Nazım Hikmet Şiirinde Vatan Sevgisi
13 Kasım 1918 tarihinde General Franchet komutasındaki İtilaf orduları İstanbul’a girdiler. I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ittihatçıların liderliğinde sürüklenen Osmanlı, Alman emperyalizminin çıkarları için yüzbinlerce insanını kırdırdıktan sonra yenik düşmüş, teslim olmuştu. Sultan hükümetinin iktidarı biçimsel varlığını sürdürse de, İngiliz-Fransız emperyalizminin uşağı durumuna gelmiş; yenilgiyi kabullenemeyen, işgale boyun eğmeme yanlısı olan, gerek ordu, gerekse bürokrasi içindeki kesimlere karşı yığınsal tasfiye ve tutuklamalara girişmişti.
Yeni efendilerine hizmette kusur etmemek için ölesiye bir dikkat içindeydiler. Sıradan İngiliz ve Fransız ajanları, memurları, çavuşları; saraylarda, devlet dairelerinde cirit atıyor, her istediklerini yaptırıyorlardı.
Boğaz suları, İngiliz ve Fransız savaş gemileriyle kararmıştı. Kukla Osmanlı hükümetinin kurduğu askeri polis yetersiz kalırsa, İstanbul’u bizzat işgal etmek üzere göreve hazır bekleyen birliklerle doluydu içleri.
16 yaşındaki Nazım Hikmet işte bu İstanbul’da, askeri deniz okulunda öğrencidir. Hamidiye eğitim gemisinde devam eden öğrenimleri ise sarayın emperyalizme teslimiyetini ve boğazda demirli işgal gemilerini görmezden gelmek gibi bir zaaf(!) içindedir. Sanki ortada hiçbir şey yokmuş havasında sürer gider dersler.
Mondros mütarekesi sonrasında Osmanlı’nın donanma sahibi olma hakkı elinden alınmış, tüm askeri birlikler gibi gemiler de silahsızlandırılmıştır. Nazım, bu durumun kendi üzerlerindeki etkisini şöyle özetliyor: ‘İşgal altındaki İstanbul’un yürekler acısı fonunda gemimizin zavallı görünüşü bizde yurdumuz adına acı ve onur kırıklığı duygusu uyandırıyor, düşmana utanmazca teslim olan komutanlarımıza isyanla dolup taşıyorduk.’ (Aktaran Ekber Babayev, Nazım Hikmet/ Eserleri ve yaşamı)
Hamidiye eğitim gemisindeki öğrenciler en sonunda isyan eder, ders boykotu gerçekleştirir ve gün boyu Anadolu’da süren direnişe katılmak için gemiden bırakılmalarını talep ederler. Ancak hazırlıksızlık, örgütten yoksunluk gibi sebeplerle aynı gün direniş sona erdirilir. Nazım’ın denizcilik serüveni de 1919 yazında gerçekleşen bu eylemden birkaç gün sonra kimi arkadaşlarıyla birlikte sağlık nedeniyle okuldan çıkarılmasıyla son bulur. Nazım’ın vatan şairi olarak doğuşuna evrilen sürecin halkalarından biridir bu.
Nazım Hikmet’in şiir serüveni, ki çocuk denecek yaşlarda başlamıştır, ayrı bir inceleme konusu. Yine de şu kadarını belirtmek gerekirse, Nazım o günlerde halihazırdaki Türk şiirinde yeni ve özgün bir soluk olarak kabul edilmiş, şiirleri değişik dergi ve gazetelerde yayınlanmaya devam etmektedir.
?airin özellikle ‘Benim Gönlüm’ isimli şiiri edebiyat çevrelerinde, gazetelerde ‘İşte bir erkek ses, Türk şiiri nanemollalıktan kurtuldu.’ gibi özgün değerlendirmeler ve coşku ile karşılanmıştı. ‘Benim gönlüm bir kelebek/ dolaşıyor çiçek çiçek’ benzeri dizelerin şairlerine nazire ile Nazım, ‘Benim gönlüm bir kartaldır/Nerde güzel görürsem ben/ haydi derim haydi saldır/ böyle her an kan dökmekte/ gagasının rengi aldır’ der bu parodi şiirinde. İşte bu kadar bir delikanlılığın dahi ‘Türk şiiri nanemollalıktan kurtuldu.’ müjdesiyle karşılandığı bir durum mevzubahistir İstanbul’da. Ama belki de genç Nazım, herkesten çok farkındadır ki Türk şiirinin esas ‘nanemollalığı’ çiçek-kelebek vs. narinliğinden değil işgal gerçeğine gözlerini yummuş olmasından kaynaklanmaktadır.
‘Kırk Haramilerin Esiri’
16 Mart 1920’de İstanbul, İtilaf devletleri askerleri tarafından tamamen işgal edildi. Yaşanan ihanet ve yıkımı görmezden gelmek, kimse için mümkün değildi artık. İşgal askerleri, İstanbul halkının boğazına çökmüş kan döküyordu.
Bu süreçte askeri okuldan atıldıktan sonra yurt sevgisini, kişisel duyarlılıklarını dile getirdiği şiirleriyle dikkatleri çeken Nazım’ın ‘Kırk Haramilerin Esiri’ isimli şiiri, 1920 Ağustos’unda yine Alemdar Gazetesi’nde yayınlandı.
Düşman işgalini ve Anadolu’nun silahlı karşı koyuşunu alegorik (gizli anlamlı) bir anlatımla betimleyen şiir tüm kentte hızla elden ele yayıldı ve adeta işgale karşı moral, direnişin bayrağı haline geldi. ?iirde ‘Kırk Haramiler’ emperyalizmi sembolize ediyordu. Bir kolu (Rumeli) kesilmiş, haramilerin elindeki esir ise vatandır. Esirin diğer kolunun (Anadolu) kesilmesi emri verilmiştir: ‘(…) bıraktığı baltayı cellat alırken/cellat alırken yerden/meydana gölgeleri yakınlaşan göklerden/haykırıldı bir büyük, şanlı mazinin yadı/ birden balta esirin elinde parladı.’ Anadolu’da süren direnişi temsil eden bu dizelerle biter şiir.
Nazım’ın yalnızca şiirleri değil, yaşamı da aynı kararlığı yansıtıyordu. Vala Nurettin’in anılarında Nazım’ın çok etkilendiği bir olay anlatılmakta: Torpille yaralanmış bir dretnotun su alan bölmesinin kapısı kapatılmalıdır. Bunun ancak içeriden yapılabileceği anlaşılınca bir subay kendini feda ederek dretnotu kurtarır; ‘Nazım arada sırada grubumuzun önüne doğru fırlıyor, yüzünü bize dönüp tersin tersin yürüyordu: -Ah ben de dretnotunu kurtarmak için boğulan o fedai gibi olabilsem, diyordu.’
Edebiyat tarihçisi İsmail Habip’in, Türk Teceddüt Edebiyatı isimli eserinde geçen, ‘Nazım Hikmet’in işgal sırasında yazılmış şiirleri hatta bugün için bile şaşılacak kadar samimidir.’ tespiti şiirlerin işte bu feda duygusuyla yoğrulmuş olmasında anlam bulur.
1919-20 yıllarının, Türk edebiyatı açısından Nazım Hikmet’te cisimleşen bir dönümü ifade ettiğinde edebiyat tarihçilerinin hemen tümü hemfikirdir. Türk Edebiyat Tarihi isimli eserinde Nihat Sami Banarlı şöyle diyor: ‘Başta İstanbul olmak üzere bir kısım Türk yurtlarının işgal altında bulunduğu yıllarda, garip bir tesadüfle, ekseriya aşk şiirleri söyleyen öteki gençlerden ayrılarak o, fakir ve cemiyet şiirlerini yazmıştır…’
Nazım’ın bunu nasıl başardığını anlamak için kendisine kulak verelim: ‘Sonra Antant İstanbul’u işgal etti, onlara karşı ve Anadolu savaşını tutan şiirler yazdım. Vicdan nedir, namus nedir filan diye düşündüm, şiir yazdım.’ (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim)
Evet vicdan, namus!… Bu kavramlara hakkını verecek kadar cesur olmak, Nazım’ı yurdunun ve halkının kaderine adanmaya götürdü.
1921 yılı başlarında genç şairler Nazım Hikmet, Vala Nureddin, Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na etkin olarak katılmak isteyen herkesin yaptığı gibi, gizli yollarla Anadolu’ya geçerler. (Nazım ve Vala Ankara’ya ulaşacak, diğer ikisi Ankara hükümeti tarafından geri çevrilecektir.)
Anadolu’da Nazım, kendisi için sarsıcı olan bir çok etkiye maruz kalır. Herşeyden önce halk gerçeğiyle yüzleşir. Anadolu köylüsü, hiç de egemen edebiyat çevrelerinin eserlerinde yansıttığı gibi, süslü, rengarenk giysiler içinde gürbüz, coşkun, tabiatla içiçelikten yanakları al al vs. değildir. Tersine köylü, topraksız, çarıksız, aç ve sefildir. Vapurla geldikleri İnebolu’dan Ankara’ya kadar yol boyu hep aynı manzaraya tanık olurlar. Açlık ve tifüsün kırıp geçirdiği, ağır vergilerle, tefeci eliyle soyulmuş, savaşlara sürülmüş, tükenmiş bir halkın iç ezen manzaralarıdır bunlar. ‘Yalınayak’ şiiri birkaç yıl sonra bu izlenimlerle yazılmıştır: ‘Kafamızda güneş/ ateş/ bir sarık/ Arık toprak/ çıplak ayaklarımızda çarık/ İhtiyar katırından/ daha ölü bir köylü/ yanımızda/ Yanımızda değil/ yanan/ kanımızda(…)’
Anadolu’da daha ilk durakları olan İnebolu’da Spartakistlerle karşılaşan Nazım, Marksizm üzerine ilk bilgilerini de edinmiştir. Halk gerçeğini sebep ve sonuçlarıyla anlamasında, Marksist öğretinin temel bir etkisi olur. Spartakistler, Almanya’da çalışıp orada bu örgüte katılmış Türkiyeli işçilerdi. İçlerinde özellikle Sadık Ahi, Nazım’la yakından ilgilenmiş ve önüne bir çok soru koymuştu. Nazım’ın pratiğinde de görülebileceği gibi, sormak, yanıt almak, vicdanı ve namusu sarsılmaz olmak, doğrudan sosyalizme götürmektedir insanı.
Nihayet Ankara’ya ulaşılır. İki genç şair bir yandan kendilerine verilen görev gereği gençliği, halkı direnişe çağıran şiirler yazmakta, bir yandan Spartakistlerle tartışmalarını sürdürmekte, bir yandan da Ankara’da karşılarına çıkan tabloyu, sınıf farklılıklarının, eşitsizliğin burada ulusal direniş hareketinin liderliği etrafında da devam ediyor olduğu gerçeğini gözlemlemektedirler.
Nazım’ın cepheye gitme talebi birkaç kez geri çevrilir. Bunda dayısı olan Ali Fuat Paşa’nın koruyuculuğu kadar, Nazım’ın son dönemde açıkça sosyalist fikirleri tartışıyor, savunuyor olması da etkili olmuştur. Ankara’da yine karşılaştığı Spartakistlerle birlikte Asya isimli bir dergi çıkarmış olmaları da işin cabasıdır. Yalnızca bir sayı çıkan bu dergide Nazım’ın şiir ve yazıları da yer almıştır. Asker ve subaylar arasında bir ‘komünist cereyanı’ ise Kemalistlerin en korktuğu şeylerin başında gelmektedir. Genç Bolşevik Devrimi’nin, Lenin’in ve kurdukları yeni düzenin prestijinin çok büyük olduğu; dahası Sovyetler’in, kendi güç koşullarına rağmen Ankara Hükümeti’ne silah ve para desteği sağladığı öyle bir dönemde, Nazım doğal olarak ‘sakıncalı’ kabul edilecektir.
Nazım kendisine önerilen rahat bir memurluğu reddedip, ‘Kasabanın birinde bir hocalık verin bana.’ diyerek Anadolu’da yeni bir yolculuğa koyulur. Bu defa istikamet Bolu’dur. Vala Nurettin tüm bu süre zarfında Nazım’la birlikte hareket eder. 1921 ortalarında vardıkları Bolu’da, Ağır Ceza Reisi Hilmi Bey’in etkisiyle, Marksizmi öğrenmek için Rusya’ya gitmeye karar verirler. Çok gecikmeden Trabzon’a doğru yola koyulurlar. Orada TKP’nin önderi Mustafa Suphi ve yoldaşlarının, Topal Osman’ın adamı Yahya Kahya tarafından, Karadeniz’de katledildiklerini öğrenmeleri de gözlerini korkutmaz. Ve sonunda Sovyet iktidarının başarılarını, devrimi her şeyiyle soluyabilecekleri Batum’a varırlar. Burada Nazım uzunca bir iç hesaplaşmanın ardından Türkiye Komünist Partisi’ne katılma kararı alıyor:
‘…Koyalım soruları da şu masanın üstüne, Anadolu’nun yanıbaşına. Neyini verebilirsin? Her şeyimi, her şeyi… Hürriyetini, evet! Hapishanelerde kaç yıl yatabilirsin bu uğurda? Gerekirse ömrüm boyunca. (…) Peki asılmak da var, öldürülmek de, Suphi’yle arkadaşları gibi boğulmak da var komünist olursam, diye sormadım mı? Sordum. Öldürülmekten korkuyor musun? diye sordum. (…) Önce korktuğumu anladım, sonra korkmadığımı…’ (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim)
Görüldüğü gibi Nazım, ‘Neyini verebilirsin?’ sorusunu masaya ‘Anadolu’nun yanıbaşına’ yatırarak yanıtlıyor. ‘Paşa torunu’ olarak kaybedeceği,- düzenin kendisine sunabileceği- gerçek anlamda çok ‘nimet’ olmasına rağmen, terazinin Anadolu kefesi, yani vatan ve halk sevgisi ağır basıyor. Bu kararıyla Nazım, içinden çıkıp geldiği dünyaya sırtını çevirmiş ve yeni bir dünya özleminin, komünizmin örgütlü şairi olmaya adanmıştır artık.
Komünizm: ‘Su Katılmamış Vatanperverlik’
‘(…) Komünistim çok şükür(…) Her komünist gibi de su katılmamış vatanperverim/ hem de bir tarih/ bütün bir devir/ bir insanlık merhalesi boyunca daha gerçek/ daha ileri…’ (Memleketimden İnsan Manzaraları-YKY /Syf: 526)
Nazım’ın bu dizeleri de diğer bir çoğu gibi, komünizmin ‘vatanperverlik’ten sonra terfi edilmiş bir rütbe değil, vatanperverliğin en alası, ‘su katılmamışı’ olduğunun altını çiziyor. Nazım’ın Bakü’de aldığı karar, kuşkusuz bir dönüm noktasıydı. Ama bazen zannedildiği gibi komünizmi tercih etmek, başkalaşıma uğramak değildir. İnsanlığın tarih boyunca biriktirdiği tüm ilerici değerleri, -vatanseverlik dahil- çıkarsız ve sağlam temellere oturtmaktır komünizm.
Nazım’a haksız olduğunu, ‘vatanperverlik’ gibi kavramların komünist ideolojide yeri olmadığını söylemeye cesaret edebilir miydiniz? Evet edenler var. Sonuçta sol sekterizmin, burjuva liberalizmiyle aynı kulvarda buluştuğu pek çok örnekten biridir vatan kavramının inkarı.
Bu noktada önemli olan, Nazım’ın şiirini evrensel kılan şeyin vatan ve halk sevgisi olduğu gerçeğidir. Kendi vatanına, toprağına ayaklarını sımsıkı basabildiği içindir ki, Nazım sesini tüm dünyaya ulaştırabilmiştir. Aynı şey tüm dünya şairleri için de geçerlidir. Mayakovski’den Lorca’ya; Eluard’dan, Neruda’ya dünya şairleri, büyüklük ve ustalıklarını, kendi ülke ve halklarının tarihiyle yoğrulmuş vatanseverliklerinden, insanlığın büyük kurtuluş idealini bu temelde dile getirebilmiş olmalarından aldılar. Vatanlarını inkar ederek değil! Yalnızca şunun altını kuvvetle çizdiler: ‘Başkasının sırtından geçinenlerin değil/ çalışan insanların vatanperverliği’dir bu. ‘Su katılmamış vatanperverlik.’ için böyle bir ayrım noktası koyar Nazım ki, milliyetçilikle vatanseverliğin özdeki farklılığına işaret eder. Gerçek vatanseverler sosyalistlerdir…
Nazım’ın şiirindeki vatan temasının sürekliliği de bu özgüvene dayanır. 19 yaşında ulusal kurtuluş savaşına katılma çağrısı yaptığı şiirlerden birinde, gençliğin vatansever damarına basmak için, ‘o satılmış vezire o satılmış hünkara/ o satılmış kullara sizde mi katıldınız/ siz de mi satıldınız, siz de mi satıldınız?’ diye soran Nazım ile neredeyse 40 yıl sonra ‘Bu Vatana Nasıl Kıydılar’ şiirinde, ‘İnsan olan vatanını satar mı?/ Suyun içip ekmeğini yediniz/ Dünyada vatandan aziz şey var mı?/ Beyler bu vatana nasıl kıydınız?’ diye soran Nazım aynı Nazım’dır. Nazım yine ve her zaman vatanseverdir; ancak tek farkla ki, ‘…bir insanlık merhalesi boyunca(…) daha gerçek, daha ileri’ bir vatanseverlik mertebesine erişmiştir. ‘Sevdalınız komünisttir’ der, Yatar Bursa Kalesi’nde şiirinde: ‘Memleket toprağındadır kökü/ Bedrettin gibi taşır yükü(…)’…
Bu nedenle de vatan şairi kimliğini hiçbir güç alamamıştır Nazım’dan. Ne komünist olduğu için kendisini hain ilan edip komplolarla onlarca yıl hapis yatıran Kemalist iktidar, ne aynı sebeple kendisine yüz çeviren egemen edebiyat çevreleri, ne de dünden bugüne ‘sol’dan sağdan yöneltilmiş hiç bitmeyen karalama, çarpıtma, iki yüzlülük ve içini boşaltma, evcilleştirme çabaları… Çünkü Nazım halkı, halkı da onu sonsuzca sevmiştir.
‘…Emperyalizmi Vuran/ Yarını Kuranlarız…’
Nazım’ın her biri birer vatanseverlik manifestosu olan birçok eseri arasında Kuvayi Milliye Destanı’nın kuşkusuz özel bir yeri vardır. Kemalizm önderliğindeki ulusal direniş hareketini tüm görkemiyle destanlaştırmıştır Nazım. Destanda hikayeleri eşliğinde savaşı canlandırdığı kişiler ise halktır, Anadolu’nun çileli insanlarıdır. Nazım’ın bu destanında milliyetçiliğe övgü arayan, boşuna arar.
Daha girişte ‘Onlar’ şiiri ile Nazım bu ulusal kahramanlığın sahiplerini belirtir: ”Onlar ki toprakta karınca/ suda balık/ havada kuş kadar/ çokturlar/ korkak/ cesur/ cahil/ hakim/ ve çocukturlar/ ve kahreden/ yaratan ki onlardır/ destanımızda yalnız onların maceraları vardır(…)’ Ve işte destanın başlıca kahramanları; Karayılan, Kambur Kerim, Arhaveli Laz İsmail, Öğretmen Nurettin Eşfak, Manastırlı Hamdi Efendi, Reşadiyeli Veli oğlu Mehmet, Kartallı Bahçıvan Kazım, Süleymaniyeli ?oför Ahmet, İzmirli Tornacı Ali Onbaşı ve elbette ki kadınlar. ‘…harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi/ aynı yürek ferahlığı aynı yorgun alışkanlık içinde…’ cepheye mermi taşıyan kadınlarımız… Ulusal cephe içinde yer almasına hatta önderlik etmelerine karşın ne paşaları, mebusları, ne de ağaları, beyleri, eşraftan ‘büyükleri’, mollaları anlatmıştır Nazım. ‘Kuvay-i Milliye’, vatansever bir halk destanıdır ve bu yüzden Türkçe’nin en güzel ve seçkin eserleri arasında parıldar durur.
Nazım’ın tüm destan şiirleri belirgin ve tutarlı bir anti-emperyalizmi yansıtır. ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü?’ adlı eserinde insana ve kavgaya dair ele aldığı konuları, İngiliz emperyalizmine karşı Hint halkının kahraman direnişini güçlü bir fon gibi değerlendirerek anlatır. ‘… Emperyalizm aleyhine yazılan ve emperyalizmi temellerinden yıkmak için nefislerini feda edenlerden bahseden bu kitap…’ denilerek amaç açıkça ortaya konur. Sakand ile Si-Ya-U da, yine aynı şekilde, ele aldığı ‘sanatın kendini halkların kurtuluşuna adaması gerekliliği’ temasını Çin halkının İngiliz emperyalizmine karşı direnişi temelinde işler. Taranta Babu’ya Mektuplar, Habeşistan halkına saldıran İtalyan faşizmi ve Mussolini nezdinde emperyalizmin etkili bir teşhirini yapar. Zengin anlatım tekniği, etkili söylemiyle faşizme karşı halkların direnişine sahip çıkan dünya çapında yazılmış en büyük eserlerden biridir bu destan da…
‘Çok Uzaklardan Geliyoruz’
Tarih bilinci, Nazım şiirinde emperyalizme karşı savaşımın güç alacağı kaynak olarak görülür ve gösterilir. Öyle der Nazım; ‘çok uzaklardan geliyoruz/ çok uzaklardan/ kaybetmedik bağımızı çok uzaklarla/ Bize hala konduğumuz mirası hatırlatır/ Bedreddini Simavni’nin boynuna inen satır/ Engürülü esnaf Ahilerle beraberdik/ biliriz/ hangi pir aşkına biz/ sultan ordularına kıllı göğüslerimizi gerdik…'(Kablettarih)
Nazım kitlelerin tarih bilincini çarpıtmak, geçmişlerinin onur duyulacak sayfalarını zihinlerden silmek ve kimliksizleştirmek için emperyalizmin ne denli ciddi bir uğraş içinde olduğunun bilincindedir. Dolayısıyla cepheye sürdüğü şiirleri, bu gerçeği göz önünde bulundurarak, tarih bilinci ve ulusal onur ile yoğurmayı açık bir misyon olarak kabul etmiştir. Nazım’ı okumak bu yüzden her an tarihi duyumsamak ve belli bir gurur ve sevinç ile dolmaktır…
Örneğin ABD Dışişleri Bakanı’nın Türk askeri hakkında verdiği ‘Bize 23 cente maloluyor.’ beyanatına, bu meşhur aşağılamaya en güzel yanıtın Nazım’dan ve yine tarihsellik içinde gelmiş olması tesadüf değildir: ‘(…) Dahası var Mister Dallas/ sizin dilde anlamı pek de belli değilken henüz/ zulüm gibi/ hürriyet gibi/ kardeşlik gibi sözlerin/ dövüştü zulme karşı o/ ve istiklal ve hürriyet uğruna/ ve milletleri kardeş sofrasına davet ederek/ ve yarin yanağından gayrı, her yerde/ her şeyde/ hep beraber/ diyebilmek için/ yürüdü peşince Bedreddin’in…’
Nazım’ın Amerikan emperyalizmine karşı öfkesi gerçekten büyük ve samimidir. Bazen ağız dolusu küfürle dile gelecek kadar hem de: ‘(…)Bacımınkiler gibi gök gözlü şehrim/ İstanbul’um/ seni düşünüyorum/ Oturmuşum deniz kıyısına/ bakıyorsun limana giren Amerikan zırhlısına/ Hastasın, açsın, öfkelisin/ O da bakıyor sana/ hem de nasıl/ efendinmiş/ patronunmuş/ sahibinmiş gibi itoğlu it(…)’
?iirde estetik arayışlarına denecek sözümüz olamaz ama Nazım şiirinden tarih bilinciyle yoğrulmuş duygu açıklığı ve samimiyet anlamında dersler çıkarmak belki daha elzemdir günümüzde.
‘Milli Gurur’
Simavna Kadısı Oğlu ?eyh Bedreddin Destanı, Nazım’ın tüm yapıtları içinde tarihselliği, Anadolu’nun isyancı geleneğini coşkuylu kucaklayışı yanıyla özel, ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
1936’da destanın yayınlanmasından sonra, TKP içindeki ‘ultra-sol’ unsurların ‘Bu şiir enternasyonalizmin reddidir.’ şeklindeki ithamlarına maruz kalışı ise günümüzde devrimcilerin ‘ulusal gurur’, ‘vatan’ gibi kavramları sahiplenmeleri karşısında ‘küçük burjuva milliyetçiliği’, ‘proleter devrimin reddi’ gibi eleştirilere(!) maruz kalmasıyla bir çok benzerlikler gösteriyor.
Vatanseverliği bir paye olarak, gerek siyaset, gerekse edebiyatta burjuvazinin insafına bırakanların, ulusal gurur duygusunu da proleter enternasyolizmi adına reddetmeleri normaldir.
?air, işte o günün ‘sol züppelik’lerine destana yazdığı bir ‘zeyl'(sonradan eklenen yazı) ile yanıt verir.
‘Milli Gurur’ başlığı altında yazdığı bu ek bölüm, enternasyonalizmin ulusal gururu dışlamadığını tersine bu gurur olmaksızın enternasyonalist olunamayacağının altını bizzat Lenin’e başvurarak çizer:
‘Evet, biraz da milli gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan milli bir gurur duyar. Evet Bedreddin hareketi aynı zamanda benim milli gururumdur. Milli gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yanyana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz?’
Ardından konu üzerine Lenin’in ‘ulusal gurur’ makalesinden uzunca bir alıntı aktarılır. Makalede Lenin, ‘biz milli gurur duygusuyla meşbuuz. Çünkü Rus milleti de inkılapçı bir sınıf yaratabildi’ demekte ve Rus halkının tarihte kalmış isyancılarına, ‘Bizim göğsümüzü kabartır.’ diyerek sahip çıkmaktadır.
Nazım’ın Bedreddin Destanı ve destana yazdığı ‘zeyl’, yüksek bir tarih bilinci ve ulusal gurur duygusunun ürünüdür. Destanın isyancıların yenilgisini betimlediği 9. bölümünün sonuna düştüğü, ‘Marksist bir ‘Makine-adam’, bir robota değil, etiyle, kanıyla, sinir ve kafası ve yüreğiyle tarihi, sosyal, konkre(somut bn.) bir insandır.’ notu da yine evrensel bir uyarıdır.
Evet Marksistler yeri gelir kahreder, yeri gelir çocuk gibi sevinir, yeri gelir tarife gelmez öfkeyle dişlerini sıkarlar. Soğuk akıl yürütme, duygulardan arındırılmış analitik bir maddecilik değildir devrimci olmak.
‘(…) ve teker teker/ bir an içinde/ omuzlarında dilim dilim kırbaç izleri/ yüzleri kan içinde/geçer çıplak ayaklarıyla yüreğime basarak/ geçer Aydın ellerinden Karaburun mağlupları…’
Bedeli Ödenen Dizelerden…
Nazım 13 yıllık tutsaklıktan sonra 1951’de iç ve dış kamuoyunun yoğun baskısıyla hapislikten kurtuldu. (Daha önceki tutsaklıklarıyla birlikte toplam 18 yıl hapis yatmıştır.) Ona vatanında özgürlüğü çok görmüşlerdi. ‘Ağır’ bir bedeli alnının akıyla ödemesini bildi. Tutsaklık yılları boyunca dünya ilerici edebiyatının en seçkin eserlerini yaratarak ve burjuvaziye karşı durmaksızın savaşan ölümsüz dizeler yaratarak verdi kendi karşılığını…
Vatan, Nazım için eviydi:(…) Bursa’da havlucu Recebe/ Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman/ fakir köylü Hatçe kadına/ ırgat Süleymana düşman/ düşünen insana düşman/ vatan ki insanların evidir/ Sevgilim onlar vatana düşman…(9 Ekim 1945)
Vatan, uğruna hapis yatılandı: (…) sen Rus/ ben Türk/ ama ikimiz de komünistiz/ seni astılar memleketini sevdiğin için/ ben memleketimi sevdiğim için hapisteyim (Memleketimden İnsan Manzaraları)
Vatan, en yakın insanı gibiydi: (…) en yakın insanınmış gibi seversin memleketini/ günün birinde mesela Amerika’ya ciro ederler onu/ seni de büyük hürriyetinle beraber/ hava üssü olmak hürriyetiyle/ hürsün (Bir Hazin Hürriyet)
Vatan, kan ile sulanmayı bekleyendi: (…) insanın yurdu bir kat daha kendinin olur/ toprağına suyuna karıştıkça kanı(…) (İstiklal)
Ve Nazım, ‘(…)vatan Amerikan üsleri Amerikan bombası Amerikan donanması topuysa/ vatan kurtulamamaksa kokmuş karanlığınızdan/ ben vatan hainiyim/ yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla/ Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala’ diyebilecek kadar cesurdu. Bu denli bir güç ve öfkeyle haykırabilmek içinse Nazım bir büyük hasrete sahip olmalıydı;
‘(…) Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın/ yok edin insanın insana kulluğunu bu davet bizim/ yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi kardeşcesine/ bu hasret bizim…’
Sonuç Yerine
Nazım’ın hasretini paylaşanlar, bugün yine ‘namus nedir, vicdan nedir’ diye düşünerek hem şiirlerini yazıyor hem de ‘vatanın toprağına suyuna kanlarını karıştırmaya’ devam ediyorlar.
Halktan yana olma iddiasındaki tüm sanatçılar açısından Nazımca sorular sormak ve Nazımca dürüst yanıtlar vererek tercih yapmak, bizce kalıcı olabilmenin tek yolu, çünkü ancak cesur olabilenler özgür olabilir…
(Yücel Merter)