Sabahattin Ali – Bir Delikanlının Hikayesi
Öyle zamanlarım olur ki, beni sessizce bekleyen odama giderken, bu her akşamki yürüyüş beni sıkar, boğar ve ben caddeyi örten kalın kar tabakasının üstüne uzanarak orayı nefesimle eritmek, ta toprağa kadar bir delik açmak isterim. Evin kapısını her akşamki gibi anahtarla açmak, sonra kapamak, karanlık koridorda yavaşça ilerlemek, merdiven basamaklarını ayaklarımın ucuyla aramak, -ki onları saymış ve ezberlemiştim ve dönemeç yerlerinin kaçıncı ayaktan sonra geldiğini gayet iyi bilirdim- nihayet odama girmek… Bütün bunlar beni deli eder. Bir kere de başka şeyler yapabilmek için mesela balkona tırmanmak, pencerenin camlarını kırarak içeri girmek ihtirasını duyarım.
Odamda beni kitaplarım bekler. Bu yegane tesellidir. Her eşyasını ayrı ayrı ve gayet iyi tanıdığım bu odada yalnız onlar her zaman için yeni bir koku taşırlar. Her zaman söyleyecek birçok lafları vardır. Mesela, masanın kenarındaki ucu kırık mermer tütün tablasını belki yüz defa üstten, alttan, sağdan, soldan tetkik etmiş, elime alarak saatlerce kırık yerdeki ince damarları ve pürüzleri seyretmişimdir. O, bana artık kendi sesim kadar bildiktir. Halbuki en çok okuduğum bir kitabın en çok okuduğum bir satırı bile bana bazan başka şeyler söyleyebilir. Yalnız onların böyle en mahrem taraflarını bile görebilmek için uzun bir beraberlik lazımdır. Kitaplar yeni tanıdıklarına karşı çok ketum olurlar. Bir kere de onlarla laubali oldunuz mu size malik oldukları her şeyi verirler ve onlar bizim isteyebileceğimiz her şeye fazlasıyla maliktirler. Kitapları bir kadın gibi sevenler, yalnız bekar odalarının azabını daha az duyarlar. Ellerinde bir kitapla beraber yattıkları, başuçlarındaki lambayı yaktıkları zaman, bahtiyar bir evlilik hayatının daima tekrar edilen saadetini hissederler: Kitaplarla zifafa girmesini bilen adam, beşerliğinden kurtulmaya başlamıştır. Ve biz daima, daima beşeriz.
Kadını hiçbir zaman inkar etmedim. Hatta geceleri beni odama o kadar karışık bir halde yollayan, ekseriye bir kadın muvaffakiyetsizliğidir. Ve ben, bilmiyorum neden, hiçbir kadından aşk iltifatı görmüş değilimdir. Kadınlar benden hoşlanıyorlar, fakat beni sevmiyorlar. Ben onlarda herhalde ya pek çocuk; ya pek ukala bir tesir yapıyorum. Gayet iyi bilirim ki, en münevver ve zeki kadın bile, mesela bir -Balzac romanlarının kıymeti- bahsini ancak yirmi dakika dinleyebilir. Halbuki ben en güzel bir kadını bile bir -Balzac romanlarının kıymeti- musahabesine (sohbetine) feda edebilirim. Ve bende, onların asıl bayıldıkları gurur ve teenniden (yavaşlık, dikkatli davranma), ağırlıktan eser yoktur.Bütün bunlara rağmen kadın gene benim en zayıf tarafımdır. Fena bir zamanımda bana her haltı ettirebilir. Kadın benim etimin, kemiğimin, kanımın ve muhayyilemin müthiş bir ihtiyacıdır. Buna mağlup olmak bir hayvanlık, bunu inkar etmek daha büyük bir hayvanlıktır. Onlarla beraber olduğum zaman donuk, ihtirassız, adeta cinsi hislerimden uzaklaşmış bir adam oluyorum. Ve kadın muvaffakiyetsizliklerimin en büyük sebebi de, zannediyorum ki, budur. Bilmem bunun sebebi bir utanma veya bir korku mu? Fakat dimağımın, içimde kabarmak isteyen bu ihtiyacı bana adi, pis ve gülünç göstererek beni susturduğunu biliyorum. Ama yalnız ve kadından uzak kaldığım zamanlar… O zaman dimağım da beni yalnız bırakıyor: Yahut bana hükmünü geçiremiyor ve ben feci bir hırs ve imkansızlık içinde çırpınıyorum. Öyle zamanlarım olur ki, -bunun için de mesela bir kitabın çok masum bir cümlesi veya sokaktan gelen bir kadın sesi kafidir- o zaman benim için yalnız kadın vardır. İliklerimin içinden bile -Kadın!- diye bağıran sesler işitirim. Ve o zaman benim için yalnız bir tek kadın vardır. Yani, bütün kadınlar benim için birdir. O zaman genç, ihtiyar, güzel, çirkin, herhalde bir kadına malik olmak, benim için su içmek gibi bir şeydir. Hatta bu ihtiyacın derece ve şiddetini anlamak için muhayyilemde kabaran kadın hayallerini gittikçe çirkinleştirir, kötüleştiririm. Nihayet öyle bir an olur ki, bu hayal pis ve korkunç bir acuzeye kadar iner. Ve ben, ben onu da isterim. Böyle zamanlarımda kadınları yalnız bir tek hissimle severim, hatta anamı bile… Her gelişinde boğmaya mecbur olduğum bu hislere gitgide daha çok esir oluyorum.
Bir gün haftalık bir mecmuadaki bir çorap reklamı şiddetle gözlerimi buğulandırdı ve damarlarımda, kadın isteyen acayip bir kanın dörtnala dolaştığını hissettim. Koltuğun kenarlarını yakaladım. Sonra ayağa kalkarak odanın bir başından bir başına hızlı hızlı yürümeye başladım. Nihayet daha fazla duramayarak sokağa fırladım. Caddeye çıkınca bu kadın kalabalığı içinde şaşırdım. Geliyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar ve konuşuyorlardı. Hepsinin yüzüne sanki bir tanıdığı arıyormuş gibi ısrarla bakıyordum. Gözlerimi vücutlarında gezdiriyor, kalçalarda uzun müddet kalıyor, bacaklara indiğim zaman tıkandığımı, boğulur gibi olduğumu, avaz avaz bağırmak istediğimi hissediyordum. Ve her şeyden evvel, kendilerini soyuyordum: Çırçıplak… Sonra bu çıplak vücutları yakalıyor, eziyor, kıvırıyor, boyunlarını, enselerini ve kollarını öpüyordum. Hiçbir zaman kendimi kaybetmiş değildim. Hatta yürüyüşümdeki, bakışımdaki tabiilik ve sükunetin içimdeki vukuatla yaptığı tezada, kendime bile hissettirmeden, kıs kıs gülüyordum. Akşam üzeriydi ve kadınlar daha çok birbirlerine benzemeye başlamışlardı. O kadar ki, boyları ve vücutlarının şekli bile gitgide aynı oluyordu. Ve ben onların başka başka kadınlar olduğunu yalnız değişen kokularından fark ediyordum…
Simsiyah bir şekle çarptım ve durdum. Başı ancak göğsümün hizasına gelebilen bir kadındı. Biraz öne doğru eğilerek özür diledim. Bu, onun homurtusunu ve başlamış olduğu fena bir kelimeyi yarım bıraktırdı. Yüzüne baktığım zaman, gözlerinin etrafının şiddetle karartılmış olduğunu gördüm. Siyah bir tülle sımsıkı sardığı başının iki kenarından açık sarı saçlar fırlıyordu. Yakası ve kolları siyah kadifeli düz bir mantosu vardı. Ve hayret! Dudaklarının kenarlarındaki buruşukluklara, pişkin gülüşüne rağmen, on altı yaşlarından hiç de fazla görünmüyordu. Bulunduğumuz yer bir köşebaşıydı ve sağımızda loş ve kimsesiz bir sokak uzanıyordu. Kolundan tuttum, o tarafa doğru çektim. Mukavemet edecek oldu; gözlerimi yumdum ve başımla gelmesini işaret ettim. Şaşırmış gibiydi. -Olmaz!- diye kolunu çekiyor, fakat sahiden vazgeçeceğimden korkarak, cesaret vermek isteyen bir gülüşle yüzüme bakıyordu. Bundan istifade etmek için kolumu gevşettim. O zaman biraz yaklaşarak sordu: -Evin uzakta mı?- -Hayır, şurada!..- diye cevap verdim. Kendisini serbest bıraktım ve yan yana yürümeye başladık.
Yukarıdan aşağı bir süzdüm: Yürüyüşü muntazamdı, fakat küçük ve biraz şaşkın adımlar atıyordu. Kalçaları pek yoktu. Gözüm yanında sallanan eline ilişti. Durakladım. Bu küçük, temiz ve ümidimin üstünde güzel bir eldi. Parmaklarını biraz içeri doğru kıvırmıştı. Büzülmüş minimini bir kuşa benziyordu. Hemen yakalayacaktım, fakat kendi kendime: -Hepsini odaya saklayalım!- dedim. Merdivenleri çıkarken bacaklarına dikkat ettim. İnce, gergin ve ahenktardılar. Eski ve siyah çorabın altından bile pembe ve tatlı bir deri görünüyor gibiydi. Sakin olmak için bir elimle merdiven tırabzanlarına sarıldım, öbürüyle de boyunbağımı sımsıkı yakaladım. Niçin, mesela ceketimin kenarını değil de, boyunbağımı yakaladım, bilmiyorum.
Oda kapısını anahtarla açmaya uğraşırken içimde sevince benzeyen bir şey, sabırsızlık ve hırs vardı. Ellerim titriyordu. Ve bu küçük an, bana bütün geldiğimiz yoldan uzun görünüyordu. Fakat içeriye girince hiç beklemediğim, çok tuhaf birtakım vakalar cereyan etti. Hatta o akşamdan sonra uzun müddet kendimi toplayamadım, acayip bir hava içinde yaşadım, bütün bunlar sırasıyla aşağıdaki şekilde oldu:
Odadan içeri girip kapıyı kapayınca, hiçbir şey söylemeden, hatta yüz yüze bile bakışmadan, derhal kendisini yakaladım; yarı kucağımda ve yarı sürükleyerek duvar kenarındaki kanapeye götürdüm. Kız bir kere, -Ah!..- dedi ve galiba başka şeyler de söyledi. Fakat ben, aldırış etmedim. Gözlerim sımsıkı kapalı, onu rastgele öpmeye başladım. Dudaklarımın altında sıcak ve ince bir deri duyuyordum. Sonra kollarını yakalayarak yüzünü, çenesini ve dudaklarını öpmek istedim. O, dudaklarını içeriye doğru sıkmıştı; çırpınıyor, tokatlıyor, kapalı ağzından kesik iniltiler çıkarıyordu: Ateş gibi yanan yanaklarına ağzımı götürdüğüm zaman ılık bir yaşlık hissettim, gözlerimi açtım ve onun ağladığını gördüm. Şaşkın, kararsız, doğrulmuştum. Anlamayarak bakıyordum. O da doğrulmuş, kanapenin köşesine büzülmüş, yüzü, ellerinin, titrediği uzaktan bile fark edilen küçük ellerinin içinde, omuzları şiddetle sarsılarak ağlıyordu. Bir müddet öyle durdum. İhtimal birkaç dakika geçti, birdenbire büyük bir hiddetin kafama doğru çıktığını fark ettim. Orta yerdeki masanın üstüne sıçrayarak oturdum. Ellerimle iki yanımı yakaladım. Biraz da böyle bekledikten sonra bağırmaya başladım:
-Bu da ne? Yeni moda mı bunlar? Bana bak! Sahiden anlamıyorum ne demek istiyorsun?.. Sen buraya neden geldin kızım? Başka şey mi bekliyordun? Yoksa böyle birdenbire başlayışım namusuna mı dokundu? Yanına oturmalı, evvela elini yakalamalı, bakışıp gülüşmeli, yarım saat cilveleşmeliydi, değil mi? Yook yavrum, ben iş güç sahibi adamım, şu kitapları görüyor musun, okuyacak adam bekliyorlar. Ben her zaman en kısa yoldan giderim… İşte bu kadar…-
Biraz durdum, aklıma bir şey gelmişti. Parmağımı şaklattım ve devam ettim:
-Yoksa bunlar hep komedi mi?.. Öyle ya, hep komedi… Söyle, ne yapmak istiyorsun bir komediyle? Ahha, şimdi anlıyorum. Bari bu usulü çok tatbik ettin mi? Sen karın yolunu tutmuşsun be kızım!.. Bu dünyada merhamet ehli çoktur, seni herhalde istediğinden ziyade, memnun ederler. Fakat bu iyi usul… Sizin gibi kadınların namuslu rolüne çıkması, bu gayet iyi usul… Sukut etmiş (düşmüş) masume… Allah Allah… Altı yüz sahifelik roman… Beybaban miralaydı… Komşunun oğlu… Söylesene?.. Yoksa başka türlü mü? Baba şehit, anne aç… Kardeşler var… Hem de mektebe gidiyorlar. Derhal kendini feda ediyorsun, değil mi? Ne müthiş şey be! Söylesene, senin hikayen hangisi? Belki de sen adamına göre başka şeyler anlatıyorsun. Bu da senin zekanı gösterir. O kadar güç bir şey de olmasa gerek, sen kitap okur musun? Ha? Öyleyse hiç korkma… Bir kişiye üç dört hikayeyi birleştirip anlatsan sermayen gene tükenmez… Bizim memleketin büyük muharrirleri her gün yenisini yazıyorlar. Fakat ne yaman usul be… Bunu hepiniz yapıyor musunuz şimdi? Vay haline cümlemizin… Biraz gözyaşı, biraz çarpıntı, dinleyeni de söyleyen gibi ağlatan feci bir hikaye: Ah, hayat, hayat, lanet sana!.. Sonra da burun kanamadan, üç dört kişiden alamayacağın bir para… İhtimal daha fazla verenler de vardır. Artık o sizin ustalığınıza, adamın hassaslığına bağlı. Ve sonra kalpsiz herifin biri çıkıp da muhakkak ısrar ederse kaybedilen bir şey yok ya… Biz alışkınız değil mi?-
Masadan indim. Karşısına geçip ellerim pantolonun cebinde biraz durdum. İnsafsız ve hain, devam ettim:
-Fakat iki gözümün bebeği, bu sefer yanlış kapı çaldın. Sen bu usulü daha ziyade kırkını geçmiş memurlarla, lise talebesine tatbik edecektin. Onların yürekleri daha yufkadır. Bana vız gelir… Şu kitapları görüyor musun? Yarısından çoğu hep seninkine benzeyen masallarla dolu. Ve senden yüz kat akıllı ve usta adamlar anlattıkları halde, gene beni kandıramıyorlar. Görüyorsun ya, söktüremedin. A canım, ben de vakit bıraktım mı ya? Kapıdan girer girmez… Hah hah hah…-
Gülüyordum. Ellerini yüzünden çekti. Yaşlar gözlerinin kenarındaki siyahlığı, hatta bütün yüzünü yıkamışlardı. Dudaklarının kenarında o, sokakta iken gördüğüm; pişkin çizgiler yoktu. Bu, on beş yaşında, hatta daha küçük bir kız çehresiydi. Şikayet dolu bir sesle, dudakları titreyerek sordu:
-Niçin bana böyle şeyler söylüyorsunuz?.. Niçin siz…-
Bu çocuk sesi, bu kalınlaşmamış, bu yalvaran çocuk sesi…
Yanına yaklaştım. Yüzüne dikkatle baktım:
-Yoksa… yoksa sen sahiden mi ağladın?-
Odanın bir başından bir başına iki üç kere gidip geldim.
Pencerenin yanında durdum. Karanlık caddeye uzun uzun baktım. Kafamın içi bomboştu. Topuğumun üzerinde hızla geriye döndüm. O, tekrar ellerini yüzüne kapamış, ağlıyordu. Birkaç kere daha gidip geldim. Ara sıra durup ellerimle havada işaretler yapıyor ve onun sarsılan başına bakıyordum. (Siyah tül düşmüştü, biraz uzunca olan sarı saçları omuzlarına dökülüyordu.) Ya… hımm… ya… diye karmakarışık ve manasız heceler mırıldanıyor, meseleyi kavramaya çalışıyordum. Fakat galiba bundan biraz korkuyordum da… İçimde utanmaya benzer ağır bir şey vardı ve bu sonra nedamete benzer bir şey oldu. Bu çocuğu fena yaralamıştım. Gözlerime bir yaşın çıkmak istediğini hissettim ve alt dudağımı ısırarak bunları geri gönderdim. -Peki ama, a çocuğum- dedim, -niçin hemen söylemedin? Niçin sahiden ağladığını hemen söylemedin? Vakit bıraktım mı desene.. . Dinleyecek halde miydim? Ahhh…-
Yanına gittim, bir elimle çenesini tutarak başını yukarıya kaldırdım. Hiç mukavemet etmeden gözlerimin içine baktı.
-Ne kadar çok ağlamışsın sen- dedim, -ne kadar çok.- Yanına oturdum. Elimi omuzuna koydum. Her şeyi tamir etmek istiyor, fakat rabıtasız birçok laflar söylemekten başka bir şey yapamıyordum.
-Artık sus ama… Susacaksın değil mi? Vah yavrum, vah benim çocuğum… Seni ne kadar korkuttum kim bilir? Sen envai türlü adamların keyiflerine uymuş, türlü sarhoşların türlü kepazeliklerini görmüşsündür. Bu hayatta hepsi olur; buna rağmen, bu hiç beklenilmedik vaziyet senin hala çocuk olan kalbini kim bilir nasıl ürküttü? Her şeyi unutarak minimini bir kızcağız gibi ağlamaya başladın. Vah sana… Ben ne hayvandım yarabbi… Ama artık sus… Hala kızıyor musun? Benden çok nefret ediyorsun, değil mi? Belki de hiç kızmadın da yalnız şaşırdın… Baksana bana… Aman yarabbi, ne güzel gözlerin var senin… Mavi değil mi onlar? Fakat bebekleri odanın alacakaranlığında o kadar büyüyorlar ki, uzaktan siyah gibi görünüyorlar. Ben hiç böyle göz görmemiştim: Gündüzün açık mavi, geceleri siyah… Hala omuzların titriyor, korkuyorsun! Sen bir yabani ördek kadar ürkeksin… Ve o kadar da güzel… Nasıl oldu da sen bu yollara düştün be kızım?-
Parmaklarımı saçlarında gezdiriyordum, sonra minimini ellerini avucuma aldım:
-Bak şu ellere… Küçük bir sultanın elleri gibi… Bunlar hiç de kahır çekmişe benzemiyor. Sen daha pek yeni yuvarlandın galiba kızım?.. O sokaktaki halin de ufak bir sarsıntıyla hemen kayboluverdi… Sen kendine dönmek için bir işarete bakıyormuşsun. Daha bu kadar acemisisin bu işlerin. Başını omuzuma dayıyorsun… Artık barıştık değil mi? Benden artık nefret etmiyorsun, korkmuyorsun… Zaten sen kimseye kızamazsın ki… Daha o kadar çocuksun. Fakat söylesene kızım, nasıl oldu bu? Nasıl oluyor da sen… Bu kadar ince, bu kadar temiz… Anlatsana bana hepsini!.. Koy başını göğsüme, böylece, ellerin avuçlarımın içinde bana anlat. İstersen ağlaya ağlaya anlat… Yahut dur, niçin anlatacaksın? Sen söylemeden de ben bilmiyor muyum sanki? Ben seni böyle de anlamıyor muyum? Hem belki daha iyi anlıyorum. Hiçbir şey söyleme, söyleyeceklerini baştan aşağı biliyorum. Seninki de bütün diğerleri gibi değil mi? Bütün diğer hikayeler gibi… Hiç farkı yok… Ve işte bunun için güzel, bunun için büyük… Kendisine benzeyen binlerce hikayeden hiç farkı olmadığı için büyük… Zaten bu hikayeler, bu birbirine çok benzeyen hikayeler en asil olanlarıdır.-
Başını göğsüme yatırmıştı. İki eli minimini bir yumak gibi avucumun içinde duruyordu. Ve ben, öne doğru eğilmiş, yüzüm onun sarı saçlarına karışmış, kulağına yavaş sesle birçok şeyler söylüyordum: Başı ve sonu olmayan ve neye dair olduğunu kendimin de bilmediğim karmakarışık sözler. O, ara sıra başını büsbütün göğsüme bastırıyor, bana doğru sokuluyordu. Ben de avucumun içindeki yumruklarını sıkıyor, elimi saçlarında usulca gezdiriyordum. Ve ikimiz de esrarlı bir musikiye uyuyormuşuz gibi ağır ağır sallanıyorduk…
-Bu oda karanlık- diyordum, -bu oda yalnız bugün değil, her zaman böyle karanlık… Burada kitaplarımla ben yaşarız ve bize aydınlık getirecek kimsemiz yok… Ben burada yalnızlığı bardak bardak içiyorum. Ve ihtiyar kanepelerle konuşmak istediğim zaman, onlar artık bana anlatacak yeni bir şey bulamıyorlar… Sen bu odaya hiç görülmemiş bir şey gibi geldin… Bu sarı duvarlar, bu yıllanmış eşya seni bir daha unutamazlar. Bana her gün senden bahsedeceklerdir. Onlar da benimle beraber seni arayacaklar, buraya her girişimde sorucu gözlerle bakarak: ‘Nerede o?..’ diyeceklerdir. Tahmin etmiyorum ki senin bulunduğun yerler buradan daha aydınlık olsun. Buraya gelmek, tekrar başını göğsüme koymak, ellerini böyle yumruk yaparak avucuma vermek istediğin anlar olacaktır. O zaman hiç düşünmeden gel; beni kitaplarımın temiz arkadaşlığından ayıracağından korkma… Ve bu eve girerken içinden hiçbir tereddüt geçmesin: bu odanın eşiğine bilmem şimdiye kadar senden daha temiz biri ayak bastı mı?- Sonra elimi yanağında gezdirerek sordum: -Geleceksin, değil mi?-
-Ya… Geleceğim!- dedi. Başını bana doğru çevirdi. Ağlamaktan kızaran gözleri gülümsüyordu. Onu tekrar göğsüme bastım.
-Ben artık gideyim!- dedi. Doğruldu. Yanıma oturdu; üstünü başını düzeltmeye başladı, ara sıra yüzüme bakıp tekrar gülümsüyordu.
Hazırlanıp ayağa kalktı, sordum:
-Niçin bu kadar erken?-
Çok hafif bir sesle cevap verdi:
-Caddeler büsbütün tenhalaşmadan…-
Sustum. Gözleri mahzunlaşmış, dudaklarındaki gülümseme silinivermişti. Kadife yakalı siyah mantosunu giydirdim. Başını hafifçe sağa bükerek:
-Allahaısmarladık…- dedi ve ellerini uzattı. Onları alarak dudaklarıma götürdüm. İçimde müthiş bir ağlamak ihtiyacı vardı, kendimi tuttum.
Ellerini çekti ve ayaklarını sürüyerek ağır ağır kapıya kadar gitti. Orada bir an durdu. Arkasına dönerek yüzüme baktı. Ve birdenbire bana doğru koştu. Kollarını boynuma attı; yüzümü tekrar tekrar ve kısa aralıklarla delice öpmeye başladı. Dudakları ateş gibiydi ve vücudu titriyordu. Kendimi toplayıp onu tutmaya vakit kalmadan sıyrıldı, gözyaşlarını silmeye çalışarak kapıya koştu. Bir saniye sonra merdivenlerde kayboldu.
Bulunduğum yerden kımıldayamıyordum. Tahta merdivenleri koşarak inen ayak sesleri çabucak uzaklaştılar, işitilmez oldular. Ben daha uzun müddet, belki yarım saat, belki daha fazla, aynı vaziyette kaldım ve dinledim. Kanepeye gidip oturarak masanın üstünden bir kitap aldım.
(Sabahattin Ali, 1930)