Edip Cansever Şiirinde Anlam Arayışları
Çağdaş şiirimizin en önemli şairlerinden olan Edip Cansever’in şiirselliğini somutlaştırmayı deneyen bu yazı, onda saklı olanları bir ölçüde açmayı amaçlıyor. Sonsöz elbette şairin insanı tanımlaması ile olmalıdır. Ne gelir elimizden insan olmaktan başka..
”Şiirin konusu çok zaman sanıldığı gibi düşler, imgeler ya da fikirler değildir. Şiirin konusu kutsal gerçekliktir, bir kere verilmiş olan, tam ortasına yerleştirdiğimiz kutsal gerçekliktir, o görünmez şeylerin evrenidir. Bu şeyler bize bakarlar ve biz bu şeylere bakarız.” (Paul Claudel)
Şiir bir uzantı gerçeklikten insana vuran… Yaşamın kavranışındaki kopukluğun yani onu bütünleyememenin kaygılı uzanışı… Zihnin anlamsızlık içindeki varlığı görünür kılma arayışı…
Her bir sözcük öbeği, bu arayışla o girilmemesi gereken son odayı ister. Orada boşluklar yeni anlamlar giyinirler. Gerçeklikten üzerimize yansıyanlarsa, ya susuşun o sinsi bakışı olur ya da dilin acemi hoyratlığı. Gerçekliğin yetmezliği aklın kalıplarını eritirken sözcükler acelece boşanır. Bunalım başka bir şeyi ittirir. Ve orada şiirin efsanesi doğar. Elbette şiir kurgusuyla nesnellik ortadan kalkar. Ne de olsa her anlam kişiye özeldir. Şiirin mahremiyeti de bundandır. Bu ancak aynı duruştaki öznelerle kurulacak olan habersiz ortaklıktır. O dünyada ‘trenler çikolata yer’, ‘mendiller kanar’… Şüphesiz uzamsallıktan özgürlüğü vaat eden irreele geçiş, gerçeğin bizce tutulabilirliğinin imkanını yaratır.
Edip Cansever’de gerçeklik, yerleşik, alışılagelmiş yaşamlarından sürülüp dağıtılmaktadır. Sonra da yeniden, ‘Masa da Masaymış’ şiirinde bardakların, anahtarlıkların durduğu masayı aşarak birçok şeye katlanan, yakınmayan irreel bir masaya geçtiği gibi…
Seçici bir birikim
Şiirsel anlam, oldukça seçici bir birikimle toplanır. Dizelerdeki bu dallanışa gecikmiş bir onaylayışla katılırız. Tema; acizliği, kurtarılmayı beklemesi, düşüşü, şaşkınlığı ve yalnızlığı içinde tedirginleşen, bocalayan yüzlerdir. Bunlar korkan, giden, gidemeyen, bekleyen, kaçan, bunalan insan tipleridir. Her bir insan arkasında tuttuğu öyküsü ile oradan oraya savrulurken, tüm zaman dilimleri de birbirleriyle hesaplaşır. Ölüler ki bir gün gömülür/İçimizdeki ölüler/Dışımızdaki ölüler… Öyle ki insan geçmişine dokunmadan kendini varlayamaz. Hatırlayışlar vardır en çok. Konaklar, dolaşmalar, tanıdıklar, Ruhi Bey, limonluklar, odalar.. pek çok şey tek tek geçilir. Karışık, bulanık sulardır silinmesi gereken. Sanki üzerimize sinmiş çizgiler içimizde sakladığımız, hatta varlığını bile unuttuğumuz bir ‘kara kutu’ gibi aranır. Bu noktada insanın kendisiyle olan bağının daha da sağlamlaşacağına inanç, şiiri psikanalize yaklaştırır.
Ansızın bir rüzgar çıktı demin/ Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar… Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir./ (Kaç türlü girilirdi anılardan içeri?)… Bırakıp gidiyor anılarımı rüzgar/ Denize bırakırmış çöpler gibi/ Yol kenarlarında birikmiş gereksiz eşyalar gibi/ Geri veriyor ve çekip gidiyor usulca… Bu yanıyla rüzgar insanın kaçan yanlarını anlatmada kullanılan önemli bir metafor olarak şiire girer. Sanki kilitli bir kutuyu istemeden açmış gibidir. Gizlenilenler ise gürültüyle ortalığa dökülmüştür. Artık rüzgar, geçmişi soran yanıtlara ara ara geri dönen, bazen de vazgeçen, insanı hareketlendiren, şiirin önemli imgelerinden biridir. Rüzgarın getirip kıyımıza bıraktığı, bizi saran en yakıcı duygu ise yine ‘hüzün’dür. Şairin dile getirdiği gibi; hüzün baş duygumuzdu. Yaz günleri sahici denizler, sahici kıyılar olurdu. Ama bizim sığınağımız sonbahardı, cam önleriydi, sokağa bakan… Nasılsa yaşamın karşısında duyulan böylesi bir eksiklenme, kişiyi şiire çıkartır. İşte hüznü sevmek, tüm bu karartılarla bir arada olmak, gizemli tarafta kalmayı, yani şiiri seçiştir…. Ve her dize, her şiir bir hayat kurtarır. Çünkü her serseri şiir dizesi içsel boğuntuların ölüm karşısında üstün gelmesidir yani her yazış ölümü erteleyiş, onu bir nevi umutla geriye atıştır.
Şair, her insan ölümünü daima içinde taşır diyen Rilke gibi yaşam ve ölümün birbirine yakınlığını irdelerken özgürlüğün sınırlarını da bu iki kavramla ilişkili olarak ele alır. Özgürlüğün yaşamın kendindeki olanaklar bütünlüğü oluşu, İnsan yaşıyorken özgürdür sözleriyle hareketlenir. Çünkü insan özgürlüğün olanağını ancak yaşama düzleminde gerçekleştirebilir. Totolojik bir ifade gibi de görülebilir insan ve yaşam dengesi varlığın her iki yanda oluşu ile değişerek tekrarlanır. Biz ki bir bütünün parçalarıyız, biliriz/ Her insan biraz ölüdür. Ancak ölümün parçaları ve ölülerimiz her an yanımızdadır. Ölüm; benliğimizin derinlerinde yaşama tutunarak köklerini korur. Bir ölü nedir ki, bir ölüm nedir/ Acıyla kirlenmektir, acıya sevinmektir. Şüphesiz bu hiçliğe giden açık uçlu yaşamsal gerçekliğin açıklanışı kolay olmaz. Şiir kahramanı Ruhi Bey’le, adeta bir tiyatro sahnesi kurgulanır.
Ruhi Bey İnsan yaşıyorken özgürdür/ Yaklaştım iyice, geliyorum. Koro cevaplar Her insan biraz ölüdür. Biz de biraz ölüyüz. Sonra Ruhi Bey Ölüler ki bir gün gömülür/ İçimizdeki ölüler, dışımızdaki ölüler/ İnsan yaşıyorken özgürdür./ İnsan yaşıyorken özgürdür. Bu ikilikler bize savaş her şeyin içinde bulunan belirleyici güçtür, diyen ilkçağın ünlü filozofu Herakleitos’u çağırır. Her şeyin her an değiştiği bu evrende iyi ya da kötü, güçlü ya da zayıf gibi her bir öğe bir diğerinin geçici üstünlüğüne bağlıdır. O halde ne iyinin ne de güçlünün üstünlüğü, değişimin karşısında işlemez. Baudleaire’in de söylediği gibi ‘içinde kötülüğün olmadığı bir güzellik anlayışı eksiktir’. İnsan denilen varlık da içinde hem yaşamı hem ölümü taşır. Yaşamak bu şekliyle her an ölüme karşı gelmektir. Şiir, Doğrusu anlamıyoruz Ruhi Bey/ Her insan biraz ölüdür/ sözleriyle diyalog biçimiyle tamamlanır. Bu çoksesli şiir örneğiyle şiirin baş kahramanı Ruhi Bey çevresinde, bugün ya da geçmişle çok geçişli insanların durumu ustaca işlenir. Ben Ruhi Bey, nasıl olan Ruhi Bey/ nasıl olan Ruhi Bey/ Nasılım/ Bir yaz ikindisinden çıktım geldim/ Diyelim bir pazartesiydi, biraz da şöyle geldim/ Kapıyı iyice kapadım/- Kapadım mı, evet, kapadım-
O halde yaşam ve ölüm gibi iki temel olguyu bir arada algılayan insan için, umut ve umutsuzluk ikiliği de eşzamanlı yaşanmaktadır. Elbette umutsuzluğa düşerim bazen/ Elbette umutluyum her zaman/ Neden yazılır bir şiir/ Neden okunur bunca yazı/ Çünkü nasıl aşılabilir başkaca/ İnsanın karmaşıklığı. Ancak şair, burada konuyu belirtmekten öte bir çözüm denemesi de verir. Bu iki varoluşsal duygunun bağlarını insan ve yazı koşutluğu içinde kurmayı dener. Her ne kadar insan, yaşam ve ölüm karşısındaki duruşu, umudu, inanış ve isyanlarıyla karmaşık bir yapıda görünse de bir yanıyla bu öğeler, varlıksal işleyişin insanca etkilenimleri oluşuyla çözüme hep açıktır. Burada tek çare yazı, ille de şiir, insan ve varlıktaki uyumsuzluğu bir ölçüde yamar. Birbirinden uzak parçalar bu yolla, birbirine tuturulur. Bazen sıkıntı ona Kim ne derse desin ben bugünü yakıyorum, yeniden doğmak için çıkardığım yangından diyerek, yeniden kendini var etmek şansı verir. Çünkü gün umutsuzca yakılsa bile devamı her şeyi düzeltebilir. Saklamışım anlaşılan/ Odasında yapayanlız doğuran bir kadının/ Dışa vurmak istemediği/ Ya da pek gereksinmediği/ O iniltiyi andıran/ Duyurulmayan her şeyi… Korkmuyorum artık solmaktan/ Solmaktan ve solgunluktan/ Gelmişim nerelerden böyle/ Kurumuş bir dere yatağı gibi/ ya da pek kurumamışta/ baygın, hasta ya da can çekişen/ Çırparaktan yüzgeçlerimi dip sularında/ Ya da yer tahtaları, muşamba, örtük perdelerin kasvetini/ Yorgun düşerek taşımaktan dizeleri, umudun insanın yaşamsal yönünü ne denli hareketlendirdiğini anımsatır. Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile/ Çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.
Nesnelerle kurulan ilişki
Genellikle kalabalık yerleri sevdiğini söyleyen şair, caddeler, sokaklar, içki evleri, garlar ve iskelelerin… şiirlerinin önsözü olduğundan söz eder. Şairin sahnede olan çiçek sergicisi, meyhaneci, kürk tamircisi, otel katibi olan insanların durumları evrensel insanı işlemek için toplanan değişik renklerdeki örneklerdir. Ancak insanı vermek kolay olmaz. Çünkü insan, özünde kör noktaları olan ve bu açmazları ve suskunluklarıyla yaşama katılan bir varlıktır. Tüm saklanılan, kirli, tutuk, zavallı duyguların dışavurumu ise insanın özgürleştiği yazı ve yaşam birlikteliği içinde mümkündür.
Öte yandan Cansever’in şiirine yerleşen nesnelerle kurulan ilişki aracısız, onlara sayısız yaklaşımın arayışları olarak görülebilir. Nesneleri algılamaya, bilmeye çalışan öznenin, naif yalnız çıkışlarıdır bunlar. Alışılagelen bildik haykırışlar, söylemler yoktur şairde, tüm parlaklık,dış dünyayı aydınlatan sahte lambalar kapatılmıştır. Oyunun paylaşımındaki samimiyet arttıkça anlama açılan bir görme istemi başkaya da yaklaşır tekilden çıkarak. Anlama uğraşı pek çok çatışmayı söker. Bu çalkanışların acısı bazen duyulmaz. Pek çok duygu yer değiştirir ortalıkta hatta bazıları yolculanır uzaklara. Sahneler aranır, değiştirilir, empati kurulur şeylerle.. Odada bir el, el de bir elma- gibi. Nesneler bizimle eşitlenmiş ve anlamları belirginleşmiş halde dizilir. Şair için nesneler değerlidir. Çünkü hepsi birer seçimin sonucudur. Dışımızdaki bu şeylerin hepsi de bizim hayatımızın içindedir. Öyleyse rastlantısallıklarından arınmalıdır. Ayaksız iskemleler, uzayan eller, balıkla deniz tutmak onun nesnelerle kurduğu sayısız yaratıcı anlatım olanaklarından bazılarıdır.
Mekan ters yüz edilirken zihinsel işleyişte iyiden iyiye kurcalanır. Parmağını sürsen elmaya, rengini anlarsın. Renklerin görülmesi dokunuşla gerçekleşir. Gözünle görsen elmayı sesini duyarsın. Bu defa normal bir edimle elmadaki bilince geçiş mümkünleşir. Tersine dönüş, duyuların irreele gidişidir. Alışkanlığın tuzaklarından çıkış için olanakların çeşitliliğine sığınılmıştır.
Şair sıradan bir şeyi bile anlatmaya kalktığında garip bir kıpırdanma bizi nesnelerin içine çeker. Varlıklar dünyası; ‘alüminyum dükkan’ başlığı altında toplanır. Su, nehir, rüzgar, bilinen, bilinmeyen, giyilmiş ayakkabılar, ekmeğin sürülüşü, duymak, düşünmek hepsi art arda getirilir. Günlük yapısından çözülerek bizdeki anlamla yeni bir bütünlük kazanır. Çok sık kullanılmayan bir eşya, pek geçilmeyen bir sokak gibi, yeni bir yere geçtiğimizi biliriz. Kavramların iç içe geçmişliğinde başka bir dil kendini kurar. Ki bazı durumlara söz yoktur./ Hem neden olsun/ Her durumun dili başka başka durumlardır.
Şairde dilin kullanımındaki oyunlar çoğu kez şaşırtıcı niteliklerdedir. Sık sık ses tekrarlarına başvurulur. Bir kadında bir çocuk hayaleti mi/ Bir çocukta bir kadın hayaleti mi dizelerinde olduğu türden. Buralarda şiir, anlamsal bakımdan genişleme yaşar. Çünkü anlam dediğimiz şey bir yönüyle gerçekliğin kendisini bozan değiştiren bir eylemdir de, oysa onu olduğu gibi korumak gereklidir. Bu ise onları anlammış gibi saran örtüleri soymakla mümkündür. Varlığı algılayacak olan insan, değişik hareketlenimler göstererek onları üzerlerindeki kabuk kimliklerinden ayrı düşünmek ister. Mor deriz, mor bilinir çünkü… orkideler satılan bir dükkanın/ Önündeki çiçek artıklarına…/ Yazısız bir kağıda günlerce baktığım olurdu../ Giderek bakmanın tam kendisi olurdum. Yani ben Bakmanın düzlüğü ve hiçliği ve sonrasızlığındaki şey… Bakma’lar aracılığında kendini çizme, kendini ters yüz etme, eksik gedik yanlarını kıstırma arzusu sezilir.
Görülmeyenin aktarımındaki bu incelik onu bozmamaya yönelik dilsel bir çabanın sonucu olarak düşünülmelidir. Sıkıntıyı buruşuk bir iç çamaşırı gibi saklayan/ Bu kımıltısız gövde/ Görülmemiştir ki hiç görülsün şimdi/ Görülmediği gibi gün doğumundan havalanan kuşların… görülmediği gibi… Sıkıntı; insandaki hareket, zaman ve akışın izlenişinin bıraktığı yorgunluktur. Çünkü yaşayışı takip etmenin durdurulumazlığı zihni yorar. Burada bardağa, masaya ya da çiçeğe uzanış içinde olan başka -ya dikkat çekme, bize şiirin biçim ve içerik olarak yenilik arayışında olduğunu gösterir. Kalıcılık, insanın bakan, konuşan görüntüleriyle olmaz. Bekleyen, aldatan, kaçan, üzülen ve çeşitli içsel durumlar içinde verilen insanlar gerçekte, genel insan dramını vermeyi sağlayan araçlar olarak onun dünyasında dururlar. Sonra pek kimse bilmez sanırım/ günlük yaşamanın tanımadığımız yerleri vardır./ Ve insanlar benim dünyamdaki çizgileriyle/ Duruyordular ki/ Ve sokakların ıslanmış taşlarında o kadar duruyordular ki/ hiç dağılmadan.. Eski Bir Takvim İçin Şiirlerde de yine varlığa bu türlü bakma olsa da bir yanıyla, kendinden geçme, yaşamın akışına karışma isteği bir tür esriklik olarak görülebilir. Yağar ki sokaklarda bir uzun yağmur,/ Islanırım ıslanırım anlamam.. Sanki nedir bir yağmurun güzel olması/ Sahi bir yağmurun güzel olması../ Yağarken kendine severek basmasından.
Edip Cansever’de susmak, yorulmak, yalnızlık gibi kavramlar aynı temayı çoğaltmaya yarayan sözcüklerin farklı söylenişleri gibi de görülebilir. Susarak katlanıyoruz her mutsuzluğu/ Yorulduğun zaman söyle/ Susalım hiç konuşmayalım istersen..de olan haliyle./ ..Sanki ben upuzun bir hikaye/ En okunmadık yerlerimle/ Yok artık sıkılıyorum.
Bu elbette onun aktardığı konusal bütünlüğünün küçük ayrıntılarıdır. Eski Bir Takvim İçin Şiirlerde ise Ve içimde gezerim ucu sivri bir bıçakla/ Söylesem size söylerim ey ipini kendi gerenler/ kedere kederle, ağrıya ağrıyla karşı çıkarım diyen şairin Kafka’yı anımsatan türden, insanın kendisiyle olan çok amaçlı oyununu buluruz. Yaprak olsun, yalnızlık olsun tüm ‘salon’da olanların dili vardır. Şair susmayı da, konuşmayı da bildiği tek şey olan yine dilin olanakları çinde anlatır. Zaten şair için görmediğimiz bir yanı da yaşamın/ onun dile geçme tutkusudur. Ama bunlar kendi olanaklarıyla hareket ederler. Uyumsuz bir dünyada konuşan insan yine kendinden destek alarak ‘anlama işçileri’ adıyla evreni kendisi için bir kez daha dille kurar. İnsanın kendine kattığı en temel şey de budur.
Genel anlamda Edip Cansever’in şiirlerinde hem şiirin yapısallığındaki hem de konuların kendindeki devinimlilik, yani şiirsel imgelerin çok anlamlı boyutları açık bir bilinci gerektirir. Olay örgülerinin yanında verilen fonlar konu geçişleri, ses birliktelikleri gibi pek çok incelikli ayrıntı şiire özenle girer. Elbette Cansever’deki şiirsel yapı; yeniliği, yaratıcı düşünceyi ilke edinen zihin için daha belirleyicidir. Çünkü şaire göre; kendimizi giyime, sigaraya, yemek yemeye, eğlenmeye hazır tuttuğumuz gibi şiirin tadına varmaya da hazır tutmamız gerekir. İşte o zaman üstümüze şiirin ağırlığı çöker.
Şiire yapılabilecek her yorum; hangi biçimde olursa olsun onu değerlendirenin anlama ilişkin onlarca çağrışım öbeğinden bir tanesini seçişidir. Bu anlamda her şiir çözümlemesi, şiirsel yanlılığın biçimlendirdiği bir heykel gibi şiiri görünür kılar. Şiirde saklanılanlar, yazıyla ele geçirilmek istenir. İşte çağdaş şiirimizin en önemli şairlerinden olan Edip Cansever’in şiirselliğini somutlaştırmayı deneyen bu yazı, onda saklı olanları bir ölçüde açmayı amaçladı. Sonsöz elbette şairin insanı tanımlaması ile olmalıdır. Ne gelir elimizden insan olmaktan başka..
(Didem Özdemir, Cumhuriyet Kitap, 4 Temmuz 2002)