ayrılık şikayeti, “Göllerde bu dem bir kamış olsam” dizesine dönüşür. Bu dizenin şakacı naziresi, Orhan Veli’dedir: “Bir de rakı şişesinde balık olsam.” Can Yücel, dizeyi aslına döndürürken, şakayı elden bırakmaz: “Göllerde bu dem kılkamış olsam.” Can Yücel, tüm yergi şiirlerinde tehzil sanatını kullanır.
Orhan Veli, şiirselliğe karşı çıkarken, geleneği yalın söyleyiş, sokaktaki adam ve sıradan yaşam koşulları için yıkmak isterken, geleneksel sesi, aruzun ölçüsünü kullanmaktan kaçınmaz: “Yazık oldu Süleyman Efendi’ye!” Bence bu dize “me fa i lü, fe u lün , me fa i lün” ya da “me fa i lü, me fa i lü, fa i lün” biçiminde kalıplara yerleştirilebilir.
Divan edebiyatı nazım biçimleri, çağdaş anlatıma denk düşen biçimde de kullanılırken kaynağını hiç anımsatmayabilir. Ben Ataol Behramoğlu’nun Çığlık adlı şiirini örneklemek istiyorum. Gazel beyitlerinin birbirinden ayrı konuları işleyebilmesi olanağını, ozan, bir konunun örtük anlatımındaki çağrışımlar için kullanıyor:
“Bir adamı öldürmenin tam sırası kurşunlarla
Çocuğunu öpüp kapıya çıktığında
Ey kanatılmış çiğnenmiş bahar günü
Birden bir çığlıkla kapatır yüzünü
Ezik bir gül gibi çığlık, yitik bir umut gibi
Boğmak boğma telle bir insan olmanın sevincini
Kederli yağmur, usulca düşen akşama
Çığlık. Bir çocuk yüzü. Dayalı cama…”
Divan edebiyatı nazım biçimlerinden günümüzde en çok kullanılanı kuşkusuz, rubaidir. Nazım Hikmet’in geleneksel şiire ve geleneksel şiirin dünyayı yorumlayışına yanıt olarak yazdığı rübailer, benim kuşağımda da sürdü. Bu dörtlülerin ya da çift beyitlerin nükteye açık yapısı, çağdaş konulara açıklığını da sağladı: Ataol Behramoğlu’nun rübailerini anımsayalım, örneğin Cellat’ı. Rübainin yalnızca Türk edebiyatında kullanılmış biçimi tuyuğ içinse anılacak tek bir ozan var: Hasan İzzettin Dinamo. Kitabına da Tuyuğlar adını veren ozan, bu dörtlüklerde Hafız’a yanıtlardan yergilere kadar değişik dallarda dolaşır.
Divan edebiyatının biçim ve ses olanaklarını, ironiyle ve çağdaş konularda kullanmaktan yılmayan, sözcüklerin ahengiyle kimi zaman okurunu aruzla yazdığına inandıran, bir ozanı da burada anımsamak gerekir.
“şiirler yazarsın hep iş mi bu ahmet necdet
senin içinden geçen onun dışından geçer.”
Divan şiirinin, halk şiirini de etkileyen söz sanatı zenginliği, geleneksel şiire karşı görünen ozanlarda bile izlerini gösterir. Gülsüm Cengiz’in “Ateş Çiçekleri” şiiri güzel bir ta’riz (“Söylenen sözün ya da kavramın gerçek ve mecazi anlamı dışında büsbütün tersini kastetme”) örneğidir.
“Ateş edin
topraktaki karıncaya
filizlenen ilk çimene
üstündeki çiy tanesine.
Ateş edin
ilkyaz esintisine
rüzgarla fısıldaşan yaprakların sesine.
Ateş edin
rüzgarın kanadında uçan çiçek tozuna
neden döller yaşamı-”
Çağdaş şiirimizde gelenek ve gelenekten yararlanma denildiğinde anımsanacak en önemli ad kuşkusuz Hilmi Yavuz. Hilmi Yavuz, Behçet Necatigil gibi, geleneksel olanı özümseyip, kendine özgü bir şiir yaratan ozanlardan. Divan şiirinin ünlü adlarına, yapıtlarına kimi zaman kavramlara göndermeleri onun şiirini gününden koparmazdı bir zamanlar. Ününü de benzetmelerini yaşamdan alışına, güncele göndermelere borçludur:
“doğunun bebeleri taş bebek
değildir; say ki onlara cefa
ince yaralı bir gömlek
ve ninniler en çok akşamları zor
say ki onlar ağlarken lor
say ki gülerken çökelek
doğunun bebeleri taş bebek
değildir; yaşmaklı siirt’i
kınalı van’ı
sılayla gerdeğe girercesine
geçip gurbetin çobanı
ölüm, güz üşür yüzlerine
ay, gecenin şark çıbanı
doğunun bebeleri taş bebek de
ğildir; acıyı trahom,
gündüzü emek,
gülüyse bir gelecek için kullanır
say ki anaları ova, babaları dağ
ve emzikleri tüfek” (“Doğunun Bebeleri”, Doğu Şiirleri)
Halk şiiri ve folklorun izini çağdaş şiirimizde sürmek divan şiirinin izini sürmekten daha zor. Yaşamımızın bir parçası olmuş tekerlemeler, maniler, türküler, güzellemeler, koçaklamalar, varsağılar, hoyratlar, özümsenip yeniden yaratılmadığında, ozanın acemiliğini daha kolay ele veriyor çünkü. Yine de manilerin, türkülerin, koşmaların kimi zaman da destanların aruzdan heceye geçiş ve “garip” döneminde şiirimizde etkili olduğunu söylemeli, Orhan Veli’nin Pireli Destan’ını da anımsatmalıyız. Halk edebiyatının hatta folklorun izlerini şiirimizde divan edebiyatı gibi bire bir saptayamayız ama halk edebiyatından yararlanmış, şiirini halk edebiyatına dayandırmış sayılan ozanlarımız var: Enver Gökçe, Ahmet Arif, Cahit Külebi, Gülten Akın. Bu adlara, Hasan Hüseyin ile Yaşar Miraç da eklenebilir.
Her biri kendince bir okul olan bu ozanların, yalnızca halk şiirinin kalıplarını kullandıkları, halk şiirinden esinlendiklerini söylemek, şiire ve bu ozanlara haksızlık olur. Onların şiirlerine halk edebiyatı kaynaklı izlemini veren daha çok edalarıdır. Şiirlerinde saptanabilen halk şiiri izleri kimi zaman bir gönderme, kimi zaman şiirin temasını açıklayan şiir biçimlerinin adlarını şiir adı olarak kullanmadır: Ağıt, türkü, ilahi, destan vb. Bu ozanların şiirlerinin zengin katmanları yanında, halkın yadırgamadığı ve hemen kavranabilen bir üst anlam ve yalınlık şiirlerinin gücünün bir yanını oluşturur. Onların şiirinin asıl gücü ise çağdaş yorumlardan, çağdaş bakış açısından kaynaklanır. Bu ozanlardan Enver Gökçe’nin, konu gereği türkülerden yaptığı alıntılar ve türkülere yaptığı göndermeler (“Üçten, beşten , senden geride kalan değilim”, “Keban dedikleri bir küçük şehir”, “İki kere kesemden everdiğim”; vb) bir türkü akıcılığındaki söyleyişini bütünler. Şiirine tanıdıklık duygusunu kazandırır:
“Bizsiz Ilgaz’ın çam ormanları güzel değildir.
Hayda günlerim hayda!
Sırtını düşmana verdikçe
Murat dağları güzel değildir,
Dost dost ille kavga !”
Enver Gökçe’nin paylaşımcı dünya görüşü, şiirinde böyle bir dünya için verilecek savaşımın gereğinin vurgulanması, halk şiirinin biçim kalıpları düşünüldüğünde koçaklamalarla anlatılmalıdır. Ancak onun şiirinde daha çok türkülerin lirizmi duyulur. Yerel deyimlerin seçimi ve kullanımı (meri keklik gibi çekip gitmek, yiğitlik kadim, yar için serden geçmek) şiirinin sert öğelerine bile lirik bir özellik kazandırır.
“Şimdi göz aydın etme zamanıdır.
Yeni bir dünya doğuyor.
Şorul şorul giden kan bahası,
Müjdeler müjdeler olsun
Yeni bir dünya doğuyor.” (İlk Adım)
Enver Gökçe şiirinin lirik özelliğini oluşturan halk deyişleri Ahmet Arif’te değişik bir seçim ve istifle, şiirdeki öteki sözcük ve imgelerle birleşerek aşk şiirlerine bile koçaklamaların kavga tonunu kazandırır.
“Yangınlar,
Kahpe fakları
Korku çığları
Ve irin selleri, aç yırtıcılar,
Suyu zehir bıçaklar ortasındasın.
Bir cana, bir başa kalmışsın vay vay!
Pusatsız, duldasız, üryan
Bir cana bir de başa
Seher vakti leylim-leylim
Cellat nişangahlar aynasındasın.
Oy sevmişem ben seni…”
Hangisinin hangisinden etkilendiği tartışıla gelmiş bu iki ozanın şiirinin tek ortak yanı, halk şiirini ve türküleri iyi bilmek, özümsemek ve şiirlerine onların tadını vermektir. Bir başka biçimde söylersek, Gökçe’nin şiirlerinin temelinde Eğin türküleri vardır. Ahmet Arif’te ise Diyarbakır türküleri, Urfa hoyratları.
Cahit Külebi’nin şiirini türkülerden damıtılmış diye tanımlayabiliriz. Yeni, çağdaş türküler ürettiğini de söyleyebiliriz. Ancak onun şiirindeki tanıdıklık duygusu, lirizm, yalnızca halk şiirinden kaynaklanmaz. Şiir geleneğimizin tümünü özümseyen ozanın, türkü tadı veren dizeleri de, belki bir selam sayılmalı. Bu savı örnekleyelim: “Tokat’a Doğru” şiirinin hemen anımsattığı türkü “Bu Dere Baştan Başa” türküsüdür. Türkünün bir dörtlüğünü anımsayalım önce:
“Bu dere baştan başa cevizli bağ
Cevizler şak şak eder dön geri bak
Ellerin yari de bile vah bize vah
Ne yaman öğretmişler şu bülbülü
Her seher gelir sarar gonca gülü.” Şimdi “Tokat’a Doğru” şiirini okuyabiliriz:
“Çamlıbel’den Tokat’a doğru
Tozlu yolların aktığı ırmak!
Ben seni çoktan unuttum,
Sen de unuttun mu, dön geri bak.
Atların kuyruğu düğümlü,
Bir yandan yağmur yağar ıslak…
Bir yandan hamutlar şak şak eder,
Bir yandan tekerlekler döner, dön geri bak.
Orda derenin içinde
İki üç akça kavak.
Tekerler döner, başım döner,
Kavaklar yeşeriyor, dön geri bak.
Orda derenin içinde
İki üç ağaç çırılçıplak
Alçacık damı düşündükçe
Gözlerim yaşarıyor, dön geri bak.
Irmaklar gibi uzaklaşır
Bir türkü kadar uzak
Tekerler iki çizgi bırakır
Hamutlar şak şak eder, dön geri bak.”
Bu şiiri ille bu türküye bağlamak istersek, belki bir nazireden söz edebiliriz. Şiirdeki söz sanatları ise Divan edebiyatından söz sanatlarına bağlanabilir. Tariz’e, tecaülü arifane’ye vb. Gülten Akın, halk şiirinin tüm biçimlerini, çağdaş bir genişlik vererek, ikinci yeninin olanaklarını kullanarak şiirine taşımıştır. Kitaplarında ve şiirlerinde “türküler”, “ağıtlar”, “ilahiler” adlarına rastlarsınız. Ancak bu biçim adları, ne biçimler ne içerikler için tam bir ipucu sayılmaz. Bu biçimlere yeni içerikler getirmiştir. Örneğin “ilahi”lerinde batılı yas şiirlerinin hüznüyle başkaldırı yan yanadır. İlahilerden bir bölüm örnekleyelim:
“Ellerini görsem oğlumun
Uzun, esmer parmaklı ellerini
Onları özlüyorum
Üç yaşına yağan karda
Kızarmış, ısıttım öpe, hohlaya
Ozanda el-ucra çağrışımı yapan
Alucra kışları
Bir elim elinde sabaha dek
Öteki yorganın üstünde
Üşümezdi artık örttüm sardım ya”
Hasan Hüseyin’in, şiirinde kendinden önce şiir geleneğimizin bireşimine varanların, örneğin Nazım Hikmet’in sesiyle birlikte, şiirde masal, tekerleme gibi alışılmamış halk edebiyatı türlerinin izleri ve gazete dili yer alır. Aynı şiirde humorla öfkeyi, humorla lirizmi yansıtarak, destan türüne yeni bir açılım getirdiğini söylemek kuşkusuz en doğru yorum olacaktır. Onun destanlarını bölerek vermek ise, şiirinin sık sık değişen temposunu aktarmayacağından, örnek vermiyorum.
Yaşar Miraç, şiirinde Karadeniz folklorunu, türkü temposunu ve yöre sözcüklerini, yeni bir içerikle kullanır. Bu kullanım, onun şiirini, örneklediğim öteki ustalar gibi taklit edilemez bir özgünlüğe ulaştırır.
“kiraz ayında
kiraz ayında
garip nerden gelmiş
uzak bir yerden
yürekten onmaz
çorak bir yerden
gariptir durmaz
geçip gidecek
sırça kahveden
sevdalı yerden
çıraklar gözlerin
gizli silecek
ocakçı elin
mendil saracak
garip kapıdan
uğurlanacak
cümbüş elinde
cümbüş elinde” (Sırça Kahvede)
Halk edebiyatımızdan en ilginç yararlanma, kuşkusuz, Melih Cevdet Anday’ın “Karacaoğlan’ın Bir Şiiri Üstüne Çeşitlemeler”idir. Ozanın bu uzun şiirinden VIII. Bölümü yorum yapmadan sunmak istiyorum:
“Üç derdim var birbirinden seçilmez
Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm,
Daracık daracık bir yerim de yok.
Akşam geçiyor yabanarısını iterek,
Yüreğimin toprak yığını kuşlarla hafifliyor,
Acı, sıcak çorbasını arıyor tenceremde,
Ağlayayım diye bir cam,
Camın mendiline silinen yağmur,
Bu ılık yaz yağmuru yeşertir yüreği,
Yapraktan önce kız memelerine değer.
Yüzümüzü yıkadığımız akşamın esintisinde
Rüzgarın kederli arabası oyalar bizi,
Pencerenin lambasını söndürmüştür batan güneş,
Sel gibi kurumuştur gün, geceye yürüyen dal,
Varırız atım, tokmağını çalarız
Ay ışığında kuzulu kapının, sisle yan yana,
Selvi yuvarlayıp durur yıldızları tıngır mıngır,
Ayın kınalı elleri sevgilimin yüzüne değer.
Konuşan kuşlar götürürüz ona saydam gagalı,
Görülmedik yemekler, Fizan tarakları,
İpek mahreme, çift yanlı fildişi ayna…
Atım sende küheylanlık varsa
Gece yar koynunda yatarız atım.”
SONUÇ OLARAK
Gelenek, şiirin olmazsa olmaz öğesi. Okurla ilişkisi yönünden de elbet irdelenmeli. Gelenekten yararlanmayan ozan yok. Tüm şiir geleneğini değiştirenler de, iyi bildikleri bir yapıyı değiştirdikleri için başarılılar. Ancak, günümüzde gelenek kavramı, paşa dedesinin, o eğer yoksa, paşaya benzer bir yabancının resmini baş köşeye asan, ferman bulursa fermanı, bulamazsa eski Türkçe bir tapu senedini çerçeveleten sonradan görme zenginlerin salonlarına döndü. Şiirin iç meselesi, ozanların kendi kendilerine düşünüp taşınmaları, çok çok yaşıtlarıyla tartışmaları gereken sorunlar, üretimin önüne geçti. Şiirin zenaat yanını anımsarsak, bir marangozun sedirin kullanışlılığını övmekten sandalye yapmaya vakit bulamaması gibi bir şey. Okurunsa ayakta bekleyecek ne zamanı var, ne dermanı.
(Sennur Sezer)