Şükran Kurdakul İle
İçinden geçtiğimiz yakın dönemde kanlı günleri, korkuları, karamsarlıkları, toplumun önce şaşkınlığını sonra da olaylar karşısında giderek artan ve somutlaşan aldırışsızlığını gördük, yaşadık. Toplumun bireyleri, insan yapısının kimi zaman çok yararlı, kimi zaman da bireyi edilgenleştiren “alışma” özelliğiyle acıyı kanıksadılar. Korkuyla birlikte yaşamaya alıştılar. Ancak şairlerimiz tüm acıları bir sünger çekişiyle yüreklerinde duydular ve şair duyarlığıyla dizelerine kanlı cesetleri, yıldırının yarattığı etkileri döktüler. Toplumun üzerine çöken karabasanı yaratanlara seslendiler.
Geçtiğimiz ay içinde, Nevzat Üstün 1982 Şiir Ödülünü kazanan Şükran Kurdakul’un kendisine bu ödülü kazandıran “Bir Yürekten, Bir Yaşamdan” adlı şiir kitabının “Ağıtların Türkülendiği Yer” bölümündeki şiirler de işte bu geçtiğimiz dönemin izlerini taşıyor. Dizelerde şairin kızgınlığı, acı çeken ve ölen bireylere acıması, topluma acı çektirenlerinse acımasızlığı, sevgisizliği, düşün eksikliği vurgulanıyor. Okudukça, şairde karamsarlığa varan bir acı çekme duyumsanıyor. Şükran Kurdakul acaba bu görüşlere katılır mıydı?
Ağıtların Türkülendiği Yer bölümündeki şiirler için saptamanızın doğru olduğunu kabul ediyorum. Ama gene de karamsarlığa varan acılar içinde şiirin verdiği olanaklar sonuna kadar kullanılarak kan isteyen dönemin ne olduğu sorusuna yanıt aranmıştır. Örneğin Hangimiz şiirinde daha da ileri gidilerek bir hesap sorma durumu yaratılır. Ama Sevinç (Özgüner)’in ölümü üzerine yazılan şiirde ya da Bakınca’da, belki şairce duygulanmanın son aşamasına varıldığı için acı olduğu gibi kabul edilmiş görünür. Yalnız, Eğer’de aykırı toplumsal güç karşısındaki yakınma gibi görünen dizelerde, suçlama kendini belli etmektedir. Son iki dizede bu büsbütün açıklığa kavuşur. Gene acıya teslim olmama hali Kan Kuyusu’nun hemen tüm dizelerinde görünür.
Kitabın öteki bölümlerindeki parçalardaysa acı geçmiş ve yaşanan süreç içinde vurgulanır. Artık ben ve sen, siz ve biz ayrımı yoktur şairin gözünde.
Unutulmuş resimler gibi dargın
Bakarlar eskimiş pencerelerden
Gözlerinde biriken sitemi
Bir ben görürüm bu diyarda.
sanısının gerçekmiş gibi göründüğü aşamadır bu. Ama gene de “Umarların feneri elinde senin” inancı egemendir. İnsana güven aslında tek insanda odaklanan insansal değerler bütününe bağlı duyarlıklarla duyumsatılmak istenir.
Bir de, tabii, dönemin hayu huyu içinde şairin kendisinin kendisini yakalamaya çalıştığı şiirler var. Heybe var, Dalgıç var, Al Beni Sevecenliğine var. Konuşurken birden adlarını veremeyeceğim dörtlükler var. Bilmiyorum bu tür şiirleri yorumlamak böyle bir konuşmada bana mı düşer?
Yapılması yararlı olmaz mı buna bakalım?
Bakalım… Heybe benim yaşam öyküm. Açık, yalın. Sanki çağdaşlaşma savaşımında yerini bilen her insanın bireysel tarihinde üç aşağı beş yukarı bulunabilecek öğelerle donanmış. Ama Dalgıç bana özgü gibi görünen özellikler içinde kendisi olma istencini koruyanlarla bütünleşmeyi, doğayla ve insanlarla uyum aramayı gösteriyor,
Soluğum son aşamalarına geldi
Gidiyorum içindeki sesin peşinden
dizeleriyle kendine karşı utkusunu duyumsatır okura. Aslında aradığı biz’dir, bütünleşmedir.
Karamsarlık-iyimserlik, umutsuzluk-umut, umarsızlık-umar konusunda diyeceklerimi kitabın son parçası ile bağlamak istiyorum.
Şu görüntüye bak, gözün gönlün
açılsın
Yüreğimin kayalarını gör
umutlan
Al alacağını ışığımın
damarlarından
Duy duyacağını, özgürlüğüne
kan gelsin.
Şükran Kurdakul’un kitabı teknik açıdan incelendiğinde dizelerde kimi sözcüklerin sıkça geçtiği görülüyor, örneğin: Ağaç. Her şiirde bu sözcüğe şair ayrı ayrı anlamlar yüklemiş. Ağaçlar adlı şiirinde sözcük soyut bir anlam kazanırken, barış temasını işleyen Yaşamı Ateşe Vermeyin adlı şiirde masal ağaçları tamlamasıyla somut ağaçta doğanın zenginliği kavramına ulaşılmış. Çoğunlukla dörtlükler halinde yazılmış şiirlerin dize sonlarında uyak görüldüğü gibi, dizelerin kendi içlerinde de harfler yoluyla ses benzeşmelerine gidilmiş. Örneğin Yok mu Benim Şiirimi Yazacak’ta düşüncegücünden sözcüklerindeki ses benzeşmeleri gibi. Şair aynı şiirin ‘Benim bu… Gözlerinde evrenin fenerleri’ dizesinde ‘e’ harfini sekiz kez yinelemiş. 474 dizeden oluşan 51 şiirinde 16 kez ‘gibi’ sözcüğü geçiyor. Buna karşın ‘masal silahları’, ‘bela limanları’, ‘güçümün bordasına vuran deniz’, ‘çağları emziren toprak’ gibi 44 taze tamlama, imge var. 1940’larda başlayan şiir yolculuğu boyunca “haykıran şiirler” yazan ozanın şimdi bambaşka bir aşamaya vardığı görülüyor. Şiirine imgeler girmiş, yerleşmiş.
Bu noktada Prof. Moissej Kagan’ın Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat adlı kitabında ısrarla savunduğu şu sözleri çağrışım yapıyor: “Sanatsal yaratım imgeler halinde düşünme olduğu için, sanatsal yaratım sürecinin de daha kendi kaynağından başlayarak, imgesel düşüncenin yatağında akması gerekir… Bir sanatçının yetisi her şeyden önce, bir yapıtı imgesel olarak düşünebilme yeteneğinden, yani bir sanatçının, dünyayı soyut olarak değil, duyusal şekilde somut, hayalgücünde görülebilen, işitilebilen, tasarlanılabilen bir şey olarak, şiirsel bir şekilde algılama yeteneğinden gelir… Sanatçının bilincinde oluşup yaşadığı sürece bir fikir, salt zihinsel kuruluştur… Bir fikrin, önünde sonunda ilerdeki kendi maddiliğine değin tasarımı kendi içinde taşıyor olmasıdır. Bunun için salt düşünce ya da salt yaşantı alanında değil, sanatçının hayalgücünde kendi biçimini alır. Bu olmadıkça yani, fikir canlı, imgesel bir somutluk kazanmadıkça, yapıt da ölü doğmuş şekli bozuk bir şey olarak kalır… İmgesel düşünce yoksunluğu, bu yapıtları bir fikrin sırf dümdüz şekilde kuruluşuna götürdüğü gibi, bunu izleyen tüm cisim verme süreci de, daha önceden şematik bir şekilde düşünülmüş içeriğe, özel bir biçim, özel bir kılık uydurma çabasıyla geçer.”
Siz, başlangıçtan günümüze kendi şiirlerinizi Kagan’ın bu görüşleriyle nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şairin kendisiyle hesaplaşması, kendisi olması kadar doğal bir şey. Benim şiir çalışmalarımda üç ayrı evre söz konusu olabilir. 1945’ten 1955’lere dek uzanan on yılda ben de toplumsal çelişkilerin yarattığı coşkuları işleyen şiirler yazdım. Bu parçalarda olsa olsa devrimci romantiklere özgü duyarlıklar vardı, haykırıya dayanan ses vardı. Başka bir konuşmamda belirttiğim gibi tarih gerçeklerini özümsemek yerine tarihin kendisini anlattığım çok oldu. Ancak 1955’lerde şiirimin iç yapına ilişkin yeni kaygılar kendini göstermeye başladı. Özellikle sözcüğün dize içindeki yeri, dizenin öteki dizelerle ilişkisi zorunluklarını algıladıkça fazla söz ve ayrıntılardan korunma çabası da kendini göstermeye başladı. Sonradan Nice Kaygılardan Sonra (1963) adlı şiir kitabımda topladığım bu parçalarda da geniş bir imgelem dünyası kurulmuş olmamasına karşın, her parçanın tümünde gerçekliğin kendine özgü değişik durumları yaratılabilmişti. Sonraki evre ise Memed Fuad’ın açık alanda okunan şiirler olarak nitelediği daha çok bir duyuşta algılanabilecek düzeydeki parçalar egemen oldu. Bu evreyi bulunduğu koşullar içinde bugün de değerlendirdiğim zaman, salt güncelle yetinmenin yaratacağı tehlikeleri bile bile yeniden yaşasaydık aynı şeyleri yapardım. Bugünkü yaratılarımın temel özellikleriniyse siz zaten konuşmaya girerken belirtmiştiniz. Yinelemek istemiyorum.
Bir de yine Kagan’ın belirttiğim görüşleriyle Türk şiirinin genel bir değerlendirmesini yapar mısınız?
Kagan’ın ileri sürdüğü düşüncelerin, toplumcu gerçekçi akımın 35-40 yıla varan oluşum sürecinde tartışıldığı söylenemez. Ancak, kimi şairlerin yaratılarında somuttan kaynaklanan soyutlamalar görülmüştür. Özellikle 1950’den önce ‘sefalet teması’ fazlaca işlenirken bu tür şiirleri yalın gerçekçilik diyebileceğimiz düzeye götüren öğeler ağır basar. Örneğin, mahalle, sokak adları, Yeni Hayat satan çocuklar, köprüaltı insanının bir bakışta görünüşü. İstanbul’un o evrelerde kenar mahalle diye adlandırılan semtlerindeki çeşmebaşları, özellikle tütün ve tekstil sanayinde çalışan çocuk ve kadın işçilere ilişkin duyarlıklar Nazım dışındaki şairlerin işlediği konular arasındadır. Bu içerik belirlemesi bu konuları işleyen şairleri işin başında ya devrimci romantiklerde görülen duyarlıklara, ya da iç yapı özellikleri yönünden tekdüzeliğe ve yoksulluğa götürür. Toplumcu gerçekçi akımın karşısındakiler Bergsoncu eğilimler taşıyan şairlerdir. Çok dar bir sözcük dünyası içinde belli tamlamalar yaratmakla değişik bir estetik kurdukları sanısı içinde olurlarken, daha güç sorumlulukları taşıyan bir şiirden bu aşamada beklenemezdi. Bu nedenle genel bir şematizm ya da şematizm tehlikesi içinde bulunulmasına karşın kimi şairler Prof. Kagan’ın ileri sürdüğü sanatsal yaratım imgeler halinde düşünme olduğu ilkesine koşut örnekler vermişlerdir. Burada Orhan Veli ve arkadaşlarının 1941- 1944 yılları arasındaki girişimlerini anmakta yarar var. Onlar bildiğiniz gibi sadece ölçü ve uyağı yadsımakla yetinmemişler sesi ve imgeyi de yadsımışlardır ki, o evre içinde toplumcu gerçekçilere ters düşmelerinin nedeni budur. Öyle sanıyorum ki, Nazım’ın şiir gelişmesinde dönüşüm, yani propagandayı değil, şiirsel gerçeği arama kaygısı -kendisinden sonra gelen şairlerde- neden sonra toplumcu gerçekçi şiirimizin başat sorunları olarak göründüğü söylenebilir.
Kültür mirası tartışmaları sıcaklığını koruyor. Geçmişten günümüze gelen tüm değerlere sahip çıkacak ve eski ustaların sanatlarının sırlarına erişmeye mi çalışacağız, yoksa sanatı içinde bulunduğumuz gelişme düzeyinde onaylayıp geçmiş değerleri red mi edeceğiz? Toplumcu gerçekçilik açısından bu soruna nasıl yaklaşıyorsunuz?
Kimi şairlerimiz eski şiir kaynaklarından yararlanmıştır. Genel görünüşüyle özellikle cumhuriyetten sonra okumuşların eski kültür karşısındaki tavrı bence olumludur. Tarih bilinci, İsmail Hakkı Uzunçarşılı kuşağından Mustafa Akdağ kuşağına kadar büyük kazanımlar elde edilmesine yol açmıştır. Birçoklarının ileri sürdüğü gibi cumhuriyet öncesi kültürlerin yadsındığı savı doğru değildir. Eski harflerin değişmesi çok kısa bir süre eskiyle bir kopukluk yarattıysa da tarihin mezarlığına gömülmeyen yapıtlar karşısında olumlu tavır alınabilmiştir. Bu çerçeve içinde toplumcu gerçekçi akıma bağlı olduğu ileri sürülen düşüncelerin (burada Sinclair’in Altın Zincir kitabındaki görüşleri kastediyorum) bir ara bizde de yandaş bulduğu görülür. Bu yandaşlık özellikle Divan şiiri gibi kendi içinde üstün yaratılar kazanan bir hareketin yok sayılması isteğine kadar gitmiştir. Ama bu itirazla eskiyi toptan yadsıma çabaları hiç bir sonuç vermedi. Özellikle son yıllarda eski kültür mirasçısı olma bilinci yeni sentezleri içinde taşıyan girişimlere öncü oluyor.
(A. Yasemin, Bilim ve Sanat, Aralık 1982)