Attila İlhan ve Toplumcu Gerçekçilik
Attila İlhan’ı yakın zamanda kaybettik. Bu yazı Attila İlhan’ın 50 yıldır savaşını verdiği ve kendisinin başlattığı edebiyatta Mavi akımının da temelini oluşturan toplumsal gerçekçiliğin nasıl bir zihin tarafından, hangi yollarla yaratıldığını göstermeye çalışacak. Ortaya çıkan insan karakteri, boyalı basın tarafından sunulan ‘aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ tanımının onu anlatmakta ne kadar yeterli olduğunu tekrar sorgulamamızı sağlayacaktır.
Şimdi Attila İlhan’ın kendisini nasıl bir şair olarak sınıflandırdığını, kendi sesinden dinleyelim:
‘Kendi kendime diyordum ki, ben solcu bir şairim, Marksist bir şairim. İyi de benim şiir anlayışımı ben nasıl ifade ediyorum? Bu şiir anlayışının ifade edilmesi lazım. ‘Şiir toplum için yazılır’ gibi düz bir lafla hiçbir şey anlatmış olmazsın. Ben bunu iki düzeyde ifade etmek zorundayım. Bunun birisi, ideolojik düzeyde evvela sentezi yapmam lazım. Sentezi yapabilmek için metodu öğrenmem lazım. Metod, diyalektik metod. ‘
İlhan ileride kendi sentezini oluşturmak için ihtiyaç duyacağı kuramsal bilgiyi, edebiyatta diyalektik metodu benimsemiş ve çok ilerlemiş olan Ruslarda aramayı uygun görür. Biz bu yazıda yalnız İlhan’ın ilk gençlik yıllarında oturttuğu kuramsal bilgi ve metoda değineceğiz, onu sonradan Attila İlhan yapan ‘sentezi’ belki başka yazılarımızın konusu olur.
Attila İlhan birçok söyleşisinde ve yazısında, kendi diyalektik metodunu geliştirirken sovyet eleştirmenlerinden Çernişevskİ, Plehanov’dan çok etkilendiğini, Jdanov’un sanat görüşünü ise benimsemediğini söyler. Onlar hakkında kuramsal bilgi sahibi olmadan İlhan’ın edebiyat anlayışının köklerini sezmeye imkan var mı?
Bu üç eleştirmen de farklı dönemlerde Rus topraklarında yaşamış; edebiyatın, daha genel anlamda sanatın ne olduğunu, insanla ilişkisini sorgulamış ve Rus edebiyatının şaheserlerinin üretilmesine katkıda bulunmuşlardır.
Biraz Çernişevski
Çernişevski; Tolstoy, Çehov, Gorki gibi dev yazarların yetiştiği 19.yüzyıl ortalarında, toplumla ilgilenen ve gerçekçi bir edebiyatı savunan görüşleriyle ortaya çıkmıştır. Çernişevski’ye göre sanat gerçekliğin yansıtılmasıdır, ama bu bir kopyacılık değildir, zira yazar görüneni yansıtmamalı, öze ait olanla olmayanı ayırt etmelidir. Sanat eserinde yansıtılan gerçeklik insanlar için önemli olandır ve gerçek hayattan alınmıştır. Bundan başka, yazar sosyal gerçekliği yansıtmakla kalmaz, aynı zamanda bunu açıklar ve yargılar da. Sanatta gerçeğin yansıtılması gerekliliği elbette yeni bir olgu değildi; ama Batı’da da etkin olan gerçekçilik, yani yazarın dünyayı bir ‘ayna’ dan görme fikri, Batı’dakinin aksine, Çernişevski’de o gerçeğin insanlar için önemli olanlarının yakalanması, dinamiklerinin aydınlatılması ve toplum üzerinde olumlu olumsuz etkilerinin gösterilmesi şeklindedir.Yazar burada topluma katkı sağlama, doğru yolu gösterme sorumluluğunu hisseder. Böylece Çernişevski, yazarın tarafsızlığı gibi önemli bir noktada Batı’daki gerçekçilerden ayrılmakta, Batı’daki tarafsız gerçekçilik yerine toplumun tarafını tutan bir gerçekçiliği benimsemektedir. Çernişevski’nin etkisini İlhan’ın düşün yazılarında kolayca görmek mümkün.
‘Edilgin kalarak, toplumsal çözümlemelere yanaşmayarak; aldığı toplumsal etkilerin bilinçsiz aynalığını yapan sanatçının yaptığı, toplumsal ve toplumcu bir sanat sayılamaz. Topluma karşı bir sanattır.’
Çernişevski Marksist değildi; ama Marksistlerin, görüşlerine saygı duyduğu bir kişilikti. Görüşleri Stalin döneminde tekrar ele alınacak, katı bir toplumcu gerçekçiliğin temelleri oluşturulacaktı. Attila İlhan kendisini Marksist bir şair olarak tanımlıyordu. Biraz da Marksizmin edebiyatına bakmaya ne dersiniz?
Birinci Dönem Marksist Edebiyat Anlayışı
Marksist estetiği, incelerken iki döneme ayırmak gerekiyor:1934’e kadar olan birinci dönem ve toplumcu gerçekçilik kuramının Sovyet resmi ideolojisi olarak kabul edildiği 1934’ten sonraki ikinci dönem.
Marks ve Engels dünyayı yerinden oynatan felsefelerini yaratırken sanat konusunda köklü bir kuram geliştiremediler. Marks’ın da Engels’in de sanat konusundaki görüşlerini bazı kitaplarındaki bölümlerden, mektup ve yazışmalarından biliyoruz.
Marksist sistemin genel düşünme tarzını eleştirmen Berna Moran’dan dinleyelim.
‘Marksizm ekonomik teori üzerine oturtulmuş bir tarih felsefesidir ve iddia eder ki tarihin gelişmesi birtakım kanunlara göre cereyan eder. Bu kanunların ne olduğunu bize tarihi maddecilik açıklar ve bu sayede toplumun eninde sonunda sosyalizme ardından da komünizme varacağını önceden görmek mümkündür.
Tarihi maddeciliğin, toplum tarihinde gördüğü başlıca aşamaları şunlardır: İlkel toplumlar, kölelik üzerine kurulmuş toplumlar, feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm. Tarihi maddeciliğe göre üretim güçleri ve üretimi yapan sosyal grupların birbiriyle ilişkisi o toplumun ekonomik yapısını meydana getirir ve altyapı denilen bu ekonomik yapı o toplumun üstyapısı denilen ahlaki, hukuki, dini görüşlerini ve sanat anlayışını belirler. Bundan ötürü bir toplumun üstyapısını ve burada meydana gelen gelişmeleri anlamak için altyapıyı bilmek gerekir.
Felsefe sistemlerinin doğuşu, dinsel inançlardaki değişimler, yeni sanat ürünlerinin ortaya çıkması, temelde, yani ekonomik yapıda meydana gelen değişikliklerin sonuçlarındadır ve sınıflara ayrılmış bir toplumda, üstyapı, ekonomik bakımdan egemen durumda olan sınıfın görüşlerini, isteklerini yansıtır. Başka bir deyişle, bir toplumun ideolojisi o toplumdaki egemen sınıfın çıkarlarını korumaya, onları meşrulaştırmaya yöneliktir.
Sanat da üstyapının bir parçası olduğuna göre, o da döneminin ideolojisini yansıtacak, bilinçli ya da bilinçsiz olarak egemen sınıfın çıkarlarına hizmet edecektir. O halde toplumun altyapısı üstyapısını ve dolayısı ile ideolojisini belirleyecek ve sanat eseri de bu ideolojiyi yansıtan bir yapıt olacaktır. Bu anlamda, edebiyat eserleri sınıf çıkarlarını dile getiren bir ideolojidir.’
Marks ve Engels bu genel düşünüş tarzının sanata bu kadar katı uygulanamayacağını belirtmişlerdir; ama genel hatlarıyla bu düşünceyi anlatmadan Marksist estetik kuramlarının anlaşılamayacağını düşündüğümüz için Berna Moran’ı üstteki satırlara konuk ettik. Şimdi Attila İlhan’in etkilendiğini söylediği ikinci Rus eleştirmenine geçelim.
Plehanov
Marksist öğretiyi sistemli bir biçimde ilk defa bir estetik kuramına uygulamaya çalışan Plehanov; sanatın doğuşu, toplumsal sınıflar-sanat eserleri arasındaki ilişki, estetik zevk ve fayda gibi konularla ilgilenmiş, Marksizmin temel metodu olan üretim ilişkilerinin toplumlara etkisini bu alanlara uygulamaya çalışarak sorunlara çözüm aramıştır. Plehanov ‘Sanat ve Sosyal Hayat’ adlı eserinde de sanatçı ile egemen sınıf arasındaki ilişkinin sanatçıyı ve eserlerini nasıl etkilediğini açıklar. Plehanov’a göre belli bir sınıfın sanatı, o sınıf ilerici bir güç olmaktan çıkınca yozlaşır. Burjuvazi eski düzenin karşısına çıktığı zaman, toplumun bütün insanlarının katılacağı(eski düzenin sömürücü soyluları ve kilise hariç) bir ideolojiyi temsil ediyordu. Burjuvanın çıkarlarıyla, çalışan bütün kütlenin çıkarları birdi. Bu dönemde burjuvanın görüşünü paylaşan sanatçılar ilericiydiler, çünkü fikirleri toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren, birbirine yaklaştırıcı nitelikteydi. ‘Fakat burjuvazinin menfaatleri çalışan yığınların menfaatleriyle çatışmaya başlayınca sanatın yaklaştırıcı nitelikte olması imkanları son derece daralmış oldu’
Plehanov’a göre böyle bir durumda sonuç sanatın yozlaşmasıdır. Sanatçı artık gerçeklikle ilgilenmez, ondan kaçar ve sanatın biçim yönüyle uğraşır, ‘sanat için sanat’ öğretisine kapılır veya mistisizme kayar.
Attila İlhan’ın ‘imge’ üzerine yaptığı vurguları, sanatçının sanatını gerçekleştirirken nelere dikkat etmesi gerektiğini, onun deyimiyle ‘meraklısı’ hemen hatırlayacaktır. Bu alanda da Plehanov’un etkisini görmek mümkün. Plehanov’a göre sanat eserini bilimsel eserlerden ayıran özellik hakikati izahlarla değil, imgeler vasıtasıyla dile getirmesidir. Sanat eserinde açık ve doğrudan propagandaya yer yoktur. Estetik yaşantı yerine, beğendiğimiz fikirleri dile getirerek okurda hoşlanma uyandıran yazar da gerçek bir sanatçı olamaz. Bir edip imgeler yerine mantıklı deliller kullanırsa veya yarattığı imgeler onun şu veya bu konuyu ispatlamasına yararsa, o artık sanatçı olmaktan çıkıp bir makale yazarı olur. Böylece Plehanov bir yandan sosyal koşulların güzellik zevkini ve sanat eserlerini belirlediğini göstermeye çalışırken, bir yandan da sanatın kendine has karakterini korumaya çabalar. Attila İlhan, Plehanov’un bu düşüncelerini sahiplenir:
‘Sanatı toplumsal iş görmek amacına bağlı bir propaganda aracı saymak isteyenler, estetik planda almadıkları disiplinli bir sanat çıkmazına düşmekle, sanatı hiç anlamadıklarını göstermiş olurlar. Sanatın toplumsal bir görevi, bir sorumluluğu vardır der demez; sanat bu sorumluluğu, bu görevi, SANAT KALARAK yerine getirmekle görevlidir demeliyiz. Bu sanatın toplumsal,yaratıcı ve estetik üç yönlü bir çaba olmasını deyimler.Toplumsal gerçekçi görüşün ana çizgisidir.’
Şimdi İlhan’ın benimsemediği ve keskin eleştirilerini esirgemediği Türkiye’de dönemin solcularının moda sanatı olan ‘Toplumcu Gerçekçilik’ e bakalım.
Toplumcu Gerçekçilik
Devrimden sonra Sovyetlerde Komünist partisi, bir süre, sanat alanında tek bir görüşün kabul edilmesini şart koşmamış ve biçimcilik gibi, fütürizm gibi akımları hoşgörü ile karşılamıştı. Ne var ki zamanla bu durum değişmiş ve Stalin döneminde, Parti sanat anlayışını kendi denetimine almak gereğini duymuştu. Stalin’in adamı Jdanov’un başı çektiği bu girişimin sonucunda toplumcu gerçekçilik diye adlandırılan bir sanat anlayışı saptanmış oldu.
Toplumcu gerçekçilik, sanatın ne olduğu sorusundan çok ne olması gerektiği sorusuna cevap verir. Toplumcu gerçekçiliğe göre sanatın yansıttığı gerçeklik toplumsal gerçekliktir; ama bu gerçeklik devrimci gelişme içinde görülür ve işçi sınıfının eğitimi gözetilerek yazılmalıdır.
Jdanov’un Olumlu Kahramanlar Öğretisi
Jdanov Sovyet edebiyatının olumlu kahramanlarla beslenmesini isterken bunun ütopik sanılmamasını, çünkü bu kahramanların planlanmış bir geleceğin adamları olduğunu söyler. Bu sözü edilen karakter politik erdemin mükemmel bir temsilcisi olarak okurda saygı ve özenme duyguları uyandıracak, bugün ile yarın arasında bir bağ kurarak sosyalizmin başarılabileceğini gösterecekti. Romanlarda bu karakter, kendini görevine adamış, nefsine hakim ve güçlü bir kişidir. Halk çok acı çekmiş; ama kendi başına çıkar yolu kestirememektedir; eğitime, bir yol göstericiye, bir lidere muhtaçtır. Olumlu kahraman karşılaştığı türlü güçlükleri yener, yardım etmek istediği insanlar içinde, düştüğü yalnızlığa katlanarak tarihin kendisine verdiği görevi yerine getirir.
Attila İlhan’a göre bu mesele şöyle özetleniyor:
‘Önce toplumcu gerçekçilik nedir, toplumsal gerçekçilikten ne farkı vardır? Ülkemizde solcular, Sovyetler ‘deki ‘resmi sanat anlayışı’ olan Sosyalist Gerçekçiliği , başlarına iş açmamak için ‘Toplumcu Gerçekçilik’ diye savunuyorlardı; oysa ben yurtdışında sorunu biraz kurcalayıp tartıştıktan sonra, aslında Andrey Jdanov ‘un teorisi olan bu tutumun, sanatçıyı bir parti propagandacısı durumuna indirgediğini saptamış; ayrıca, toplumsal diyalektiğin yanı sıra insanlarda bir de bireysel diyalektiğin bulunduğunu hesaba katarak, bu türden toplumsal bir sanatın, sosyalizm’in ruhuna daha uygun olacağına hükmetmiştim.’
Fazla söze gerek var mı?
SONUÇ
Attila İlhan’ın gençliğinde sindirdiği ve ölümüne kadar benimsediği toplumsal gerçekçilik anlayışınının yaratılma sürecini inceledik. İlhan’ın meyve topladığı ağaçlara bir göz attık. Attila İlhan bir bilim adamı sabrıyla sanatının teorik altyapısını kuruyor. Bugün bu teorik altyapıyı oluşturmaya çabalamayan, günübirlik yaşayan sanatçı başarılı olabilir mi? Başarı yalnız bir yetenek veya ‘esin perisinin’ işi mi? ‘Aşk şiirlerinin unutulmaz şairi’ kulaklarımızı açsak bize başka başka şeylerden de bahsedecek galiba…
(Seçkin Eroğlu)