Adnan Yücel İle
“Şiir bestelenir mi” diye bir soru, ilk anda anlamsız gelebilir ve birçok kişi hiç düşünmeden “elbette bestelenir”, diye yanıt verebilir. Günümüzdeki “yükseltilmiş” değerlere göre “şarkı sözlerinin en iyi şiirlerden seçildiğine ilişkin genel kabul gören magazinsel bakış açısı söz konusuyken öne sürülecek “şiir bestelenemez! savı pek taraftar bulmaz… Nedense, hiçbir şiirin bütün yapısıyla başka bir dile çevrilemeyeceği gibi bestelenemeyeceği de düşünülmez… Hangi bestelenen şiir, şairinin bütün dünyasını notalarla yansıtabilmiştir ki? Bu, müzik ve bestecisi için de geçerlidir. Hiçbir şiir de tınıların çağrıştırdıklarını çağrıştıramaz… Kuşkusuz, bir tını birçok dizeyi çağrıştırabilir, ama şiir, şiirdir, müzik de müzik… Tam anlamıyla ne şiirin çağrıştırdıklarını müzik, ne de müziğinkini şiir çağrıştırabilir! Şiirin öylesine kendine özgü bir ezgisi, tartımı, uyumu (armoni, ahenk) vardır ki, müziğinin hiçbir müziğe benzememesini sağlar…
Adnan Yücel’in dizeleriyle gergeflediği dünyasına girmeye çalışırken kaçınılmaz biçimde şiirinin özgün ezgisiyle karşılaştık… O an, Osman Şahin’in, Yücel’in şiirini tanımlarken “Senfonik şiir yazıyor” sözlerini anımsadık, doğal olarak… İşte biraz da bu etkilenmeyle, birçok şiiri bestelenen, kendi müziğini (sesini, söylem biçimini) yıllar önce yaratmış, üstelik, uzun ve güçlü soluğuyla birçok “senfonik şiir” yazmış Adnan Yücel’i “Bir Senfonik Şiir Kompozitörü” diye tanımlamanın yanlış olmayacağını düşündük…
Adnan Yücel, sesimiz, soluğumuz nice yiğit Anadolu ozanı gibi hep sevgi üreten yüreğiyle anasının (Kybele’nin de payı var…) ak sütü gibi hak ediyor bu tanımı. İlk dizelerini ak kağıt üzerine dökmeye başladığı otuz yıl öncesindeki gibi coşkulu, inançlı edebiyat işçiliği bu sıfatını hep besliyor…
Olgunluk çağını hazırlayan yaşam külleriyle beslenmiş gönül közünde ağır ağır pişirdiği dizelerinin merdiveninden çıkıp çiçeklerce güzel bir dünyaya mutluluk gökyüzü armağan etme uğraşındaki Yücel, yaşadıkça, imge poleniyle atmıkladığı “badem çiçeklerini şiirinin namlusuna sürmeye” devam edeceğe benziyor… Onun badem çiçeklerinin karanlık gökyüzünde havai fişek gibi patlayarak dünyamıza Çiçek çiçek açılacağına inanıyorum… Çukurova’ya, Adana’ya güç katan bu genç ozanımızla şiirini konuştuk:
Hemen hemen bütün şiirlerinde derin bir iç çekiş var: Derin, bir o kadar eski. Bilmem yanılıyor muyum?
Hayır, yanılmıyorsun. Hemen hemen bütün şiirlerde değilse bile çoğunlukla iççekiş dikkati çeker. Ama geleceğe olan umudu yitirme biçiminde olduğunu sanmıyorum. Tarihsel süreçle karşılaştırıldığında ?Çşık Kerem’in iç çekişinden çok Pir Sultan’ın iç çekişinin günümüz potasında eritilmiş biçimi olduğunu sanıyorum. “Ne zaman sabaha uzansa bir el/Yumuk pembecik bir çocuk eli/Zincirler koşturulmuş tezelden.” İç çekişini ve başkaldırışım bu yüzden. Bin yıldan beri düşüncesi yasaklanmış bir toplumun sesi nasıl çıkar? Sesi kan içinde çıkmıştır hep. Toprakları acılı topraklara dönüşmüştür. O topraklarda açan çiçekler bile acı renginde olmuştur hep.. İç çekişim ve başkaldırışım bu yüzden. Şiirlerimdeki bu özelliğin eskiliğine gelince; Ömer Hayyam’ın cebir, fizik ve matematik kitaplarının yakılışı kadar eski, Nazım Hikmet’in vatandaşlığa kabulü tartışmasının komikliği kadar yenidir.
Adnan Yücel’in şiirleri uzun soluklu. Şiirler dikkatlice okunduğunda sezilir, geriye dönüşlerle sallanan bölümler arasındaki organik bağlantılar, ilmeklenmiş renk ve ritim oyunları… Örneğin, “Güneşin Kapıları” şiirinin tamamı,
Bir badem çiçeği sürsem şimdi namluya
Beynime sıksam Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam
dizeleri aynı kitapta (Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya dek), “Ölümüm Bahar Olsa” adlı şiirin bitiş dizelerini oluşturuyor. Dikkatini çekiyordur okurun; bazı dizeleri söyleminin omurgası kılmışsın sanki? Uzunca şiirlerini güçlendirme yolu / yöntemi mi bu? Yoksa sözün akışında ortaya çıkan bir ‘örgü’, ‘kurgu’ rastlantısallığı mı? Şiirin işlevini sallamadaki ön görülmüş gereklilik mi ? Şiir bazen şairini de ardından sürüklüyor olabilir diye mi düşünmeli yoksa?
“Ölümüm bahar olsa” ile “Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” dizelerini bir kitapla başka bir kitaptaki bir bölümün bitiş dizeleri olarak yakalaman ilginç… En karanlık labirentlerde bile bütün yolların umuda çıkmasıdır bu. “Bir badem çiçeği sürsem şimdi namluya / beynime sıksam / Ölümüm bahar olsa nasıl anlaşılsam” dizelerini yazarken patlayarak birden bire açılan herhangi bir çiçek düşünmüştüm. Önce nar çiçeği gelmişti aklıma. Ama onun patlaması ölümü yazlaştırırdı. Oysa ben ölümümün bile umudu ve yaşamı ve güzelliği çağrıştırmasını düşünüyordum. Bu yüzden “badem çiçeği” dedim. Buradan yola çıkarak sorunuza şöyle yanıt verebilirim: Bu tür dizeler sözün akışında ortaya çıkan bir örgü ya da kurgu rastlantısallığı değil, şiirin işlevini sağlamada öngörülen gerekliliktir. Şiir bütün sanatlardan daha çok bilinç gerektiren bir uğraştır. “Üstü kan köpüklü meşe seliyiz” diyor Pir Sultan. Bu dizede meşeden başka hiçbir ağaç söylenemezdi. İşte bu bilinci anlamak gerek. “Şiir bazen şairini de ardından sürüklüyor olabilir diye” elbette düşünmeli. Yoksa şairin, şiirdeki özle bütünleşmesi zorlaşır. Yüreği ile beyni arasındaki bağlantıda kopukluklar oluşur. Coşkuların güzelliğine gölge düşer. Bu da dizelerdeki içtenliği sorgulanır duruma getirir.
Adeta Çukurovalı bir şair gibisin. Karacoğlan’ın, Dadaloğlu’nun bir akrabası. Özellikle Çukurova Çeşitlemesi’ndeki şiirlerini okurken insanın kulağında cura sesi kıvılcımlanıyor
Bir şair, nerede, nasıl, ne için ve ne zaman yaşadığının bilincinde olmalı bence. Her şeyden önce Çukurova, dağların denizle sürekli kucaklaştığı, insanın toprakla kaynaştığı, kültürlerin başka kültürlerle harmanlandığı ve Türkçe’nin bütün Anadolu’da en az yozlaştığı yerdir. Herodotos’un “Altınova” benzetmesiyle Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar” adlandırması arasında bir fark yoktur. Orhan Kemal’den önce Adana’ya bir gazeteci olarak gelen Reşat Enis, (Aygen)’in büyük coşkusunu ve bu coşkunun “Toprak Kokusu” adlı romanına yansımasını düşünürsek, Çukurova’nın sanat ve sanatçılar açısından ne denli önemli olduğunu daha iyi kavrarız. Yaşar Kemal’in romanlarına yansıyan söylencelerin kaynağıda yine bu topraklardadır, “Yılanı Öldürseler” adlı romanı okuyan herkesin kafasında “Şahmeran” söylencesi ve ona bağlı olarak “Yılan Kale” söylencesi canlanır. İnce Memet ve Karacaoğlan da birer söylencedir. Yaşar Kemal’in “Üç Anadolu Efsanesi”nden biri zaten Karacaoğlan’dır. Bence Karacaoğlan bir şair değil, bir şiir geleneğidir. Halk şiirimizdeki maddi aşk ve cinsellik geleneğidir. Tıpkı tasavvuf geleneğinin Yunus; başkaldırı geleneğinde de Pir Sultan olduğu gibi.
Benim “Çukurova Çeşitlemesi” adlı kitabıma gelince, gerçekten bir çeşitleme. Bir yanda her özlemi bir yağmurla başlatan ve zakkum çiçeklerini nehirleştiren doğa; bir yanda “Açlık denizlerinden ağlarla çekilmiş dilsizliğin ve çaresizliğin yurtsuzları”.
Yani insanlar…
Düşlerde köpüren umut ırmaklarında
çağlamak adına kurumanın yurtsuzları
Dallardan kopup savrulmanın yurtsuzları.
Bir yanda işçi pazarları, uykusuzluğu değişen vardiyalar, bir yanda tanrılaşmış yağmur ve nehirler, bir yanda tanrıçalaşmış toprak ve koruluklar. Bir yanda aşklar, bir yanda verilmiş ve verilmekte olan kavgalar. Kısacası tam bir çeşitleme.
Amacım eski bir tartışmayı gündeme taşımak değil, ancak şiirlerinde folklorik ögeler oldukça fazla. Folklorla şiirin ilişkisi nedir, ne olmalıdır? Yıllar önce Cemal Süreya “Folklor şiire düşman” demişti anımsarsın…
Folklor, şiir için de, diğer sanatlar için de bir kültür kalıtıdır. O ögelerle aynılaştığı zaman şiire düşmandır. Ama o ögelerden yararlandığın zaman yeni renkler ve yeni sesler yakalama açısından önemli bir kaynaktır. Şiirimizde bunun çok başarılı örnekleri de vardır. Ahmed Arif, Cahit Külebi, Melih Cevdet Anday… Hepsinden önce de Nazım Hikmet folklorik ögelerden başarılı bir biçimde yararlanmış şairlerdir. Folklorun şiire düşman olduğunu söyleyen Cemal Süreya “hem kendisi hem de işlevi büyük yapıtların ortaya çıktığını” söylemektedir. Üstelik yıllar önce söylenen bir söz o dönemin koşullarına göre gerekli olabilir. Hatta söyleyenin başka sözleriyle de çelişmiş olabilir. Folklor her zaman iki katlı bir olgudur. Bir yaratan kesim bir de yararlanan aydın kesim. Bunlardan birini diğerine düşman saymak, hem bir geleneği, hem de bir bilimi yok saymak olur.
Yöresel ‘ağız’ dan evrensel ‘ses’ e ulanıyor uzun soluklu şiirlerinde. Bazen, “Çay kırmızı bakıyor zeytin kara” ve “Birden çatlar göklerin mavi bağrı” gibi doğa devinimleri içeren dizeler şaşırtıyor okuyanı. Anadolu nehirleriyle, dağlarıyla, ovalarıyla dile geliyor adeta. Başta Toroslar, Çukurova, Dicle, Fırat ve arası (Mezopotamya) tarihiyle, trajik çelişkilere sahne oluşuyla söyleminde yankı buluyor. Elazığ doğumlu olmanın dışında, toplum ve gerçek sorunsalı dışında, coğrafyanın ve tarihin (kısmen mitolojinin de) şiirine nüksedişi nereden, neden kaynaklanıyor diye sorulsa yanıtın ne olur?
“Coğrafyanın ve tarihin (kısmen mitolojinin de)” değil; önce mitolojinin, ona bağlı olarak dinlerin ve dinler tarihinin, sonra coğrafyanın ve tarihin şiirlerime nüksedişinin kaynağı, insanlığın gerçek tarihinin mitoloji olması. Tek tanrılı dinlerin, mitolojik dönemlerdeki inançların bir devamı olması. Bizim gibi rönesansı yaşamamış doğu toplumları, Adem’in ilk insan olmadığını, Havva’nın üçüncü kocası olduğunu bilmesi gerekir. Çanakkale’de, tek tanrılı dinlerden önce Meryem gibi en az yirmi tane kutsal bakire var. Hepsi de tanrılardan biriyle yatmış. Ama asıl önemli olan o çağlarda Antik Anadolu’da gelişmiş olan bilim, Bugünkü uygarlığın temelini atan bilim. 21. yüzyıla girmiş bir toplum olarak, yüzde doksan sekiz olarak bilimsel düşünceden yoksun olduğumuzu sanıyorum.
Toplumcu bir şairsin. Günümüzde yazılan ve bireycilikle, benmerkezcilikle suçlanan “genç şiir”le ilgili düşüncelerini öğrenmek isterim.
Bu konuda öncelikle bir kavram karmaşasına açıklık getirmek gerektiğine inanıyorum. Toplumculukla toplumcu gerçekçilik ya da eleştirel gerçekçilik çoğunlukla birbirine karıştırılıyor. Kimi zaman da toplumcu -gerçekçilikle sosyalist gerçekçilik karıştırılıyor. Ben toplumcu -gerçekçi şiir anlayışını savundum ve savunuyorum.
Bireycilikle ve benmerkezcilikle suçlanan şiire gelince, böyle bir şiiri suçlayan kaldı mı bilmiyorum. Tam aksine böyle bir şiirin özendirilmesi, öne çıkarılması ve egemen kılınmak istenmesi söz konusu. Üstelik bu şiir genç de değil. Elli yıldan beri var olan bir şiir. Toplumcu gerçekçi şiir ise yeni bir gericilikle suçlanıyor. Şiirin özünü sözcüklerin kuşatıp ‘yok ettiği, biçimsel ögelere ağırlık veren; imge adına imgelerin boğulduğu, kapalı şiir adına çıkmaz sokaklara varan, bulanık sulara dalan ve bireysel duyarlık adına bireyi zembille indirip arzın merkezi sayan şiir anlayışı göklere çıkarılıyor. Bu tür şiirlerde önemli buluşlar ve konular olsa bile, zoraki kurulan dizeler özü kemirdiği için yaşamda karşılığını bulan bir söylem yoktur. Bu nedenle kendi arkadaş çevrelerinde bile okunmayan bir şiir, günümüzde “saf şiir” adına savunuluyor. Bu şiiri Okumayan gençlikse cahillikle suçlanıyor. Durum böyle olunca da şiir kitapları olmadığı halde şiir klipleri olan televizyon şairleri, üniversite gençliğimizin şairleri oluyorlar. “Ben sevdim mi adam gibi severim” diyerek şiirsiz şairliklerinin tadını bol bol çıkarıyorlar. Okunmak için şiir yazmayan şairlerimiz ise dar bir çevre tarafından sürekli alkışlanıp ödüllendirildikleri halde toplum içinde şair olduklarının bile farkına varamıyorlar. Bu yüzden de Türkiye dışında, özellikle de Amerika’da kendilerine şiirleşecek şiir arkadaşları uydurup, onlar aracılığıyla şairlik duygusunu yaşamaya çalışıyorlar. Çalışsınlar bakalım.
İlk baskısı 1989’da yapılan Rüzgarla Bir adlı kitabında lirik tını belirginlik gösteriyor şiirinde. Özellikle “Ciğer Parem” ve kitaba adını veren “Rüzgarla Bir”de, Adnan Yücel’in hak, hayat, (adalet) kavgasına endeksli toplumcu söyleminden oldukça farklı ‘ses tonu’ yankılanıyor. Okur beklenmedik bir duygu dalgalanmasına itiliyor, dense yeridir. Sanki az bilinen, hakkı yenmiş şiirler diye tanımlanabilecek türden örnekler. Bu saptamaya eklenecek başka şiirlerin de var kuşkusuz, ama toplumun dertlerini deşip, devrimci davayı öncelerken, “tüh, bireyi ıskalamışım” kaygısı taşıdığın oldu mu? Bu bağlamda söyleyeceklerin, özeleştiri, sitem… “Çok lifli bir düş urganıydı zaman” dizesi sorduruyor soruyu daha çok, şiir kahramanınla yüzleştiğin anlar vardır, ne dersin?
Hiçbir şairin bireyi yadsıdığını sanmıyorum. Bireyi yadsımak bir bakıma toplumu ve toplumsalı oluşturan ayrıntıları yadsımak olur. Önemli olan, bireyi toplum dışında, gökten zembille inmiş gibi toplumsal sorunlardan uzak, doğaya ve yaşama aykırı bir varlık gibi de almamaktır. Yalnızca “Rüzgarla Bir” ve “Ciğer Parem” adlı şiirler değil, bu biçimde yirmiden fazla şiirim var. Söylediğiniz anlamda en çok ilgi, toplayan şiir ise “Çukurova Çeşitlemesi” adlı kitaptaki “Suskunum Sana” ve “Savrulur Gider”
adlı şiirler oldu. “Yanaklarına Şiir Zamanı” ve “Gülleşin Kapıları” adlı şiirleri de saymak gerekir.
“Tüh bireyi ıskalamışım” kaygısı taşımaktan çok, bireylerdeki devrimci romantizmi fazla abarttığımı düşündüğüm olmuştur. Bu kaygıdan kurtulmak isteyince de bireyin doğal duyarlığı zaten
öne geçer. Aynı zamanda şiir kahramanlarımla yüzleşmeyi de getiriyor. Bu yüzleşme çoğu zaman şiir kahramanlarının
eleştirisine dönüşüyor. Ama, umutlar yitirilmeden.
Seyir defterinde neler var? Neler yazıyorsun şimdilerde?
Şimdilerde şiirle birlikte daha önce yayımlanmış olan düzyazılarla uğraşıyorum. Mitolojik çözümlemeler ağırlıklı
yazarın oluşturduğu bir kitabın hazırlığı içindeyim. Bu tür çözümlemeler, düşüncelerimize vurulan zincirlerin ve
prangaların oluştuğu demirin maden ocaklarını ortaya koymak açısından çok önemlidir.. Dinler tarihi değil, insanlığın
sorunu, gerçek tarihi yani, geçmişteki geleceğimiz…
Yaygın bir okurun var. Bestelenen, dudaklarda gezinen birçok şiirin. İnsanın kendi şiirini şarkı halinde dinlemesi nasıl bir duygudur?
Bir şiirin yaygın bir okur kitlesinin oluşmasını, her şeyden önce o şiirin yaşamda karşılığını bulması ve benimsenmesi olarak görmüyorum, ama benim çok yaygın bir okurum olduğuna da inanmıyorum. Bestelenen ve dudaklarda gezinen birçok şiirimin olduğu doğru. Bu durum kimilerine göre şiir adına üzücü, kimilerine göre de sevindirici. Bence hiçbir şiir bestelensin diye önceden yazılmaz. Şiirin taşıdığı senfonik özellikler yazıldıktan çok sonra müzisyenler tarafından yakalanır ve şiir bestelenir.
Uç bir örnek verecek olursak; Paul Eluard “Özgürlük” adlı şiirini kimse bestelesin diye yazmamıştır. Ama ölümünden yıllar sonra Zülfü Livaneli Türkiye’de bestelemiştir. Kim bilir, aynı şiiri kaç ülkede kaç müzisyen daha bestelemiştir. Şiirin bestelenmesi, ülkemizde o şiirin yaygınlaşması açısından da çok önemli. Çünkü biz az okuyan; ama çok dinleyen bir toplumuz. Nazım’ın deyimiyle koyun misali, Bir şiiri on yılda kitaptan on bin kişi okur. Aynı şiiri kasetten bir haftada yüz bin kişi dinler. Kendi şiirlerim (şarkı halinde dinlerken bende uyanan duygular, dinlediğim yere, zamana ve koşullara göre değişiyor. Örneğin, bir gecede, şarkının nakarat bölümünü müzisyenlerle birlikte on bin kişi bir ağızdan tekrarlayınca içim içime sığmamıştı. Ama başka bir yerde şarkının yarısından sonra sözlerin bana ait olduğunu anlamıştım.
İki ‘nehir şiir’ kitabıyla birey- toplum -dünya sancılarının destanını söylüyorsun. Tarihin akışından kesitler içeren sözsel peyzajlar sunduğun da öne sürülebilir. Genelde, halk şiiri atmosferinde bir söylemin egemen kılındığı yapı, kah ağıt, kah kahramanlık ögelerine göndermelerle sayfalarca sürüyor. Bazı dize kümeleri bilinçli olarak yineleniyor. Örneğin:
Bitmedi daha sürüyor o kavga
Ve sürecek
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Şöyle bir soru takılıyor akla; acaba şair bazı dizelerin ağırlığına, vurgu gücüne daha çok mu bağlanıyor, bağlıyor okurunu?
Sizin de belirttiğiniz gibi birey -toplum -dünya sancıları işleyen nehir şiirlerde yaşamsal önem içeren çarpıcı dizeler ya da dize kümeleri ön plana geçebilir. “Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” böyle oldu. Buna, okurun bazı dizelerin vurgu gücüne bağlamaktan çok, ortak ütopyanın dile getirilişinde, kitlelerin ortak sesini yakalamış olmak diye yaklaşmak daha doğru olur kanısındayım. Çünkü, o şiiri yazarken okurların değil, benim o dizelerin vurgu gücüne bağlanmam söz konusu. Dokuz bölümlük tek şiirin her bölümünün bu dizelerle bitmesinin elbette bir amacı var. Bu amaç da dizelerde zaten vurgulanıyor. Bütün olay geniş okur kitlelerinin de bu dizeleri benimsemiş olmasıdır.
Anadolu bir kültürler mozaiği. Binlerce yılın bizlere sunduğu bir armağan. Şiirlerini okurken daha bir farkına varıyor bunun insan. Urartuların, Medlerin, Osmanlıların ayak sesleri duyuluyor. Ermenilerin, Kürtlerin, Türk ve Arap halklarının çığlıkları, çan ve ezan sesleri, inleyen, uğuldayan binlerce keman, tet… Şiirlerin tam anlamıyla bir barış bildirgesi. Sen de bir elçisin, barışın, kardeşliğin elçisi: Şiirinin, modern Türkiye şiirinin işlevi bu mudur, bu mu olmalıdır?
Anadolu bir halklar ve kültürler denizidir. İnsanlık açlık içinde kıvranırken, binlerce yıl önce Fırat kıyısında dünyanın ilk barajının kurulması, suların topraklara ve bahçelere akıtması geliyor gözlerimin önüne. Tahıl silolarının dolması, karınların doyması, çocuklarını emziren anaların memelerine süt yürümesi geliyor gözlerimin önüne. Sonra boğaların evcilleştirilerek öküz gücünün tarıma katılması ve öküzün kutsallaşması geliyor. M.Ö. 546 yılında Knidos tepesindeki gözlemevinde yıldızları inceleyen Teodoksa geliyor. Çanakkale’de yıllarca süren Troya Savaşları, tanrıların fink attığı Olimposlar, kurban törenleri, üretenler ve üretileni yağmalayanlar geliyor. Sonra Homeros, Herodot…İonya, Karya, Frigya, Ligya, Sparta uygarlıkları. Bu uygarlıkları yok eden Pers ve Med saldırıları. Sonra bin yıl süren karanlık. Bin yıl sonra küllerin arasında bulunan rönesans kıvılcımları. Batı uygarlığını bugüne taşıyan kıvılcımlar.
Kısacası Anadolu, bütün dünyada uygarlığın beşiği olarak kabul edilen bir bölge. Ahmed Arif’in deyimiyle “Beşikler vermiştir Nuh’a, salıncaklar, hamaklar vermiştir. Havva anamız Anadolu’nun yanında dünkü çocuk sayılır”. Çok doğru. Çünkü, Adem babamız da öyle. Hatta dört kitabımız ve dört dinimiz de öyle. Anadolu’nun yanında dünkü çocuk sayılırlar.
Anadolu’da yalnızca çan ve ezan sesleri değil, su ve toprak, ateş ve hava sesleri de var. Şiirin bütün bu kültürel zenginliklerden etkilenmesi doğaldır. Ama şiirin arasında barış ve kardeşlik bildirgesi olabileceğine inanmıyorum. Sadece etkileyici bir sanat olabilir. Ama şairlerin kültürler arası elçi olmaları gerektiğine inanmıyorum.
Eleştiri konusu ülkemiz edebiyatının, (en çok şiirin mi demeli?) büyük gediklerinden, bedensel ağrılarından, arızalarından diye biliniyor. Genel kabul öyle. Senin şiirine yöneltilmiş (olumlu veya olumsuz) eleştiri var mı, etkilendiğin, ‘feyz aldığın’ ? Eleştiri ne kadar etkiledi seni? Daha doğrusu otuz küsür yılda eleştiriyle aran nasıldı? Şiir dünyamız Adnan Yücel şiirine nasıl yaklaştı? Okur ilgisiyle yeterince göstermiş gibi tavrını, kitapların ikiden çok basım adedine ulaşmış, bir tanesi altıncı baskıya… Nasıl değerlendiriyorsun şair -okur -eleştirmen üçgeninin şeytani dengesizliğini? Sanırım şairlerin kesintisiz kanayan yarası bu, neler demek geliyor içinden?
Benim şiirime 1979’dan beri yöneltilmiş ve yöneltilen hem olumlu hem de olumsuz eleştiriler oldu ve oluyor. Hasan Hüseyin, Mehmet Yaşar Bilen, Metin Demirtaş, Rıza Zelyut, Mehmet Aydın, İsmail Gençtürk, İsmail Gümüş bunlardan bazıları. Biçim, öz ve şiir dili bakımından hemen hemen bunların hepsi görüş bildirmiştir.
Otuz küsur yılda eleştiriyle aram hep iyi oldu. Olumluları da olumsuzlarıda sevdim. Yapıcı olmasını gözettim. Ancak bu otuz yılın on beş yılında eleştiri yok. Benim şiirim gibi şiirlerin görmezlikten gelinmesi gerçeği var. Böyle bir ortamda en güzel eleştiriyi okurlar yapıyor. “Şair -okur -eleştirmen üçgeninin şeytani dengesizliği” çok ilginçtir. Şaire, okura, eleştirmene ve bunların düşünceleriyle yaşadıkları dönemlere, toplumsal koşullara göre her şey değişir. Sovyetlerdeki parti diktatörlüğü çökmeden önce her şair Asım Bezirci’nin eleştirisini almak için çırpınırdı. Şimdi Asım Bezirci’nin olumlu değerlendirdiği şiirler okurlar tarafından unutulsun diye büyük çabalar harcanıyor. Bunun en çarpıcı örneği olarak Ozan Telli’nin şiirini anmak istiyorum. Sizce de büyük bir haksızlık değil mi?
(Çetin Yiğenoğlu, Cumhuriyet Kitap, 17 Mayıs 2001)