Fakir Baykurt İle
Sizin adınız Köy Enstitüleri ile birlikte anılıyor. Köy Enstitülerinin yazarlığınız üstündeki etkilerini anlatır mısınız?
Biz, Enstitülerde okuma olanağı bulan köy çocukları Hakkı Tonguç’a baba dedik. Yirmi bir enstitüye yirmi bin köy çocuğu topladı. Çadırlarda başladık eğitime. Kitaplık da bir çadırda. Önemle bir daha belirtiyorum, ben Anadolu’da bir köyün taşlı, dikenli yıllarından yürüyüp gelmiş bir yazarım. Oturup okuyayım, yazılarımı, kitaplarımı yazayım, insanları dinlemeyi sürdüreyim, dönüp gelip gene yazayım isterim. Yazılarımı halkın güzel sözleriyle, açık seçik yazmayı severim. Yazarlığımdan hoşnut muyum? Şiirle başladım işe. Yazdıklarım çevremi şaşırtıyordu. Köye dışardan hangi önemli kişi gelse, çağırtıp “Oku bakalım!” diyorlardı. Onbaşılara, kaymakamlara okudum durdum. Özellikle kadınlar maşallah çekiyor. Başka türlü yazı bilmiyorum. Hiç kitap okumamıştım. Doğumum yeni abece’nin kabulünden bir yıl sonra olduğu halde, aradan on yılı aşkın süre geçmiş, evimize basılı bir tek yaprak girmemiş… Biliyorum şah bir şair, hem de büyük bir yazar olmadım. Ama kurbağa öküz kadar olacağım diye şişine şişine çatlamış. Benim neme gerek şişinmek. Ben kendimi büyük değil de, iyi bir yazar olduğum için beğenirim. Böbürlenmeyelim, zaman bizi de ayıklar. Telaşa ne gerek var?
Yazarlığa ilk başladığınız yıllardan biraz daha söz eder misiniz? Neler okuyup neler yazdınız?
Şiirin dışında yazı türü olduğunu öğrenmem ve bunları ciddiye almam Nazım Hikmet’in, Sabahattin Ali’nin kitaplarını okumamdan sonradır. Öyküler yazmaya da başladım hemen. Köylerin çektiğini anlatmak için şiir de, öykü de gerekliydi. Köy öğretmenliği yıllarımda postayla kitap, dergi getirterek okumayı sürdürdüm. Dünya klasiklerinin çoğunu o dönemde okudum. En sevdiğim yazarlar Cervantes, Gorki. Istrati oldu. Evliya Çelebi’yi, Silahtar Mehmet Ağa’yı okuyup sevdim. Erskine Caldwell, Hemingway, Gogol ile Çehov’u da çok sevdim. Sait Faik’e, Halikarnas Balıkçısı’na, Samim Kocagöz’e hayran oldum… Kavacık’ta çalışırken şiirin yanı sıra köy notları ve öyküler yazmaya başladım. Daha sonra romana geçtim. İlk kitabım Çilli 1955 sonunda çıktı. 1958’de “Cumhuriyet” gazetesinin açtığı Yunus Nadi roman yarışmasında Yılanların Öcü romanımla birincilik aldım. Daha sonra Onuncu Köy’ü, Irazca’nın Dirliği’ni, Ejendilik Savaşı’nı, Karın Ağrısı’nı yayımladım. Şavşat’ta bulunduğum sıralarda yazdığım yazıları Eftar Tepesi adlı kitabımda topladım. Kimi romanlarımla öykülerim yabancı dillere çevrildi, Türkçenin konuşulduğu ülkelerde Türkçe olarak basıldı.
Yazarlığınızın ilk dönemlerinde size destek olan, etkilendiğiniz, ilişki kurduğunuz yazarlar var mıydı?
Gönen’den ilk öykülerimi yolladığım “Seçilmiş Hikayeler Dergisi” sahibi Salim Şengil, bunları İlhan Tarus’a okutup onun hem Gönen’e, hem Kavacık’a mektup yazmasını sağladı. Tarus’un mektubu, sonra buna eklenen dostluğu kimi biçimsel zorlukları birden atlatmama yardım etti. Fahir Onger ile birlikte “Edebiyat Dünyası” dergisini çıkaran Sabahattin Hüsnü’yü anmalıyım. Bu arada Vedat Günyol’un, Peride Celal’in, Yaşar Kemal’in desteğini unutamam. Yaşar Kemal kıl kadar kıskançlık duymadan, en zorda kaldığım yıllarda, adeta bir “moral hocası” gibi, cömert desteğini sürdürdü, sürdürür. Samim Kocagöz, çalıştığım köye mektup yazıp bir isteğim olup olmadığını sordu. Sonra gönderdiğim öyküleri büyük incelikle eleştirdi. İlk kitabım Çilli’nin Yeditepe Yayınları arasında basılmasına yardımcı oldu. 1955 sonunda basıldı. İleriye doğru bakar yutkunurdum : “Yaşamım boyu on kitabım çıkar mı?..”
Bu arada kitaplarınıza dönük değerlendirmeler nasıl oldu? Eleştirmenlerle ilişkileriniz…
Bizde dikkatli, objektif eleştiri zayıftır. Yetenekli eleştirmenler, giderek dergi çıkaran, yayınevi yöneten kişiler oldu. Alan her seferinde çok değişken genç adlara kaldı. Bugün de öyle. Ancak tek başına yetenek insanı başarıya ulaştırmaz. Özellikle genç eleştirmenlerin yararı kadar, okurlara zararı da var. Genç adam kesip atıyor. Hoşgörüsü sınırlı. Esnek olamıyor. Ayaküstü değerlendirmelerden kaçınamıyor. Bir eleştirmen, kanıtlarını açıklamadan konuşmasa iyi olur. Yapıt gibi eleştiri de emek ürünü olmalı. Basılmış kitaplarım yeniden basılma olanağına kavuştuğu zaman, o kitapları yeniden işleyerek iki kez elden geçirdiğim olur. Bugün on baskı yapmış kitabım, abartmıyorum, en az yirmi kez yazılmış demektir. Kimi arkadaşlar, herhalde yeteneklerinin üstün olmasından ötürü, kağıdı makineye takar, çalatuş yazıp bitirip basıma verirler. Böyle bir yöntemi uygulamaya kalktığımı düşününce tüylerim ürperir. İki yıl önce Batı Berlin’de Alman yazarlarıyla bir masanın çevresinde çay içmeye toplandık. Aramızda bir de Sovyet şairi vardı. Bu yöntemimi anlattım. Alman arkadaşlar, “Deli misin; böyle yapacağına otur yeni kitap yaz, vaktine yazık değil mi?” dediler. Anlamayana anlatmak zordur; anlatamadım. Türkiye’de anlatma zorluğu da çekiyorum.
Sizin seçilmiş bir yazar tavrınız var. Bu tutumunuzu on yıllar boyu aynı kararlılıkla sürdürdünüz…
Okurlarımla yazınsal söyleşiler yaparken önüme değişik düşüncede kimseler çıkıyor : “Siz bir amaç uğruna yazıyorsunuz öyle mi? Yani sanat kaygısıyla yazmıyorsunuz?!” Kimi zaman ‘180 derece yanlış anlaşılıyor: Bana öyle gelir ki, yurdumuzda sanat kaygısı benimkinden yüksek yazar yoktur. Elbet “sanat için sanat” değil, ama benim çabalarım aynı zamanda sanat içindir. Sanatı ben bir amaca doğrultmuşum, onu halkımın yükselmesi amacına bağlamışım. Gene yanlış anlaşılıyor: “Öyleyse sen toplum için yazıyorsun, birey için yazmıyorsun, birey seni ilgilendirmiyor?” Şu bendeki özgüvene bakınız: Birey kaygısı benimki kadar yüksek yazar da yoktur…
Sizinle karşı karşıya gelince, “köy edebiyatı” konusunu açmamak olanaksız. Ne tartışmalar yapıldı üstüne. Köy edebiyatından ne anladığınızı bir kez daha anlatır mısınız?
Kentsoylu yazarlar köyden, kendi deyişleriyle “aşağı tabaka”dan gelen yazarlara hep böyle tepeden bakmış geçmişte. Bugün de öyle bakıyor efendi. Belki biraz ilerleme var, artık kabaca konu sınırlamacılığından sanat değeri aramaya doğru bir yöneliş içinde, “Köyü yazmayı bıraksalar, biraz da roman yazsalar!” diyecek kadar çelebilik gösteriyorlar. Kendi yazdıklarının reklamını da gazete başlıklarının sağında solunda “Nihayet bir şehir romanı!” diye yaptırıyorlar… Kaç kişiyiz köyü, köylüyü yazan? Bıkkınlık verecek derecede olduğumuzu sanmıyorum. Sesimizin alabildiğine gür çıkıp öbür sesleri bastırdığı kanısında hiç değilim… Konuları sadece köy kent diye sınırlamak edebiyatımızı ne kadar çoraklaştırır! Oysa her konuda yazmalı… Köyü bildiğim kadar kenti, fabrikayı, ocağı bilmiyorum. Bilmek istediğim zaman aşılmaz zorluklarla karşılaşıyorum. Kimse bir yazara, “Bildiğin konuları bırak, bilmesen, de şu konuları yaz!” diyemez herhalde. Sonuçta herkesin seçme hakkı, özgürlüğü olmalı… Haklı eleştiri şudur : Bütün bunları yazabilirsiniz, ama bunları yazmak bir yazarı kurtarır mı? Yazdığınız romansa roman, öyküyse öykü olmalı… Kötü ile iyiyi, değersizle değerliyi okuyucudan sonra en yetkili belirleyici herhalde zamandır. Zaman keser biçer. Kimse bir öyküyü öykü yapan, konudan ve içerikten başka nitelikleri pat diye kolaylıkla sayamaz, ama biz yazarlar, biraz kafa yorup bunu yapmaya, belirlemeye çalışmalıyız. Çeşitli konularda çok yazılması, bizi daha nitelikli yapıtlara kavuşturur; belki en başta söylemeliydim, az’dan nitelik çıkmaz.
Bu arada dilden de söz edebiliriz sanırım. Dile, halk diline, yeni Türkçeye bakışınızı öğrenebilir miyiz?
Halkla ilgilenirken, halkçı bir sanat yaratmak gerekirken önemli sorunlardan biri dil sorunu. Her edebiyat bir dilden doğmuştur. Bu, üstünde ileri geri söz edilmeyecek, tartışılmayacak bir gerçektir. Farsça olmasa İran edebiyatı diye bir şey tasarlanabilir mi? Yunanca olmasa Yunan edebiyatı vardır denemez. Türk edebiyatı, Türk diliyle, halk çoğunluğunun konuştuğu dil ile yaratılır.. O nedenle Türk Dil Kurumu’nun bir ara yaptığı Halk Ağzından Derlemeler’i severek sürdürmek ve bunlar üzerinde bilginlerin çalışmasını sağlamak gerekir. Romanlar, öyküler, şiirler halkın böylesine geliştirilmiş diliyle yazılacaktır; halkın okuryazarlığı ilerledikçe bunlar daha çok okunacaktır. Sözün bağlantısı şu olacak : Halkçı sanatçının halk dilini bütün incelikleriyle, derinlikleriyle bilmesi gerekir. En güzel Türkçeyi halktan beslenen sanatçılar kullanır.
Öykü anlayışınızdan da söz edelim. Siz edebiyat türleri arasında öyküye nasıl bir yer veriyorsunuz?
Genellikle bir olay anlatma türüdür öykü. Olaydan başka, söz gelimi durum anlatmaz mı? Anlatır. Bir bakıma kişiler de birer olaydır doğada, evrende. Olay sözcüğünü biraz geniş alalım. Başka bir soru : Olayı yalnızca öykü türü anlatır, başka türler anlatmaz mı? Romanda, oyunda, mektupta, gezide, tarihte olay anlatılmaz mı? Şöyle söylenirse yanlış olmaz : Bütün türler olay anlatır. Şiir olay anlatmaz genellikle, ama ara sıra o da yapar bunu. Bir öyküde olduğundan çok olay anlatır kimi türler. Öyleyse öykü nasıl bir “olay anlatma” türü? Öykü bağımsız bir olay anlatma türüdür. Öteki türlerde olay öyküdeki gibi bağımsız değil, bağımlıdır. Öteki türlerde olay, türün içeriğini oluşturan öbür “gereç”lere bağlı olarak anlatılır. Öyküde ana gereç “olay”dır. Kendi öykü anlayışıma gelince. Roman birkaç oturuşta okunur, öykü bir oturuşta. Bence böyle olmalıdır.
Bir oturuşta bitmeyen öykünün yaratacağı etki parçalanır. Romanda bunun sakıncası yok gibidir; ilk oturuşta okunan sayfaların etkisi dağılmışsa, ikinci oturuşta birkaç sayfa açılınca gene toplanır. Öykünün bu olanağı yok gibidir…
Öykü, uzun öykü, roman arasındaki ayrımlardan da söz eder misiniz?
Görülüyor ki kesin sınır bulmak kolay değil. Türler arasında epey iç içelik var. Uzunluğu, kısalığı, büyüklüğü, küçüklüğü tartışma konusu oluyor. Öteki türlerle, örneğin romanla çok kıyaslanıyor. “Roman başlı başına bir yaşam, öykü bir kesit” diyenler çıkıyor. Öykü “gecekondu”, roman “apartman” diyenler çıkıyor. Evet genellikle öykünün kısa, romanın uzun, öykünün küçük, romanın büyük yapıtlar olduğu doğru. Bunun karşıtını düşünenler de var : “Kısa roman, uzun öykü olamaz mı?” Evet olabilir, ama bu biraz zorlama olur. Olsa da tanımı bozmaz. Kısa roman, uzun öykü çok az rastlanan çalışmalardır. Tanım azlara, ayrıcalıklara bakılarak oluşmaz, genele, tümele bakılarak oluşur. Uzun, çok uzun öykülerden yana değil, kısa öykülerden yanayım ben. Bir oturuşta yazılan, bir oturuşta okunan öykülerden. Bir olayı, durumu, kişiyi, nesneyi derli toplu, çarpıcı, güzel bir anlatımla verivermeli öykü! Kimileri bir an’ın, bir dar zamanın olayını vermekten yanadır. Pek o kadar değil. Kesit anlatabileceği gibi geniş açılımları, bütünleri de anlatabilir. Uzun sürelerin, geniş dönemlerin olayını da anlatabilir. Ama dil iyice damıtık, anlatım yalın, söz dolana dolana değil, doğrudan doğruya; tıpkı bir gülle gibi, ok gibi olmalı, hem de tam 12’nin üstüne varmalıdır. Öncelerden çok yazılmış, sakızı çıkmış konuların değil, elden geldiğince yazılmamış, anlatılmamış, taze konuları, yeni bir bakışla, yeni bir anlatımla vermelidir öykü.
Öykücülüğümüzü de kısaca değerlendirebilir misiniz?
Nedir Türk öyküsünü öteki ulusların öyküsünden ayıran? Bugün çeviri yoluyla da olsa, bir dolu yabancı öyküyü okuma olanağımız var. Çok zaman bir Hint öyküsü, bir Yunan öyküsü, Güney Amerika’nın herhangi bir ülkesinden gelen bir öykü, bizim Türk öyküsünden çok ayrı, çok başka değil. Galiba geri bırakılmış ulusların öyküleri birbirine benziyor. Kapitalist ya da sosyalist ülkelerin öyküleri de kendilerine göre. Dede Korkut’tan beri bizim öykü, ağır aksak da olsa, olgunlaşarak sürüp gelmiştir. Aşkı, ayrılığı, yalnızlığı işlemeye çalıştığı dar dönemler yok değil. Ama genellikle insanın insanla ilişkisi, daha doğrusu toplumsal ilişkiler üstünde durmuştur. Dede Korkut beyli dünya insanlarının çadır, konak, kır yaşayışını, inançlarını, törelerini işliyor. Sarayların, yalıların havasını veren öykücülerimiz olmuş. Giderekten yönetici-kadroların, kasabanın, köyün, orta halli yoksul insanına doğru iner bu çizgi… Anlayışı sınırlı kimi eleştirmenlerce toplumcu kaygılardan uzak sanılan Sait Faik de böyledir. En güzel öyküleri çalışan insanı anlatan öyküleridir.
Uzun yıllardır yurtdışında yaşıyor oluşunuzun yazarlığınız üstündeki etkilerinden söz eder misiniz?
Bereket versin son derece tokgözlü, alçakgönüllü bir insanım. Bu olumsuzluğa dayanmakta fazla zorluk çekmiyorum. Elbet bunca yıldır Batıda, Avrupa’da yaşıyor olmanın olumlulukları var, onlar da yardımcı oluyor. Nedir bu olumluluklar? Halkına, onun gerçeklerine uzaklardan bakmanın olumlulukları olur mu? Giderek olumluya dönüşen olumsuzluklardır bunlar. Yani insanı yakan, eriten acılar; bunlar beni biraz daha pişirip olgunlaştırmıştır. Bu acılar Duisburg’da yazdığım her satıra, dizeye karışmış, romanlarımın, öykülerimin içeriğine sinmiştir; yakın okurlarım duyumsayabiliyor. Bu süre içinde okurların, eleştirmenlerin tepkisi, hani o “feet back” denilen yankı azalmıştır. Sanırım en önemli olumsuzluk budur. Elli yaşımdan sonra çıkıp geldiğim halde, bu yankı eksilmesi beni bir derece soldurmuştur. Zaman içinde değişerek, gelişerek akan koşulların Türkiye’ye ve onun aydınına, yazarına dayattığı işte budur : İçerde isen cezaevinde çürür, dışarda isen solar, kurursun. Damarlarında tıkanmalar olur, cansuyu, özsuyu akmaz. Ya da güneşine perde çekilmiştir, ışık, ışın gelmez; bunu duyumsayabiliyorum.
Siz Sait Faik Hikaye Armağanı’nı da aldınız. Bu ödül ve ödüller üstüne düşünceleriniz nelerdir?
Ödüllerin ün, şan gibi çekici yanları artık beni ilgilendirmiyor. Gene de ödüllerden yanayım. Ödüllere karşı olma modasına katılmıyorum. Ancak diliyor ve düşünüyorum ki, Türk yazarlarının, okurlarının ilgi ve saygı duyacağı ödüller her zaman olsun. Devlet yapmıyor bunu. Sanat alanına yeni girmiş gençleri yüreklendirmek, olgun yaşa gelmiş olanları desteklemek görevini yok sayıyor o. İster genç, ister yaşlı, ödüller sanatçılara çalışma isteği ve gücü verir. Hele yarışmalı olanları. Sait Faik Öykü Ödülü yarışması bunların başında gelir. Bu ödül yarışmasına katılmamın nedeni buydu. Eleştirmenler katında fazla önemim olmadığını biliyorum, ama yazarlar ve okurlar katında hiç değilse bir fiske önemim vardır. Ayrıca Sait Faik’i seviyorum. Bir ara onun yazış biçimine özendim. Bu yüzden onun adına konulmuş ödülü almak istedim. İlk kitabım Çilli ile de adaylar arasında idim. İçimde derin bir özlemdi bu. Onun Türkçesi bana Türkçenin büyüklüğünü, dünya çapında bir dil olduğunu sezdirir her zaman. Sait Faik, ben doğduğumda ününü kurmuştu, verimle yazıyordu. Ben çırakken o ustaydı. Sabahattin Ali’de içerik biçim kaynaşması, Sait Faik’te insana ve öyküye yaklaşım beni etkiler. İkisinin de üstümde öğretici etkisi olmuştur.
(Semih Gümüş, Adam Öykü, Kasım-Aralık 1999)