Sabahattin Ali – Köpek
Çok sıcak bir yaz günü idi. Vakit ikindiye yaklaştığı ve güneş biraz yana düştüğü halde, bozkırın sarı otlarında en ufak bir kıpırdanma bile yoktu: Her gün bu vakitlerde Koçhisar Gölü taraflarında esmeye başlayan ve göz alabildiğine uzayan ovayı yer yer toz bulutlarına gömen rüzgardan henüz bir eser görünmüyordu.
Kıvırcık tüylerini, diken midir, ot mudur pek fark edilmeyen bozkır nebatlarının üzerine sererek yan üstü uzanan tiftik keçileri uyku sersemi gözlerini yarı kapalı tutuyorlar ve çapar kirpiklerinin arasından, ufkun şark tarafında hareketsizce bekleyen, avuç içi büyüklüğündeki birkaç beyaz bulutu seyrediyorlardı.
Birbirinden iri ve alacalı iki çoban köpeği uzakça ve sürüye hakim birer tepede mevki alarak yatmışlardı. Uyur görünmelerine rağmen ara sıra bir elektrik cereyanı geçmiş gibi kulakları sarsılıp dikiliyor, küçük gözleri bütün sürüyü kısa bir an içinde tarayarak tekrar kapanıyor ve yorgun başları ileri doğru uzanan ayaklarının üzerine yavaşça düşüyordu.
Çoban daha yüksek bir sırtta oturmuş, değneğine dayanarak uyukluyor ve iki üç yüz adım kadar uzaktan geçen Ankara-Konya yolunun üzerinde yan yana uzanan yarımşar metre derinliğindeki tekerlek izlerini gözleriyle ufka kadar takip ediyordu.
Bu izler on çift kadar vardı ve çok derinleşerek ortadaki kısımları otomobillerin altına dokunmaya başlayınca terk ediliyorlar, vazifelerini yanı başlarında birdenbire peyda olan yeni arkadaşlarına bırakıyorlardı.
Genç çoban, yan yana ve kıvrıla kıvrıla uzanan bu olukların zamanla ne kadar çoğalabileceğini düşünüyor, içerisi un gibi bir toprakla dolu olan ve rüzgar esince bir anda yükselerek ufku tozdan bir bulut şeridi halinde birbirine bağlayan bu çukurların bir gün ovayı baştan başa kaplayıverdiğini görüyordu.
Kendi kendine:
-O zaman ağa keçileri satar herhalde!- dedi. Şimdi bile hayvanlar saatlerce dolaşıyorlar ve bulabildikleri birkaç cılız otu köye dönmeden eritiyorlardı. Baharda dört parmak kadar yükselen yeşil ve seyrek otlar hemen bitiyor ve keçilere şurada burada fırlayan ve sanki yeşermeden sararıp kuruyan birkaç çalıyı çıtır çıtır kemirmek kalıyordu. Ama onlar bundan şikayetçi görünmüyorlardı. Bu cılız otlara rağmen, tüyleri uzun ve ipek gibiydi. Gözlerinde geniş bir memnunluk ve gevşeklikten başka hiçbir ifade yoktu.
Çoban bütün ovanın tozlu otomobil yollarıyla kaplanarak keçilere ot kalmaması ihtimalini düşünürken aklına birçok şeyler daha geldi:
-Ağa koyunları satar, beni yolcu ederse, acaba yıllığımı tam verir mi?- dedi.
Senede on iki lira alacaktı, ekmek ile katık da ağadandı, fakat iki senedir on para aldığı yoktu. Ağası:
-Parayı nideceksin? Bende biriksin, toptan veririm!- diyor, üstü başı perişan ise, eski bir pantolonla mintan vererek savıyordu.
-İki seneliğimi birden alsam iyi olur emme!- diye şüpheli bir tavırla başını salladı.
Yaşı daha on sekiz ya var, ya yoktu. Buğday yüzlü, açık kumral saçlı ve kahverengi gözlü idi. Biraz ileri fırlak dişleri ve gözlerinin üzerine çökmüş kaşlarıyla kendisine pek güzel denilemezdi, fakat duruşunda insanın hoşuna giden bir ağırbaşlılık, bir ciddilik vardı.
-Bizim kocakarı olmasa, şehre gider, beş on kuruş yapardım- dedi. Fakat bu da ona pek tatlı bir ihtimal gibi görünmedi. Şehre gidip üç dört sene kaldıktan sonra daha perişan, daha bitkin ve ümitsiz köye dönen birkaç kişiyi hatırladı. Bunlar, orada hamallık, kara amelelikten başka bir iş bulamadıklarını, günde yirmi beş, otuz kuruş kazandıkları zaman kendilerini zengin saydıklarını ve kaldırımlarda gecelerken köyün sıcak samanlıklarını çok aradıklarını anlatıyorlardı.
-Neylemeli?- dedi.
Anası tarlada çalışamaz olduğundan beri, genç çobanın aklında hep böyle şeyler dolaşıyordu. Fakat kendinden evvel aynı şeyi düşünüp deneyenlerin halini gördükçe ümitsizliğe düşüyordu.
Mesela, akrabalarından biri, birkaç sene evvel İzmir’e gidip bir fabrikaya amele yazılmıştı. İlk günlerde vaziyeti kötü değilmiş diye haberler geliyordu, fakat günün birinde tek bacakla köye döndü. Ayağını makineye kaptırmış; eline kırk elli bangonot sıkıştırmışlar, kapı dışarı etmişler. Konya’ya dilenmeye gitti. Orada da belediye rahat vermiyormuş. Zavallının hali berbatmış.
Köyde kalıp bir baltaya sap olmak büsbütün imkansızdı. Az buçuk mahsul verir bir tarla almak için on sene, bir çift öküz sahibi olmak için ise on beş sene çalışması lazımdı ve ondan sonra da hayatın daha tatlı bir şekil alacağı şüpheli idi. Bir tarlası ve bir çift öküzü olanların hali kendininkinden pek farklı değildi. Bir sene kuraklık olunca onlar da bütün köylü gibi dağlara ot yemeye gidiyorlar, üstelik öküzlerinin açlıktan öldüğünü veya onda bir fiyatına satıldığını görüyorlardı. Kendisi onlara nazaran, hatta daha iyi vaziyette idi, çünkü ağa kıtlık senelerinde de onun ekmeğini ve katığını veriyordu. Belki bir gün parasını da verecekti? Kim bilir?
Gözlerini keçilerin üzerinde dolaştırdı. Sonra sağ tarafındaki sırtta yatan köpeğe doğru:
-Karabaş!- diye bağırdı.
Köpek hemen başını silkip doğrularak sesin geldiği tarafa baktı, yavaş yavaş bacaklarını gerdi, süratli adımlarla çobanın yanına geldi.
Diğer köpek de olduğu yerde doğrulmuş, başını çobana çevirmişti. Kendisi çağırılmadığı için acele etmiyor, tüylerine yapışan tozları ve otları itina ile silkiyordu.
Karabaş, çobanın bir adım kadar önünde durdu. Tüylü kuyruğunu havada ağır ağır sallamaya ve bekleyen gözlerle karşısındakine bakmaya başladı.
Çoban elini uzatarak hayvanı ön bacağından yakaladı, kendine doğru çekti. Üç ayağının üzerinde sekerek yaklaşan köpek, başını delikanlının kucağına koydu ve uzandı. İri vücudu keyfinden sarsılıyor, kuyruğu iki tarafa gidip gelirken yerin küçük çakıllarını yuvarlıyordu.
Çoban ve köpeği hiç ses çıkarmadan birbirlerinin gözüne bakıyorlardı. Ta içlerine; en derin yerlerine kadar anlaştıkları ve birbirlerine en iptidai, en köklü bir sevgi ile bağlı oldukları görülüyordu. Çobanın ileri fırlak beyaz dişlerinin arasından çıkan müsterih bir nefes, hayvanın yüzüne yayılıyor ve onun pembe dili bu nefesi emiyormuş gibi titriyordu.
Soldaki tepede ayakta duran ve sürüye nezaret işinin şu anda tek başına kendisinde olduğunu derhal hisseden diğer köpek, birdenbire olduğu yerden fırladı ve havlayarak aşağı atıldı. Çoban ve kucağında yatan Karabaş, kafalarını o tarafa çevirdiler.
Uzaktan, Ankara yolundan bir toz bulutu yuvarlanıp geliyordu. Yaklaşınca bunun bir otomobil olduğu fark edildi. Şimdi çobanın önünden fırlayan köpek de aşağı inmiş, yolun, daha doğrusu yolların kenarına varmıştı. İkisi de başlarını ileri uzatarak havlıyor ve müthiş bir süratle yaklaşan düşmanı bekliyorlardı. Aradaki mesafe azalınca ona doğru koştular. Bu esnada keçiler hayret verici bir lakaytlığı muhafaza ediyorlar, uzun ve çok boğumlu boynuzlarında, güneşin artık epeyce alçaktan gelen ışığını parlatıyorlardı.
Otomobil, daha köpekler yaklaşmadan durdu. Bu, bembeyaz tozların altında da açık mavi boyası belli olan büyük ve kapalı bir araba idi.
Köpekler havlamalarını azalttılar. Çoban, bulunduğu yerden onları çağırdı. İkisi de ağır ağır ve ara sıra arkalarına bakarak uzaklaştılar.
Otomobilin ön kapısı açıldı ve dışarı siyah saçlı, ince bıyıklı bir genç atladı, eliyle çobana gelmesini işaret etti.
Bu delikanlı, tahsilini kolejde ve sonra Amerika’da yapmış bir mühendis idi. Memlekete bir sene evvel dönmüştü. İyi mevkili akrabaların delaletiyle kısa zamanda bilmem hangi bankanın bilmem ne seksiyonu şefi ile alakası olmayan bu vazifeden şikayetçi değildi. Üzeri kristal masasının bir kenarında duran ve içini birtakım riyazi (matematikle ilgili) formüller, işaretler dolduran üç dört kitap; onun bir fen adamı olduğunu ispat eden ebedi şahitler gibi el sürmeden yerlerini muhafaza ediyorlardı ve o, ne olduğunu pek anlayamadığı halde hiç hatasız yaptığı birtakım kırtasiye işlerini birkaç saatte bitirince, zamanını, İngilizce birkaç magazini -belki üçüncü defa- gözden geçirmek suretiyle öldürüyordu.
Altı ay kadar evvel bankanın mühim erkanından birinin kızıyla nişanlandıktan sonra boş zamanlarını daha iyi şekilde geçirmenin de mümkün olabileceğini anladı.
O zaman satın aldığı ve nişanlısıyla günlük gezintilerini yaptığı otomobili Ankara’da bir tane idi. Bir sokak köşesinden sessizce belirip iri gövdesinde tatlı parıltılar yaparak bir köşede kayboluşuna veya düz bulvarda uçar gibi süzülüşüne, gelen geçen muhakkak bir kere durup bakıyorlardı.
Bugün de Konya’ya, kendisi gibi Amerika’da okumuş bir mühendis arkadaşını ziyarete gidiyordu.
Nişanlısı ve onu yalnızca göndermeyi pek münasip bulmayan kaynanası da beraberdi. Genç kadın bu değişiklikten memnun, mütemadiyen gülümsüyor, anası ise tozdan ve sarsıntıdan harap bir halde somurtuyordu.
Mühendis yere atlayıp çobanı çağırdıktan sonra ayaklarını sallayıp dolaşarak uyuşukluğunu gidermeye çalıştı.
Sırtına gri İskoç kumaşından bir spor elbise ve başına aynı renkte bir kasket giymişti. Golf pantolonunun altında, belki yirmi beş renkli, kareli çoraplar; yuvarlak burunlu ve derisi tüylü kalın iskarpinler vardı. Hususi otomobili olan ve işin lüksünü tam yapmak isteyen herkes gibi onun da iskarpinleri benzin ve makine yağıyla kirlenmiş ve sağ tekinin tabanı gaza basmaktan delinmişti.
İki tarafa gidip gelirken otomobilin yanında durdu ve kollarını yan kapının açık duran penceresine dayayarak, nişanlısına:
-Nereden aklına esti çobanla konuşmak!- dedi.
Genç kız, omuzlarını, kollarını, gözlerini oynatarak:
-Merak ediyorum ayol, ben hiç köylü görmedim ki!- dedi.
Yanında oturan annesi başını çevirmeden:
-Ne münasebet!- dedi. -Ankara’da pazarlarda, yollarda hiç görmedin mi?-
-Aa! Onlar köylü mü, amele… Hem ben böyle çobanları falan görmek isterim. Sonra yavru keçileri de okşayacağım.-
Mühendis:
-Burada yavru keçi yok ki, hepsi kocaman şeyler!- dedi.
Her söz söyleyişinde, her hareketinde, hatta her bakışında muhakkak vücudunun birçok kısımları oynamaya başlayan ve yarısı isteyerek yapılıyorsa, yarısı da sinir bozukluğundan gelen bu cilveli kıpırdayışlarla, gülünç bir oyuncağı andıran genç kız, infial ile silkindi ve incecik sesiyle:
-Aman, ne olmuş duralım dediysem? Canım öyle isteyiverdi işte! Keçilerin yatışı hoşuma gitti.-
Bu sırada çoban yaklaşmış ve köpekler yerlerine dönüp sürüyü gözlerinin himayesine almıştı.
Genç mühendis, biraz ileride durup bekleyen çobana:
-Yaklaşsana!- dedi. -Sen nerelisin?-
Çoban eliyle ovanın şimal tarafındaki bir köyü gösterdi:
-Buralıyım!-
-Bu keçiler senin mi?-
-Yok, ağanın!-
-Her gün buraya mı gelir otlatırsın?-
Çoban gözlerini bir an karşısındakinin üzerinde gezdirip bu sualin ne münasebetle sorulduğunu anlamak istedi ve omuzlarını silkerek:
-Neresi olursa olsun, gideriz; belli olmaz!- diye mırıldandı.
Mühendisin bu neviden daha birçok suallerine cevap vermek mecburiyetinde kalan ve:
-Ne üstüne vazife de soruyorsun? Hadi işine gitsene!- diyemediği için büsbütün canı sıkılan çoban, ikide birde başını çevirip sürüye bakıyor ve ara sıra da otomobilin içine göz kaydırıyordu.
Bu sırada içerdekiler kapıyı açtılar. Genç kız beyaz keten tayyörü ve alçak ökçeli iskarpinleriyle yere atladı. Annesi arkasından ağır ağır iki tarafa tutunarak indi. İhtiyar kadının yüzü büsbütün asıktı. -Ne diye burada vakit geçiriyoruz? Ne manasız çocuklar şunlar!- diye düşünüyordu.
Genç kız, nişanlısının yanına gelip iki elini birbirine kenetleyerek onun omuzuna asıldı, sonra dudaklarını öne doğru uzatarak:
-Baksana bana çoban- dedi. -Senin yavuklun var mı?-
Bu kelimeyi birkaç sene evvel okuduğu birkaç hikayede görmüş bellemişti. Çoban hayretle sordu:
-O da ne ki?-
Kız, mühendise baktı. O izah etti:
-Canım, yavuklun işte… Yani nişanlın. Şöyle bir al yanaklı dilber. Şöyle işte…-
Ve çenesini omuzuna dayamış bulunan nişanlısının yanağını sıktı.
Çoban, içi ekşimiş gibi yüzünü buruşturduktan sonra:
-Ne gezer, beyim- dedi. -Karnımızı zor doyuruyoruz.-
-Zengince bir kız bul… Bir ağa kızı falan.-
Çoban cevap vermedi. Gözlerini açmış, hayretle kayınvalide hanıma bakıyordu. Boyalı sarı saçlarının sahte kıvrıntıları altında salkım salkım küpeler sarkan, gözlerinin etrafı mora, yanakları vişneçürüğüne yakın boyalarla örtülen bu kat kat gerdanlı ve dallı emprime elbiseli kadın onu birdenbire fevkalade alakadar etmişti. Bakıyor, bakıyor ve gözlerini başka tarafa çeviremiyordu.
Suallerinin birçoğunun cevapsız kaldığını gören ve içini yavaş yavaş, -halkla, köylü ile temas- cazibesi saran, daha doğrusu, çobanın kendinden emin tavrından ve ağırlığından sinirlendiği için, onu sıkıştırmak isteyen mühendis, kendisine hakim olmaya çalışan bir eda ile, fakat asikar bir sitemle karşısındakine:
-Ne diye cevap vermiyorsun?- dedi. -Bak biz seninle nasıl alakadar oluyoruz. Sen bizim köylü kardeşimizsin. Biz de sizdeniz!-
Çoban alaka ile sordu:
-Kimlerdensiniz?-
Mühendis evvela anlayamadı, sonra:
-Yok canım, öyle değil- dedi. -Biz de sizin gibi köylüyüz, aslımız köylüdür. Hepimiz biriz demek istiyorum.-
Çoban gözlerini karşısındaki üç kişinin üzerinde bir müddet gezdirdikten sonra garip bir çekingenlikle:
-Bilemedim beyim!- dedi ve tekrar valide hanımı seyre başladı.
Mühendis artık açık bir iğbirar (gücenme) ile:
-Nereye bakıyorsun öyle?- dedi.
Hanımefendi arkadan cevap verdi:
-Nereye bakacak, gözlerini yiyecek gibi bana dikmiş duruyor. Vahşi midir, nedir?-
Çobanın gözleri büsbütün büyüdü.
İhtiyar kadının ağzı açılınca meydana bir sürü kauçuk, porselen, altın ve birkaç tane de sarı uzun diş çıkmıştı.
Mühendis, elinde olmadan güldü. Çoban başını çevirerek arkasına baktı. Artık bu konuşmadan sıkıldığı anlaşılıyordu. O zaman mühendis, halka hitap etmek ve ona doğru yolu göstermek gibi içtimai bir vazifesi olduğunu hatırlayarak söze başladı:
-Beni dinle, çoban kardeş- dedi. -Siz daha çok gerisiniz. Bak! Biz, yerimizden, yurdumuzdan kalkıp sizinle konuşmak, derdinizi dinlemek için buralara geliyoruz; siz gözünüzü, kulağınızı dört açıp istifade edeceğiniz yerde, etrafınıza bakınıyorsunuz. Senin ihtiyaçların nedir? Sıkıntıların nedir? Bunları öğrenmek istiyorum, bana bütün kalbini açmalısın. Ben senin kardeşinim. Ha, öyle değil mi?-
Çoban kıpkırmızı olmuştu. Bütün bu sözlerden bir şey anlamıyor, yalnız karşısındakini herhangi bir şekilde gücendirdiğini hissederek üzülüyordu.
Mühendis tekrar lafa başladı:
-Ben mühendisim, senin için çalışıyorum; sen köylüsün, benim için çalışıyorsun. Birbirimizle anlaşmazsak olur mu ya?..-
Daha bir şeyler söylemek, uzun uzun anlatmak istiyordu. Sahiden müteessir olmuştu. Bu anda karşısındakiyle anlaşmak ihtiyacını duyuyordu; fakat onun anlayacağı dili pek tayin edemeyişi, hatta alelumum (genel olarak) Türkçesinin biraz kıt oluşu, sözlerini yarıda bıraktırıyordu.
Çoban eliyle birkaç kere kısa ve ret manasına gelmek isteyen işaretler yaptı ve kekeledi:
-Ben bir şey demedim, bey… Kötü bir şey mi yaptım ki, bey?-
Mühendisin nişanlısı birdenbire değişen bu mükalemeden bir şey anlamamış ve sıkılmaya başlamıştı. Annesiyle bir göz işaretinden sonra genç erkeğin kolundan çekti ve:
-Hadi cicim, gidelim!..- dedi.
Mühendis birkaç şey daha söylemek için ağzını açtı. Kelime bulamadı. Arabasına atlayarak motörü işletti ve otomobil biraz kımıldadıktan sonra tozlar içinde hızla ileri atıldı.
Çoban bu kısa an içinde o zamana kadar duymadığı bir teessürle şaşkına dönmüştü. Karşısındakine belki bir haksızlık yaptığını, onu kızdırdığını müphem bir şekilde fark ediyor ve:
-Pek mi yabani durdum ki?- diye düşünüyordu.
Mühendis ise birdenbire müthiş bir hiddete kapılmıştı. Adi bir çobanın karşısında yalvarır gibi sözler söylemiş olmak, ona tahammül edilmez bir izzetinefis yarası gibi görünüyordu. Biraz evvelki sözlerinde ileri sürdüğü kardeşliğe rağmen, çobanla kendisi arasındaki büyük farkı vazıh (açık, belirgin) olarak görüyor, dişlerinin arasından:
-Adam olmaz bu sersemler!- diye mırıldanıyordu.
Nişanlısının bir çığlığı ile silkindi ve başını yana çevirince otomobilin iki tarafında havlayıp sıçrayan köpekleri fark etti. Eli hemen arka cebine gitti. Sonra durdu. Düşündü. Farkında olmadan yapmak istediği bu hareket, ona şimdi en lüzumlu bir şeymiş gibi görünüyordu. Diğer birtakım düşünceler olmasa, bu anda silahını ihtimal çobana karşı bile kullanacaktı. Küçük ve babasından kalma mavzer tabancasını pencerenin yana doğru açılan sürgülü camından dışarı uzatarak alacalı köpeğin açık ağzına doğru ateş etti; sonra gaza basarak arabasıyla beraber bir toz bulutunun içine gömüldü.
Karabaş uzun tüyleriyle yolun kenarına yuvarlanmış ve derhal hareketsiz kalmıştı. Diğer köpek, Karabaş’ın yanında; ayaklarını, daha ileri gitmesine mani olmak istiyormuş gibi, ileri uzatmış, bekliyordu. Çoban koşarak oraya geldi. Diz çökerek sevgili arkadaşının başını okşadı. Deminki teessürünün yerini daha hakiki, daha yerinde bır acı almıştı. Gidenlere hiçbir alakası, hiçbir yakınlığı olmadığını, bilakis onların kendisini en sevdiği bir şeyden ayırdıklarını apaçık görüyor ve yaşaran gözleriyle ölü köpeği okşuyordu.
Öteki köpek de eğilmiş, arkadaşının yüzünü kokluyordu. Şimdi hepsi yerlerinden kalkmış bulunan beyaz, uzun tüylü, masum gözlü tiftik keçileri, ufukta yuvarlanıp giden bir toz kümesine hayretle bakıyorlar ve sırtlarında güneşin kırmızı ışığını oynatarak, ağır ağır ölü köpeğin etrafına toplanıyorlardı.
(Sabahattin Ali, Yedigün, 23.06.1937)