Orhan Kemal Aydınlık Günler İçin Yazıyordu
Ünlü bir yazarı, yazdıklarını okuduktan sonra tanımak; konuşup tartışabilmek, yaşamının çeşitli yanlarına tanık olmak elbette bir şanstır. Bugünün İstanbul’undan çok farklı, az gelişmiş ama kültürel merkezleri belirgin bir İstanbul’da genç olmanın şansıydı bizim kuşağın yaşadığı. Yaklaşık kırk yıl öncesine kadar, Cağaloğlu’na çıkan yokuşta rastlamanız olasıydı pek çok ünlü yazara. Remzi, Varlık, İnkılap kitabevleri; Cem, ‘de’ yayınevleri oradaydı. Gazetelerin binaları da az ileride…
Kırk beş yıl önce Nuruosmaniye’ye çıktınız mı Yeditepe dergi ve Yayınevi’ne uğrayabilirdiniz. Hüsamettin Bozok’a dergiyi postaya hazırlamak için yardım eder, dergiye uğrayan ünlüleri dinlerdiniz. Yeditepe’nin biraz ilerisinde de İkbal Kahvesi. İkbal Kahvesi’ne sabahları Orhan Kemal gelirdi. Onunla sabah sohbetine de Muzaffer Buyrukçu, Nurer Uğurlu. Orhan Kemal bu buluşmaları ‘sabahiye’ diye adlandırırdı. (Aslında sabahiye düğün ertesi damat sohbetiymiş.) Bir masa ötede Musa Anter otururdu, yanında Sosyal Yayınlar’ın sahibi Enver Aytekin. Sonra galiba Edip Polat. Öğlenleri Edip Cansever, Orhan Kemal ile tavla oynamak için uğrardı. Kapalıçarşı’daki dükkanındaki sığınağından tavla partileri için bir de Orhan Kemal’in ‘öke’ takılmaları için ayrılırdı galiba… Cumhuriyet’in düzelti ekibi de Kemal Özer, Adnan Özyalçıner, Konur Ertop, aldıkları ek işleri orada çözümlerlerdi.
Aksaray’da da Dağlarca’nın Kitap Kitabevi vardı. Ve kitabevinde kitaplara bakarak ayakta dikilmeyi göze aldınız mı dönemin ünlülerini görmenin yanında birbirleriyle tartışmalarını bile dinlerdiniz.
Biz yine düşsel bir yolculukla İkbal Kahvesi’ne dönelim. İkbal Kahvesi, Orhan Kemal’in yazıhanesi gibiydi. Onu arayanlar telefonla ya da uğrayarak oraya not bırakırdı. O da sabahın dördünde beşinde başladığı günlük çalışmasını tamamlayınca yaşadığı Cibali’den saat sekiz sularında Nuruosmaniye’ye İkbal’e gelir, bir-bir buçuk saat sonra da yayıncılar, film yapımcılarıyla görüşmeye ya da ‘iş kovalamaya’ giderdi. Çünkü Orhan Kemal yaşamını bağımsız yazar olarak kazanıyordu. Öykü ve roman yazarlığı dışında teknik yazarlık da yapıyordu. Örneğin, senaryolara ‘diyalog’ yazar, ana akışı belirtilmeden ısmarlanan bir konuyu film öyküsü biçimine sokardı.
Nazım Hikmet’le tanışma
Orhan Kemal 15 Eylül 1914’de Adana Ceyhan’da doğduğu zaman adı Mehmet Raşit’tir. Babası Abdülkadir Kemali Bey hukuk mezunudur, oğlu doğduğunda Çanakkale’de topçu teğmenidir. Abdülkadir Bey’in soyu baba yanından Elazığ Canuşağı aşiretine dayanmaktadır. Ana tarafı Bulgaristan göçmenidir. Orhan Kemal’in annesi Azime Hanım ise Adanalıdır. İki yıl öğretmenlik yapmıştır.
Orhan Kemal’in yaşamı, babasının siyasete atılması ve yaşadığı güçlükler yüzünden yurtdışına gitmek zorunda kalışıyla değişir. Bu yıllar, fabrika katipliği, eşi Nuriye Hanım’a aşık oluşu, genç yaşta evlenişi, Babaevi ve Avare Yıllar romanlarından da izlenebilir. 1938 yılında askerken okuduğu kitaplar yüzünden hapse düşüşü, onu, Nazım Hikmet ile tanıştıracak, yolunu öykücü ve romancı olarak çizmesini sağlayacaktır. Yayımladıklarında adı Orhan Kemal’dir artık.
Orhan Kemal ünlüydü, kitapları okunur, sevilirdi ama zar zor geçinirdi. Çünkü çevresinde büyük bir gözaltı sürüyordu. Birinde her öğlen gittiği köfteciden örgüt kurduğu iddiasıyla götürülmüştü. Pazarlık şansı da yoktu, dinlenebilme şansı da. Uzun süre pasaport alamadı. Sonunda pasaport alıp yurtdışına çıktığındaysa Sofya’da 2 Haziran 1970’de öldü.
Bence onun romanının ve öyküsünün daha doğrusu anlatımının iki önemli özelliği vardır: Diyaloglarla ruh durumu yansıtmak, kimi zaman ayrı bir roman ya da öykü olabilecek olayları bir iki cümleyle özetleyivermek. Örnek mi, Bir Filiz Vardı’daki bir ayrıntı: “Filiz şehladır çünkü annesi, yaşıtlarıyla ip atlamaya giderken Filiz’i kundağıyla bahçede güneşe bırakırmış.”
Ben 1960 yılında tanıştım Orhan Kemal ile. Büyük Gazete adlı haftalık dergide. Henüz kültür sayfası çırağıydım. Adımı öğrenmesi, ilk kitabımın yayımlandığı 1964’te. Benim İkbal’e her sabah uğrayıp, onun dergilere bırakacağı öyküleri okumam, düşüncelerimi söylemem, kimi zaman öykülerini dergilere teslim etmem 1965’te. Bir yazarı anlatırken sözü kendine getirmek kaçınılması gereken bir kusur elbet. Ancak bir yazarın portresinde, olanak varsa, onun tanık olunan yaşam biçimi, yazarlık öğütleri, özeleştirileri, yargıları da aktarılmalı. Orhan Kemal, hep takım elbiseli, boyalı ayakkabılı, beyaz gömlekli, kravatlıydı. Mektuplarına göre ayakkabıları pençeli, çorapları eskiymiş. Tavrı, giyiminin yıpranmışlığını örterdi herhalde. Fark etmezdik. Hep sinek kaydı tıraşlıydı, fötr şapkalı. Hava sıcaksa, ceketi kolunda.
Yoksulluğu kendine dert edindi
Orhan Kemal’le daha çok kadın kahramanlarını konuşuyordum. Kimi kahramanlarını yeterince dirençli çizemediği için kendini eleştiriyordu. “Bileğini tutunca kendini bırakıvermeyen kızlar”, “yokluk ya da sıkıntı yüzünden şeytana uyuvermeyen delikanlılar” yazmamış olmasına kızıyordu. Galiba bu konuyu Küçücük adlı romanı yüzünden tartıştık. Sevgilisinin yüzüstü bırakmasından sonra komşu kadın aracılığıyla sokaklara düşen ‘küçücük’ bir kadının romanıdır o. Ben romanın sonunda Ayten’in kendini para için döven eski sevgilisini korumak amacıyla attığı “O bir şey yapmadı” çığlığının bir düzen eleştirisi olduğuna inanıyordum. O, Ayten’in koşullara teslim oluşu yüzünden kendini eleştiriyordu. Sonraları durumunu/yazgısını değiştirecek güçte kadın kahramanlar da delikanlılar da yazdı: Bir Filiz Vardı, Yalancı Dünya, Kaçak, Suçlu, Sokaklardan Bir Kız…
Suçlu romanını “büyük ve yepyeni bir romanın malzemesini derlediği halde yapıyı kuramamış” biçiminde eleştiren, romanın aksaklığını “paranoyalı Cevdet’i suça ileten başlıca nedenleri aile ve mahalle çevresinden derlemiş. İrsiyetin (soyaçekimin) ve bunun çocuk mizacı (karakteri) üzerindeki akislerini (yansımalarını) buluğ çağına doğru giden bir paranoyalıdaki cinsel kıpırdanış ve yönelişlerin tasvirini yapamamış” nedenine bağlayan Tahir Alangu’yu Fikret Otyam’a yazdığı mektupta şöyle yanıtlar:
“Suçlu, insanların bozduğu dünyayı gene insanların düzene koyacağına inanan bir yazarın romanıdır her şeyden önce. Suçlu’da insanların insanlara yardımı vardır, arkadaşlık vardır. Aydınlık bir gerçekçiliktir o. Basit bir gözlemcilik değil. Gerçekten aldığı malzemeyle ‘olması gereken’i verir. Bu roman insanları suçlamaz. En kötü insanı bile. En kötü insanın bile bir iyi, bir insancıl, bir acıyan yanını gösterir. Tahir Alangu’nun istediği ‘bir paranoyak çocuğun macerasını’ yazmaya özenilmemiştir. Dostoyevski ve Zola’nın yapageldiği şeylerden kaçınır. Tahir Alangu’nun istediği yapılsaydı, roman basit bir tekrardan öteye geçemezdi. Bense Suçlu’da bundan önceki romanlarımda yaptıklarımı aştığıma inanıyorum.”
Yaşar Kemal, Orhan Kemal’in aydınlık gerçekçiliğini, 1968 yılında İspinozlar (Yalova Kaymakamı) oyunu dolayısıyla şöyle tanımlar: “Bizim büyük yazarımız Orhan Kemal yoksulluğu kendine dert edinmiş bir kişi. Yoksulluk insanı, insanın insanlığını yıpratan, küçülten, ezen bir olaydır. (…) Orhan Kemal’e göre yoksulluk insanlığı ne kadar yıpratırsa, ne kadar ezerse, ne kadar küçültürse küçültsün, insanlık cevherine gücü yetmez. İnsanlık, yoksulluk küllerinin altındaki közdür. Toprağın altındaki filizdir. Hiçbir şey, yoksulluk bile insanın insanlığını, iyiliğini, mertliğini, güzelliğini elinden alamaz.”
(Sennur Sezer)