Sabahattin Ali – İki Kadın
Kerim Ağa iki günden beri yataktan çıkamıyordu. Zaten on beş günden beri ayakta duracak hali yoktu ama, tez canlı olduğu için evde oturamıyor, ya kahveye kadar gidip peykenin üstünde bağdaş kurarak sallanıp inliyor, yahut da eşeğe binip bağa kadar uzanıyor, henüz koruk halinde bulunan salkımların arasından çürük taneleri, vişne ağaçlarından sararmış yapraklarla kurumuş dalları ayıklıyor, akşamüzeri de, daha yorulmuş, hastalığı daha artmış olarak geriye dönüyordu. Yolda ateş bastığı için gözleri kararıyor, eşeğin üstünde dalıp yuvarlanır gibi oluyor ve hayvanın boynuna sarılıp zor tutunuyordu. Bu sefer bu ishal yakasını bir türlü bırakmamıştı. İlk günler sürgünü keser diye hemen koruk ezip içmiş, faydası olmayınca, bu pahalı zamanda yarım fincan kuru kahveyi koruk suyuyla kararak yemiş, yine bu netameli dertten kurtulamamıştı. Senelerden beri tesirini tecrübe ettiği ilaçların hiçbiri kar etmiyordu. Buruktur, bağırsakları sıkar diye avuç avuç vişne, beş altı tane ham ekşi elma yedi, ama her tedbir hastalığını daha çok artırdı. Nihayet iki gün evvel: -Karnımın suyunu alır!- diye istemeye istemeye midesine indirdiği leblebilerden sonra aşağısı büsbütün tutmaz oldu. Kahvede altına kaçırıp eve gelince karıları kendisini zorla yatırdılar.
Pencerelerinin tahta kanatları sımsıkı kapalı olduğu için, yalnız kapıdan ışık alan odanın ortasında, incecik bir döşekte arka üstü uzanmış, gözlerini tavandaki direklerle bunların arasından görünen hasıra dikmiş, kah dalıp kah kendine gelerek bekliyordu. Pek zayıfladığı için, yufka yatakta kemikleri ağrımaya başlamıştı. Odanın bir köşesinde yığılı duran yün şiltelere hasretle bakıyor, bunlarda ne kadar rahat yatılacağını düşünüyordu. Karılarının bütün ısrarına rağmen, kirletirim diye onları serdirmemişti. Şimdi kendisini böyle zar gibi yatakta hapseden pis hastalığa sövüp sayıyordu. Kırk beş seneden beri beraber yaşadığı ilk karısı Hacer:
-İki döşek serelim, Kerim Ağa… İhtiyar halinde rahat et… Yün döşekleri kabire beraber mi götüreceksin?- dediği zaman neden razı olmadığına kızar gibi oldu. Fakat bu zamanda böyle bir yatağın otuz kırk liradan aşağı olmadığını düşününce yine kendine hak verdi.
Hacer kadın bugün yaprak yolmaya bağa gitmiş, genç karısı Esma da, üç yaşındaki çocuğunu alıp yunağa çamaşır götürmüştü. Kerim Ağa evde yapayalnızdı. Fakat çocuk değildi ya, Esma’nın sözüne uyup komşu dul Makbule’yi başında bekletmeye razı olsa gönlü hiç rahat etmeyecekti. Ara sıra içi geçiverince karı evi dolaşıp bir şey aşırır, kimsenin haberi olmazdı, bunu yapmasa bile, beklemek için istediği haftada yarım şinik ekin verilir şey değildi.
Kerim Ağa, bir aralık: -Acaba vadem geldi mi ki?- diye düşündü. İnsan bunu bilse işini ona göre yoluna kor, tedarikini görür, parasının yerini haber verir, gönül rahatıyla ölürdü.
Birdenbire karnına bir sancı girdi. Dışarı çıkmak için kalkmak istedi, fakat hiç dermanı kalmamıştı, kemikli elleriyle iki yanına tutunarak, ancak oturacak kadar doğrulabildi, yüzü acıdan gerildi, acele acele soluyarak tekrar arka üstü yıkıldı ve daldı.
Sokak kapısına hızlı hızlı vurulduğu sırada, tekrar uyandı. Aşağıdan sesler geliyordu.
-Kim var orada?- diye homurdandı.
Sesi pek hafif çıktığı halde, karısı Esma cevap verdi:
-Kahveci Rıza Çavuş’un kızı gelmiş, bir sepet vişne istiyor!-
Kerim Ağa yerinde doğrulmaya çalışarak, kısık sesiyle:
-Yirmi kuruştan ver!- dedi.
Aşağıda tekrar konuşmalar oldu, Esma bağırdı:
-On beş kuruş getirmiş!-
-Olmaz, yirmi kuruş!-
Sonra hızlı hızlı soluyarak:
-Sepeti getir bakayım!- dedi.
Esma, Rıza Çavuş’un kızının getirdiği sepeti alarak yukarı çıktı. Kerim Ağa sepetin ağzından biraz aşağıdaki bir yeri gösterdi:
-Buraya kadar doldur da ver- dedi.
Kapı kapanıp kız gittikten sonra Esma’nın getirdiği on beş kuruşu yastığın altındaki keseye koydu.
Hacer kadın da gelmiş, aşağıya eşeği bağlıyordu.
Kapalı kanatlı pencerelerin arkasındaki sokaktan ineklerin geçtiği ve çocukların bağrıştığı duyuluyordu.
Hacer kadın bağdan getirdiği yaprakları yukarı çıkardı, kocasına gösterdi. Kerim Ağa, gözleriyle bir tarttıktan sonra:
-Yarın kasabaya pazara götür. İki bangonottan aşağıya, verme!- dedi.
Sonra. Esma’ya döndü:
-Aman, pek yandım… Bana ekşi pekmezden bir şerbet yap da gel.-
Esma aşağıya indi; biraz sonra tekrar yukarı çıkarak:
-Testide ekşi pekmez kalmamış, anahtarı ver de dolaptan alayım!- dedi.
-Ne de çabuk bitirdiniz? Su yerine mi içersiniz ne? Tatlı pekmezden yap!-
-Tatlı pekmez de kalmamış. Anahtarı versene!-
-Eliniz kurusun, istemem!-
Kadınlar, Kerim Ağa’nın altını temizledikten sonra aşağı indiler. Karanlıkta oturup birer parça bazlama ile üç gün evvelden kalmış birazcık yoğurdu yediler. Esma’nın oğlu küçük Necati doymadım deyince, yukardakinden habersiz, çocuğun önüne bir avuç vişne koydular.
Kerim Ağa’nın yanına çıktıkları zaman, ihtiyarın tekrar kendini kaybettiğini, yatakta sıçrayıp inlediğini gördüler. Esma korktu. Hacer:
-Ne korkuyorsun?- dedi. -Altı senedir koynuna girersin! Tut da altını temizleyelim!-
Hastayı bir sağına, bir soluna devirip temizlediler. Her tarafı ateş gibi yanıyordu. Kalça kemikleri sipsivri dışarı fırlamıştı.
Esma:
-Ölür mü ki?- dedi.
Hacer kuru elleriyle hastanın yorganını örterek cevap verdi:
-Helbet ölecek… Kaç yaşında ki!-
-Yetmiş var mı?-
-Var olmalı… Beni almadan ölen karısı iki oğul bırakmıştı, biri seferberlikte kaldı, birisi hapiste… Benim ilkim sağ olsaydı, şimdi kırkında olacaktı.-
Esma bu hesaptan pek bir şey anlamadı, sustu.
Necati minderin üstünde uyumuştu. Oda adamakıllı karardığı için Esma, ocağın üstündeki gaz lambasını yaktı. Hiç ses çıkarmadan bir müddet oturup bekleştiler, sonra lambayı söndürüp birer köşeye kıvrıldılar.
Gece yarısına doğru odanın ortasındaki yatakta bir hırıltı başladı. Evvela Hacer uyandı, sürüne sürüne gidip Esma’yı bularak:
-Kalk kız, kalk… Can teslim ediyor!- dedi.
Fakat Esma, yirmi dört yaşın derin uykusundan kolay kolay uyanamıyordu. Hacer sesini yükselterek:
-Kalksana kız!.. Kalk da çırayı yak… Kerim Ağa kötüledi olmalı!- diye bağırdı.
Esma’dan evvel küçük Necati uyanarak ağlamaya başladı. Hastanın hırıltısı devam ediyordu.
Genç kadın:
-Ne var ki?.. Çocuğa bir şey mi oldu?- diye doğruldu.
-Çocuğa değil kız… Koca adama bir şeyler oluyor!-
Esma gerine gerine kalktı; lambayı almak için ocağa doğru yürüdü; ayağı hastanın yatağına takılarak sendeledi ve korku ile bağırdı.
Kibriti bulmak için eliyle aranırken odanın sessizliğinden ürktü: Necati tekrar uyumuş, hastanın da hırıltısı kesilmişti.
-Öldü mü ki ne, Hacer kadın?-
-Ne bileyim kız? Sen ışığı yak!-
Esma elleri titreye titreye kibriti buldu; lambanın soluk kırmızı ışığı aşağıdan doğru vurarak genç kadının çenesini, uyku sersemi gözlerini aydınlattı; başının gölgesini, pek fazla büyüterek, tavandaki direklere ve hasırlara dağıttı; odadaki her şeyi, bu arada yatağında oturup gözlerini ovuşturan Hacer kadının bir tutamlık dağınık, ak saçlarını turuncuya boyadı. Necati çamurlu ayaklarını gerip uzatmış, yarı açık ağzıyla nefes alarak uyuyordu.
Ortadaki yatakta Kerim Ağa hiç kımıldamadan yatıyordu. Yüzü o kadar beyazdı ki, gaz lambasının ışığı bile bu beyazlığı örtemiyordu. Hele aralık duran gözlerinin akı, loş odada, birer sedef düğme gibi donuk donuk parlıyordu. Seyrek sakallı çenesi biraz sola ve göğsüne doğru düşmüş, deliklerinden ağarmış kıllar fırlayan burnunun ucu sivrilivermişti.
Esma korkudan bir feryat kopardı; oda kapısına doğru koştu. Fakat Hacer kadın hemen yerinden fırlayıp onu eteğinden tuttu:
-Sus kız! Ne bağırıyon? Ölmüş işte! Gel çenesini bağlayalım.-
-Bilmem ki Hacer ablacığım!..-
-Hadi, sağ iken üstüme kuma gelip koynuna girmesini bildin de şimdi ölüsüne dokunmaktan mı korkuyon!-
Genç kadın sebebini anlayamadığı büyük bir korkuya düşerek ortağına yalvardı:
-Ben isteye isteye sana kuma gelmedim ki Hacer ablacığım, babam zorla verdi…-
Biraz durup cevap bekledi. İhtiyar kadının hiç aldırış etmeden ölüyle uğraştığını görünce:
-Komşulara haber verelim!- dedi.
-Komşular ne yapacaklar!.. Gece vakti elalemi uyandırınca Kerim Ağa’nın canı geri gelecek değil a!-
Kocasının yanına çömelip çenesini bağladı; ölünün kıvrılıp karnına doğru çekilen zayıf bacakları bir türlü dümdüz uzanmıyordu; Hacer kadın iki eliyle diz kapaklarına basıyor, fakat ellerini çeker çekmez dizler tekrar yukarı fırlıyordu.
Esma, Hacer kadının karşısında yere çömelmiş, iri gözlerle bir ona, bir kocasına bakıyordu. Yirmi dört yaşında olduğu halde, bugüne kadar hiç böyle yakından ölü görmemişti.
Hacer kadın, Kerim Ağa’nın belini yokladı, bir şey aradı, bulamayınca ölüyü biraz yana devirerek altını karıştırdı:
-Burdaymış!- diye mırıldandı.
-Ne aradın?-
Cevap vermedi. Ölünün donunun uçkurunu elinde tutuyor, bunun ucundaki bir düğümü dişleriyle çözmeye uğraşıyordu. Biraz sonra uçkuru Esma’ya uzatarak:
-Sen sök, benim dişim kalmamış- dedi.
Esma düğümü çözünce, yatağın kenarına birbirine bağlı iki anahtar düştü. İhtiyar kadın bunları yerden alarak doğruldu, kapıya doğru yürüdü, sonra arkasına döndü:
-Hadi gel, kız!- dedi. -Sandığını açıp bakalım, nesi var? Yarın hapisteki oğlunun karısı gelirse bize bir şeycikler komaz.-
Esma birdenbire canlandı:
-Nasıl komazmış?- ve eliyle minderdeki Necati’yi gösterdi: -Bu çocuk onun değil mi?. Onun hakkını kimsecikler alamaz.-
Hacer kadın merhametle güldü:
-Senin de dünyadan haberin yok ya- dedi. -Sen benim üstüme kuma geldin… Hükümet nikahı olmadın… Necati’nin mirasını kimse tanımaz.-
Esma inanmadı:
-Çocuk kimin çocuğu? Dünya alem biliyor… Piç değil a!-
Fakat onun da içine bir şüphe girmişti. Hacer kadının arkasından yürüdü. Alt kattaki sandığı açtılar. İçinden birkaç gömlek, bir çuha yelek, birkaç yün çorap, bir gümüş tabaka, bir çakmaklı tabanca, bir bağ bıçağı çıktı. Eşyayı iki üç kere karıştırdıkları halde para bulamadılar.
Hacer kadın:
-Gömmüş olacak!- dedi.
-Ya!.. Gömmüş olacak!-
-Nereye gömdü ki?-
-Kim bilsin?-
-Kız sana bir şeyler dimedi mi?-
-Ne gezer? Hiçbir şeyler dimedi!-
-Yazık… Gençliğin de var… Ne diye bir gece gömünün yerini söyletemedin?-
Esma kızarıp önüne baktı: Hacer kadın:
-Yukarı gidip urubalarını arayalım!…- dedi.
Kerim Ağa’nın elbiselerinden iki mendil, bir gümüş köstekli bafun saat, on yedi lira kadar da para çıktı.
Hacer kadın, aradığını bulamadığına kızmışa benziyordu:
-Kırk sene kahrını çektim… Üstüme kuma getirdi, ağzımı açmadım da, giderken paralarının yerini diyivermeden gitti… Boyu devrilesi!..-
-Devrildi ya, Hacer abla!-
-Mezarında rahat yatamıyası… Gayrı ölesiye kadar gene böyle tarlada bağda çalışacağız ha!.. Gel kız şu parayı üleşelim!-
On yedi lirayı bir sana bir bana Esma ile paylaştı, fakat karşısındakine sekiz verip kendisi dokuz aldı. Ayrıca gümüş köstekli saati de çıkısına koydu.
Ondan sonra tekrar ortalığı araştırmaya başladılar. Minderlerin altına, tavandaki direklerin arasına baktılar, bir şey bulamadılar.
Esma ter ve toz içinde, aramaktan vazgeçerek:
-Hacer abla… Parası yok muydu ola?- dedi.
-Ölüsünü çakallar yiyesi, olmaz olur mu? Vardığımdan beri ırgat gibi çalıştım, kendi de çalıştı, altı yıldır sen de çalıştın, ortada ne var ki?.. Her yıl en aşağı yedi sekiz yüz bangonot ekin satıp alırdı; vişnesi, üzümü de başka.-
Fakat artık o da aramaktan yorulmuştu. Ölünün uçkurundan çıkan anahtarların büyüğünü eline aldı, biraz düşündü:
-Hadi, aşağı gidelim de kilitli odayı açalım, aş pişirelim, bazlama yapalım…- dedi. Sonra, daha çok kendi kendine söyler gibi devam etti:
-Rahat yatamıyası… Kırk yıl evinde oturdum, koca öküz gibi çalıştım, bir gün doyunca yemek yemedim… Gene de sesimi çıkarmadım… Nasıl olsa bir gün ölür de, her şeyler bana kalır dedim… Allahtan korkmadan paralarını yanına alıp gitti.-
Tekrar Esma’ya döndü:
-Ne yüzüme bakıyon kız? Gençliğin var diye mi güveniyon? Kucağında piçinle seni kim alır?.. İl orağına gidince aklını başına devşirirsin!.. Hadi, durma… Gidelim de ne varsa çıkaralım, doyasıya bir yemek yiyelim…-
Kiler işini gören odayı açtılar, un, yağ, tarhana, pekmez, daha ellerine ne geldiyse dışarı taşıdılar, ocağı yaktılar; çıtırdayarak yukarıya doğru uzanan alevlerin ışığında birbiri arkasına, hiç durmadan, hamur yoğurdular, yufka açtılar, çorba kaynattılar, pekmez şerbeti yaptılar, bazlamalarına bulama sürdüler; yemekten tıkanır gibi olunca bir müddet durup konuştular. Kerim Ağa’ya ilendiler, sonra tekrar bir şeyler pişirip, hazırlayıp yemeye başladılar.
Ortalık ağardığı zaman ikisi de yerlerinden kımıldayamayacak hale gelmişlerdi; fakat kapının önünden ilk geçen sığırların gürültüsü, daha fazla beklenemeyeceğini, felaketlerini köylüye haber vermenin tam zamanı olduğunu onlara hatırlattı.
Yukarı çıktılar, Hacer kadın başına bir çaput örttü, Esma horul horul uyuyan Necatisini kucakladı. Ortada yatan ölüye bir göz bile atmadan aşağıya inip kapının önüne fırladılar. Bütün yakın evleri, hatta sokakları kaplayan yanık bir sesle bağırıp ağlaşmaya başladılar. Hacer kadın:
-Amanın komşular!.. Gitti… Dünyasına doymadan gitti!..- diye ağlarken, Esma da, uykudan birdenbire uyandırıldığı ve ne olduğunu anlayamadığı için avaz avaz bağıran çocuğunu kucağında sallıyor:
-Vay benim üç yaşında yetim kalan Necatim!..- diye köyün havasını çınlatıyordu.
(Sabahattin Ali, 1942)