Le Huitieme Jour (Sekizinci Gün)
fiziksel-zihinsel özürlü olan ya da toplumca öyle kabul edilen insanların yaşamları sinemanın zaman zaman yer verdiği konular arasındadır. kapitalizm çarkı içerisindeki yığınlara bu dünyada onların ‚ özürlülerin- da yaşadığını hatırlatan bu türden yapıtlar, izleyenleri ciddi bir etik sorgulamaya iter, itmelidir.
le huitieme jour, klasik olmayan öyküsüyle ve -şu günlerde çok ihtiyacımız olan- sevgiyi sunmada gösterdiği başarısıyla hafızalardan silinmeyecek bir film olma özelliği kazanıyor. bununla birlikte izleyeni yukarıda değindiğimiz etik sorgulamaya itmede ciddi bir başarı gösteriyor.
öncelikle iki karakterimiz var: georges ve harry.
alt karakterler de var: georges’un rüyalarına giren (ölü) annesi ve luis mariano isimli bir şarkıcı.
georges’un sevgilisi nathalie.
öbür tarafta harry’nin eşi ve çocukları.
georges “down sendromu” hastası bir gençtir, kendisi gibi onlarca hastayla birlikte bir klinikte kalmaktadır. down sendromu hastaları moğollar*‘a benzediği için moğolistan’da doğduğuna inanmaktadır. karıncaların yürüyüşünü, kesik çimenlerin ağlamasını, rüzgarın saçlarını gıdıklamasını, bir de aynı klinikte kendisi gibi hasta olan nathalie’yi sevmektedir. hayal mi gerçek mi olduğunu bilmediği anlarda annesi ve şarkıcı luis mariano ile konuşmaktadır. annesi yıllar önce ölmüş olmasına rağmen bazen bunu unutabilmekte, en çok da annesinin yanına evine dönmek istemektedir.
harry, büyük bir bankada kapitalizmin hileleri, müşteri ilişkileri üzerine dersler veren orta yaşlı, ciddi ve gayet yoğun bir adamdır. modern insanın “çark” içerisinde düştüğü yabancılaşma ve kariyer hırsı yüzünden eşini ve çocuklarını ihmal etmiş, eşi de bu duruma çocukları alıp ondan uzaklaşmakla cevap vermiştir. hatta harry bir iki günlüğüne yanına gönderilen çocukları istasyondan almayı unutacak kadar ailesinden uzaklaşmış, çocuklar kendi başlarına annelerine geri dönmüştür. eşinden özür dileme, çocuklarını tekrar görebilme çabaları sonuçsuz kalan harry, bu “çökme” durumuyla iş hayatında problemler yaşamış, sorunlu bir adama dönüşmüştür.
öykü, karakterlerin tanıtılmasından sonra işte tam da burada başlar.
georges, tatil döneminde ailelerinin yanına giden hastalara özenir, annesine gitme umuduyla kendisini yalnız bırakmayan bir köpekle birlikte klinikten “kaçar”.
harry, çocuklarını görme umuduyla gittiği kasabadan dönerken yağmur ve karanlık, biraz da kendi ruh hali nedeniyle yolun ortasına çıkan georges’un köpeğine çarpar ve onu öldürür.
iki ana karakterimizin tanışması bu şekilde olur. harry yağmurdan ıslanmış bu genç adamı ve az önce öldürdüğü köpeği arabasına alır, bir süre sonra georges’un özürlü olduğunu fark eder, onu bir karakola götürür, fakat bu “baş belası”ndan kurtulmayı bir türlü başaramaz. gece yarısı harry’nin evinin bahçesine mezar kazıp köpeği gömerler, georges bu sırada çok bet bir sesle köpeği için ilahiler söylemektedir…
bundan sonra georges ve harry arasında sıcak bir ilişki başlar, harry unuttuğu şey olan “sevgi”yi tekrar bulurken georges da ilk kez kendisine değer veren bir arkadaş edinmiştir. buna rağmen harry’nin başına olmadık işler açmayı da ihmal etmez. çoğu zaman yaptığı tuhaflıklarla harry’i güldürmeye çalışır. bir arkadaşa sahip olma sevincini rüyalarındaki annesiyle paylaşır.
ikili uzun bir uğraştan sonra georges’un evini bulur fakat georges’un annesi öleli dört yıl olmuş, eve de başkaları taşınmıştır. georges, unuttuğu bu ayrıntı yüzünden çok üzülür. georges’un kız kardeşinin adresi bulunur ve harry yağmurlu bir günde bu adresi georges’a verip çekip gitmek, bir şekilde bu olaydan kurtulmak ister. fakat bunu başaramaz.
sonra birlikte georges’un ablasına giderler, burada da olumlu bir tablo ile karşılaşmazlar. georges’un yanlarında kalacağından tedirgin olan ablası kendi dünyasında yaşamak istediğini ve georges’e bakamayacak durumda olduğunu söyler ve harry’den georges’i kliniğe geri götürmesini ister. georges yıkılmıştır. harry de bu duruma çok üzülür.
georges’i üzen başka şeyler de vardır: öykü boyunca yollarda, lokantalarda tanıştıkları insanlar georges’un “mongol” olduğunu görünce yanından hızla ayrılmakta, çeşitli bahanelerle kaçmaya çalışmaktadır.
ikili, kliniğe gitmeden önce georges’in en çok istediği şey olan denizi görmeye gider. burası aynı zamanda harry’nin eşinin ve çocuklarının yaşadığı kasabadır. harry, karısı ve çocuklarını zorla da olsa görmek istemektedir. bu niyetle girdiği evde karısıyla kavga ederken georges dışarıda harry’nin kızlarıyla tanışır. kızlardan büyük olanı doğum gününün ayın 14’ünde olduğunu ama babasının her zamanki gibi işleri nedeniyle gelmeyeceğini söyleyerek 14 rakamını georges’un eline yazar. harry gerçekten o gün önemli bir seminere katılacaktır. harry evden kovulur. bu kez georges harry’e sarılarak onu teselli etmeye çalışır, onunla oynar, gülmesi için elinden geleni yapar. harry’e karıncaların yürüyüşünü gösterir, rüzgarın saçları gıdıkladığını, ağaca dokununca ağaç olunacağını öğretir.
harry, georges’u kliniğe götürür. georges üzgün ama gururlu bir ifadeyle harry’i “arkadaşım harry” diye klinikteki diğer hastalara tanıtır. bütün hastalar harry’i çok sevse de harry kaçarcasına klinikten ayrılır. bu arada nathalie de ailesi tarafından klinikten alınır. georges iyice yalnızlaşır.
ayın 14’ü olmuştur. georges, bir müze gezisinde olan arkadaşlarını harry’e yardım etmek amacıyla ayartır. hastalar müzeden kaçar, bir galeriden bir minibüs çalar, harry’yi “ciddi” seminerini bölerek kaçırır, şirketteki havai fişekleri çalar, daha sonra nathalie’yi de bir şekilde kaçırarak harry’nin ailesinin olduğu kasabaya gider. kullanılmayan bir lunaparkı -ki harry ve georges buraya daha önce gelmiştir- işgal eden hastalar eğlenmeye başlar. georges ve nathalie bütün kusurlarına rağmen sevişir, harry de çocuklarının bulunduğu evin önünde havai fişeklerini ateşleyerek kızının doğum gününü kutlar, kızları buna çok sevinir. fakat kasabayı sarsan bu gürültü ve karışıklık polisleri harekete geçirir. lunaparkı basan polis, hastaları toplar, nathalie de zor bir karar vererek georges’tan ayrılır, ailesine döner. harry ve georges polislere görünmeden olay yerinden kaçar.
görevlerini yerine getirdiğine inanan georges da harry’i yalnız bırakarak ondan kaçar, harry’nin çocuklarına ve eşine kavuşmasını gizlenerek izler ve daha bu dünyada kendisine bir yer olmadığına inandığı için georges’un şirketine ait gökdelenin tepesine çıkar ve oradan kahkahalar eşliğinde uçar!
harry, georges’tan öğrendiği her şeyi çocuklarına öğretir. birlikte ağaç olmayı, kesik çayırlara dokunmayı…
insan yanımızı sorgulayan, sevginin sınırlarının ne olduğunu bulmaya çalışan film; kapitalizme ve onun insanı yabancılaşmaya ve bireyciliğe iten kent yaşamına göndermeler yapıyor. özürlülerin toplum ve hatta aile içerisinde bile yadırgandığı batı toplumuna da iç eleştiriler getiriyor. fransız, belçika, ingiliz ortak yapımı jaco van dormael imzalı le huiti?®me jour sevgi ve dostluk üzerine bugüne kadar yapılmış en iyi filmlerden biri olma unvanını fazlasıyla hak ediyor.
“başlangıçta, bir şey yoktu. sadece müzik vardı. tüm bulutlar müziği duydu.
(tanrı) ilk gün güneşi yarattı: gözleri acıtır…
ikinci gün, suyu yarattı: ıslak. üstünde yürürseniz ayaklarınız ıslanır. sonra rüzgarı yarattı: gıdıklar…
üçüncü gün, çimleri yarattı: kestiğiniz zaman, ağlarlar. acı çekerler. rahatlamak için dostça konuşmalısınız. eğer bir ağaca dokunursanız bir ağaç olursunuz.
dördüncü gün, inekleri yarattı: soludukları zaman sıcacık üflerler.
beşinci gün, uçakları yarattı: eğer onları kabullenmezsen, geçmişe uçup gitmelerine seyirci kalırsın.
altıncı gün, insanı yarattı. erkekler, kadınlar ve çocuklar: kadınları ve çocukları tercih ederim çünkü onları öptüğünüzde batmazlar.
yedinci gün, rahatlamak için, bulutları yarattı: eğer iyice bakarsanız, onlarda her hikayeyi görürsünüz.
sonra hiçbir şeyi atlamadığına şaşırdı.
sekizinci gün, georges’u yarattı.”
Yönetmen: Jaco van Dormael
Yapım: Fransa, Belçika, İngiltere 1996
Süre: 118 dk.
Oyuncular: Daniel Auteuil, Pascal Duquenne