Kill Bill
Tarantino’nun B-filmlerdeki cevheri çırakıp ruhuna dokunmadan A-sınıfı ‘mükemmelizasyon’a ulaştırdığı Kill Bill, çağdaş sinemada grafik anlatımın ve saf eğlencenin zirvelerinden biri.
Quentin Tarantino, 90’lar boyunca sinemanın kaynak olarak gerçek hayattan ziyade yine sinemayı kullanması anlayışının öncü isimlerinden biriydi. Sıfırdan fikir üretme iddiasıyla değil -ki bu iddia yalandır aslen, başka kaynakları yaratıcı biçimde kendine mal edip kişiselleştirerek de orijinalliğin yakalanabileceğini anımsatmıştı.
Örneğin ilk filmi Rezervuar Köpekleri, Hong Konglu aksiyon erbabı Ringo Lam’in City on Fire’ının senaryosundan birtakım kilit olaylar barındırıyordu; iki film genel anlamda birbirine hiç benzemese de. Buna mukabil Ringo Lam’in ve sayısız Hong Kong aksiyonunun yerel bir tada dönüştürerek kullandığı gangster ve soygun filmi formatı da, Batı sinemasından başka bir yerden gelmiş değildi.
Taş üstüne taş koymak
Rezervuar Köpekleri, Pulp Fiction ve Jackie Brown, çeşitli ölçülerde başka filmlere göndermeler taşısalar da, kaynağını daha çok ‘hissi’ olarak konumlayabileceğimiz, sinema seyircisinin ortak bilinçaltına hitap eden tanıdıklıktaki tatları içeriyordu. Kill Bill ise ‘özgünlüğünü’ yine böyle bir ortak (özellikle B-film) bilinçaltından devşirmekle birlikte, başkalarının filmlerine, farklı türlere, anlayışlara ve kendi filmlerine yönelik atıflar açısından, şimdiye kadar ki en yoğun ve en açık biçimde örülmüş Tarantino ağı.
Buna rağmen daha önce Kill Bill gibi bir film izlemiş değiliz. Ortaya iki üç film adı atıp ‘Kill Bill bunların kırmasıdır’ demek de imkan dışı. Zaten nerede neyin esinlenmesi olduğundan bahsedeceksiniz? Bunun hakkında ancak cilt cilt kitap yazar, sonunda da bilemiyorum, belki insanlığın ateşi bulduğu güne bile varırsınız. Çünkü Tarantino’nun o çok sevdiği funky 70’ler hissini de yedirmiş bulunduğu Kill Bill’in en belirgin esin kaynakları, Tarantino gibi taş üstüne taş koymaya dayanan zihniyetlerin ürünü. Mesela filmde bilhassa Morriconevari müziklerle ruhu çağrılan spagetti western’lerin öncüsü Sergio Leone, ekol yaratan filmi A Fistful of Dollars yüzünden Akira Kurosawa’yla davalık olmuştu. Kurosawa kendi filmi Yojimbo ve Dollars arasındaki benzerliği ister istemez ‘fark etmişti’. Gelgelelim Kurosawa da Yojimbo’yu bir Dashiell Hammett romanından uyarlamıştı.
Kill Bill’in belkemiğini oluşturan Japon kılıç dövüşleri ve Çin usulü savunma- saldırma cambazlıklarıyla (ayrıca da Uma Thurman’ın sarı-siyah Bruce Lee kostümüyle) uzandığımız Uzakdoğu dövüş filmlerine gelecek olursak, o zaman da bu kültürün birbirinden kopyalayarak oluşturduğu zenginliği teslim etmemiz gerekiyor. Keza Tarantino’ya Kill Bill’de malzeme olan bir başka alan, kanın oluk oluk değil, karikatürize biçimde fıskiye usulü fışkırdığı Japon istismar sineması da öyle. Onu bırakın, söz konusu Japon filmleri de kendine kaynak olarak Japon animasyonlarını (anime’leri), onlar da çizgi romanları (manga’ları) almış durumda. Kill Bill’in bir bölümünde nefes kesici bir örneğine rastladığımız anime’ler ise, kabaca aynı tarz içinde üretilen küçük farklılık ve ustalıklarla kendine yer buluyor.
Pür sinema fetişizmi
Bunların üstüne tuz biber ekmek üzere, saplantılı Hitchcock egzersizleriyle görsel stilizasyonun ustasına dönüşen Brian De Palma’nın da adını anmak durumundayız. Zira Kill Bill’in en bariz göndermesi, bir De Palma klasiği olan Dressed to Kill’e yapılıyor. Favori De Palma (ve Hitchcock) bestecisi Bernard Hermann’a ait bir müzik çalarken Tarantino ekranı De Palma usulü ikiye bölüyor, Daryl Hannah ise Dressed to Kill’de Michael Caine’in giydiği açık renk klasik trençkot ve hemşire kılığıyla karşımıza çıkıyor. Bu elbette şaka düzeyinde bir gönderme. Fakat burada asıl dikkat çekici olan, Hannah’ın üzerindekinin gerçek bir trençkot değil, üzerine kemer-düğme-yaka figürleri çizilerek yapay olarak trençkota benzetilmiş sıradan bir manto oluşu. İşte başka kurmacalarla sıkı diyalog içindeki bir kurmaca olarak, Kill Bill de ‘yapma’, başka bir bakış açısıyla ‘sanatsal’ olanın coşkulu ve çok stilize biçimde kutlanması, aynı zamanda pür sinema fetişizmi.
Tüm o zincirleme esin kaynaklarının filmde önümüze dizilişi, retro bir eğlencelik yaratmanın dışında farklı ekoller ve sinema kültürleri arasındaki geçişkenliği, böylece katlanan sinemasal zenginliği de selamlıyor. Tarantino’nun Kill Bill’in başına koymayı uygun gördüğü Shaw Brothers logosu bile bunu özetliyor aslında. Çin dövüş filmlerinin efsane stüdyosu Shaw Brothers, logosunu alenen Warner Bros’tan apartmış durumda. Beri yandan stüdyo sistemi hariç, Hollywood aksiyonlarının tamamen dışında kalan özgün bir sinema kültürünün kalesi. Kill Bill elbette Shaw Brothers filmleri gibi bir seri üretimin sonucu değil. Tarantino’nun yaptığı, bir anlamda o B-film kültürünün içindeki cevheri çıkararak, A-sınıfı bir ‘mükemmelizasyon’a ulaştırmak. Esin kaynaklarının, özellikle müzik kullanımının etkisiyle gayet eklektik bir halde karşımıza gelmesi, Kill Bill’in homojenlikten uzak çekiciliğinin bir parçası. Malzemeler ortak bir çatı altında birleşirken Hollywood usulü asimilasyona maruz kalmıyor, kişiliğini de sonuna kadar koruyabiliyor.
Muhteşem ‘kaltaklar’
Bu genel yaklaşımı, Kill Bill hakkında kalem oynatırken bahsedilebileceklerin sadece çok küçük bir parçası. Filmde fetişizm öyle bir düzeyde ki, kahramanlarında bile açıkça izleri görülüyor. Örneğin Gelin’le (Thurman) kapışan Vernita (Vivica Fox), bir düello önerirken teklifine “Baştan aşağı siyah giyinelim” gibi bir stil kaygısını eklemekten kendini alamıyor. Tarantino Kill Bill’deki kadınları tasarlarken ortaya ‘muhteşem kaltaklar’ çıkarmayı düşünmüş olmalı. Burada ‘kaltak’lığı, başa çıkılamayacak oluşlarına dair bir iltifat olarak alınız lütfen. Tarantino’nun onları içine soktuğu aksiyonun muazzamlığı, durumu ‘kavga eden piliçleri röntleme’ fantezisinin ötesine taşıyor ve aktrislerini hakiki ve çok da karakterli birer aksiyon kahramanı haline getiriyor. Hayat hakkında ‘ulvi’ sözler söylemek gibi bir derdi katiyen olmamasına karşın (ki öfke ve intikam gibi iki çok güçlü duygu hakkında olduğunu unutmayalım), ‘sonsuz serbest çağrışım sahası’ Kill Bill, çok zengin bir ilham kaynağı. Sadece Tarantino’nun Thurman’a karşı açıkça sergilediği aşk bile, çok uzun bir yazıya konu olabilir, ya da mesela usta bir yazarın elinde ‘Thurman’ın ayakları’ meselesi, olmadı filmin içinden çekip çıkarılacak herhangi bir sahne (örn. Liu-Thurman karşılaşması), tek başına şahane bir denemeye dönüşebilir.
Kill Bill’in görkemli kamera kullanımı, doygun renkleri ve hem filmin genelinden hem de tek tek sahnelerden maksimumu alan kurgusuyla sunduğu görsellik, altı yıl beklediğimize değdiğini gösteriyor. Filmin dokusu neredeyse sürreal. Gelin’i Japonya’ya taşıyan uçak sahte ve fakat büyülü günbatımı renklerinin içinden kuş misali salınıyor; bir gece kulübündeki çok kalabalık ve kanlı bir dövüş sahnesinin ardından, kendimizi birdenbire geleneksel bir Japon bahçesinde, lapa lapa kar altında zarif bir ikili mücadeleyi izlerken buluyoruz. Tam da Tarantino’nun amaçladığı gibi kusursuzluğa ulaşmış aksiyon sahneleri bir tarafa, cama yazılan bir harfe varıncaya kadar akıldan çıkmayan yüzlerce görsel detay var filmde. Şu rahatlıkla söylenebilir ki, Kill Bill çağdaş sinemada grafik anlatım açısından bir zirve. Hem de eğlencelisinden. Tarantino, kişisel zevklerini, üzerine yönetmenlik becerisini ekleyerek sonuna kadar seyircisiyle paylaşmış. Daha ‘içten’ bir sinema düşünemiyorum.
KILL BILL: VOLUME 1
‘İsimsiz kadın’ın (filmde adı ‘biplenen’ Uma Thurman) intikam öyküsünde, şimdilik pek az şeye vakıfız. Fakat karnı burnundayken gerçekleşen mütevazı evlilik töreni sırasında eski patronu Bill (David Carradine) ve onun Ölümcül Engerek Çetesi tarafından öldürülmeye çalışıldığını biliyoruz. Damat ve diğer konuklar sizlere ömür, ancak Bill’in emrindeykenki kod adı ‘Kara Mamba’ olan ‘Gelin’ hayatta kalmayı başarmış. Aradan dört küsur yıl geçtikten sonra ise, trajedisinin sorumlularını tek tek öldürmek üzere geri dönüyor. Ve öfke seli başlıyor… Devamını, yani Volume 2’sini şubatta izleyeceğimiz Kill Bill’deki ‘Gelin’ karakteri Tarantino ve Thurman tarafından birlikte yaratılmış. Kurgusunu Tarantino’yla her filminde birlikte çalışmış olan Sally Menke’nin yaptığı filmde müzik, hip-hop grubu Wu Tang Clan’den RZA’ya teslim.
KILL BILL: VOLUME 2
Tarantino’nun çıkış noktası (ya da vesilesi diyelim), en temelinde basit sayılabilecek bir intikam öyküsüydü; profesyonel katillerarası bir hesaplaşma. Yani iki ‘volüm’lük Kill Bill, ihtişamı öncelikle aksiyon sahnelerine ve sinemasal türlerin geçişkenliğine dayanan bir film olabilirdi. Açıkçası canımıza minnet olurdu. Oysa toplam dört saati geçen ve olabilecek en uygun yerinden ikiye bölünen uzun bir filmde, Tarantino’nun eski ve Amerikan usullere daha yakın bir ‘efsane’ye kayışını izledik. Vakalar ve insanların sayısı azaldıkça, hatta mekanlar çölleştikçe, filmin başından beri taşıdığı mitsel özellikler belirginleşti. Kahramanımızın tabutundan çıktığına, öldürmekle kolayca defterini kapatamayacağı esas adamla ağırdan alınmış bir yüzleşme yaşamasına tanık olduk. İsimsiz Gelin nefes kesici bir güç ve teknik gösterisinde bulunurken, daha çok kılıcıyla üstesinden gelmenin mümkün olduğu engelleri aşmıştı. Beatrix Kiddo ise, dayak-dövüşten bağımsız biçimde yaralayabilen durumların içinden de geçti. Daha önemlisi Tarantino’nun, görselliği, birebirlik değil ama ‘büyüklük’teki akrabalıkla uzandığı Leone görkemiyle kullanmış olması. Kahramanları ve hikayesi, bilhassa bu şekilde mitleşiyor. ‘Şurada John Ford planı, burada Hong Kong dövüş filmlerinin ani zoomu var,’ diyecek olsak bile. Bugüne dek herhangi bir filmin üfürükten bir parçası olabilecek durumları bile ince ince işleyip zihnimize kazıyan Tarantino, bu defa özde daha klasik ve kallavi bir hikaye anlatıyor.
Kan, ter, acı
Aşırı stilizasyon, ayrıca cool ve efsanevi gibi sıfatları Kill Bill’inkiler kadar yüklü biçimde taşıyabilecek kahramanlar, seyirciyle film arasında bir çekim alanı yarattığı gibi, sanatın üslupçu formlarına özgü bir mesafe de demek (‘madalyon kardeşler’). Bir yönetmen bu mesafeyi soğuk bir teknisyenliğe dönüştürür, başka bir yönetmen sarsıcı bir seyri böylece garantiler. Tarantino, o ‘başka yönetmen’. Filmde ‘inanılmaz’ işlere imza atan ‘inanılmaz’ kahramanların sinemasal ‘inandırıcı’lığını izliyoruz. Kill Bill’de olduğu gibi onca abartıyla iştigal eden olay ve kahramanların bahtı, genellikle kartonlaşmak, fazlasıyla kitsch’e kaymaktır. Hele de şu bilmiş seyirciler devrinde başka seçenek yok gibidir. Tarantino pek rastlamadığımız bir şey yapıyor ve elbette tam da ciddi olmamakla birlikte tüm bunlara kendi çok boyutluluğunu, kendi gerçekliğini bahşediyor. En basitinden, Beatrix Pai Mei’yle çalışırken, geçiştirilmiş bir ‘antreman klibi’ni izlemiyoruz, ya da mezarından çıkışı oldu da bitti maşallaha gelmiyor. ‘Neredeyse süper kahraman’ Beatrix’in acı çekişi, kan ve ter döküşü, korkuları, ete kemiğe bürünüp canlılığa ulaşıyor.
‘Çantadaki parlak ışık’
‘Yönetmen gerçek bir evren yaratmış’ sözü, çoğu kez bilim kurgu ve benzeri türdeki filmler için devreye girer. Bu sözün, Kill Bill’de de ziyadesiyle karşılığı var. Kahramanların arasındaki ilişkilerde, filme sığma hakkını kazanandan fazlası da olduğunu biliyoruz. Mesela Budd’la Bill’in arasında geçenler, Beatrix’in defterinin dürülmesiyle birlikte Elle Driver’ın umutsuzca onun pozisyonuna soyunması, bunların hepsi, ardı arkası olan sıkı birer hikaye gibi duruyor. Filmde bir çok şey, Pulp Fiction’da ne idüğü belirsiz parlak bir ışık yayan gizemli çanta gibi; dikkate değeceğini hissettiriyor. Tarantino seyircisini eğlenceye davet ettiği kadar, aslında bir yerde de film izleme işini ciddiye alması, hakkını vermesi için cezbediyor. Her oyuncusunu en etkileyici rollerinden birine kavuşturabilmesi de aynı tavrın sonucu. Zira hiçbirini yanda kıyıda bırakmadan, birer karakter yüklüyor. Kill Bill’in sinema tarihinde muhakkak tutacağı özel yerin bir köşesi, buradan kaynaklı. Filmin gezindiği sinema türlerinde, çok zaman karakteri tek bir sıfatla belirlenen kadınlar, burada hakiki birer kişiliğe sahip. Dişiliklerinin vurgusu ise hikayeyle doğal bir bağ içinde; kof ‘kadın yalakalığı’ndan uzak.
Beatrix ve Quentin
Tarantino ve kadınlar, Tarantino ve Uma Thurman (Q & U), aşkla nefretin keskin ikilisi Beatrix ve Bill… Kill Bill’i, bu noktaların herhangi biri üzerinden değerlendirebiliriz. Fakat kanımca aslen filmin kalbinde yatan, Quentin Tarantino ve Beatrix Kiddo’nun ilişkisi. Vol.1’in başından Vol.2’nin sonuna varana dek izledikleri yolculuk, epey benzer. Beatrix, önce uzak ülkeleri gezdi; onların dövüş tekniklerini öğrenip, acı eğitimlerden geçerek beslendi ve nihayetinde vatanı Amerika’ya dönüp hem yavrusuna hem de kendine belirlediği görevin sonuna ulaştı. Orada Doğu kültürünü değil, Doğu’nun öldürme tekniklerini öğrenmişti ve esas ahlaki-psikolojik savaşını vatanında verecekti. Amerika’ya geldiğinde, vahşi kovboylar Bill ve Budd’ı nasıl alt edeceğini tam olarak bilmiyordu. ‘Uzak’ teknikleriyle yaptığı hesaplar, çarşıya tam olarak uymayacaktı. Bill’in Süpermen’li uzun monoloğunda bahsettiği üzere savaşçı (ya da katil, her neyse) konumunun ‘doğuştan’ geldiğinin altı çizildi. Doğuştan cevherler, Amerikan sinemasında sık rastlanan bir şeydir. Amerikan filmlerinde sıradan insanlar bile bir anda günün kurtarıcısına dönüşebilir. Pai Mei’yle ego ve ‘ellerinin derilerini’ törpülemelerine lüzum yoktur.
Gelelim Tarantino’nun yolculuğuna… O da, (70’lerin Amerikan sinemasına da uzanmakla birlikte) Beatrix’le uzaklara gidip İtalyan, Japon ve Hong Kong başta olmak üzere birçok ülkenin sinemasındaki belli ekollerden öğrendiklerini, o sinemalarda sevdiklerini öne çıkarmış oldu; kendi özgünlüğüne buradan ulaştı. Beatrix vatana dönüş yaptığında ise, o da türler ve ekoller karmasını elekten geçirip Amerikan western’ine yanaştı. Hatta Vol.2’nin başına ve sonuna eski Hollywood filmlerinin o klasik grafiğine sahip jenerikleri ekleyerek, bu kez anavatana daha yakın durduğunu özellikle belirtti.
Sonuçta da Vol.1’de modern sinemaya devir atlatıp yeniden tanımlarken, Vol.2’de az daha düşük devirli, fakat çok etkileyici modern bir destana imza attı. Ne de olsa hiçbir filminde daha önce yaptığının aynısını yapmamaya yemin etmişti.
Yönetmen: Quentin Tarantino
Yapım: ABD 2003-2004
Süre: 111 + 136 dk.
Oyuncular: Uma Thurman, Lucy Liu, Vivica A. Fox, Daryl Hannah, David Carradine, Michael Madsen,Julie Dreyfus, Chiaki Kuriyama, Sonny Chiba
(Yeşim Tabak, Radikal, 3 Ocak-1 Mayıs 2004)