Fakir Baykurt Üzerine
‘Değerimi bilen bilsin, bilmeyen ardımdan gülsün…’
‘Dikenlerin arasından çıkıp gelen bir yazarım ben,
Yüzyıllarca karanlıklarda bırakılmış köylerin
birinden Akçaköy’denim. Ailem yoksuldu.
Kır bayır kırk iki dönüm toprağımız vardı… Annem
babam okuma yazma bilmiyordu. Köyümüze geçten
geç tek açılan ilkokul yalnız üç sınıftı. Evimizde
tek bir kitap yoktu. Cumhuriyet beni götürdü,
açtığı Köy Enstitüsü’nde eğitti. Öğretmen yaptı
Elime kalem verdi, yurdun yazarları arasına
kattı. şimdi düşünüyorum yoksulluktan geliyorum’
Yolculuğa başladığında, çocukluktan delikanlılığa adım attığı yıllardı Fakir Baykurt’un. Batı Toroslar’dan, Göller yöresi memleketi Burdur’dan ayrıldığında kocaman hayalleri yoktu henüz. Geride bıraktıkları yakınları, konu-komşusu ve kendi kadar düş kurabiliyordu. Yoksulluğu, açlığı kadardı düşleri. Bir de elinden tutup farklı bilmediği bir geleceğe yolculuk yaptığı genç bir ‘arkadaş’ın sıcaklığı, içtenliği düştü aklına. İlk o zaman tanıştı yollarla. Uzun bir yolculuktu. Dağları, tarlaları, masmavi göğü seyre daldırdı rehberi ona. Çok ama çok uzak bir diyar, diye düşündü ilkin. Bir çay geçerdi ortasından. İki yanları sazlık-söğütlük. Çok pirinç ekerlerdi burada da. Sivrisinek Burdur’daki kadar çoktu Gönen’de.
İlk böyle başladı hayatla tanışıklığı. Anadolu’nun dört bir yanından gelen akranları, insanlarıyla daha o yaşlarda sevmeye, anlamaya başladı ülkesini. Gönen Köy Enstitüsü onu Fakir Baykurt yapan önemli bir ‘okul’du. Kişiliğini orada kazandı. Sahip olduğu kültür ve değerleri, en önemlisi de bağımsızlığı, onuru anladı, bildi. Gözü gibi koruyup yüceltmesini öğrendi. O günden sonra da hiç vazgeçmedi bunlardan. Sürgünler, hapisler pahasına.
Eskiyle kıyaslandığında halkların kültür ve değerlerine sahip çıkan pek çok genç buralarda yetişti. Kendi içinde eksiklikleri olmasına rağmen, üretken, soran, araştıran bir neslin önü açıldı Köy Enstitüleri’nde. Kuruluş amacı, bir bütün olarak programlarının devlet tarafından belirleniyor olması, bu gerçeği değiştirmedi.
Fakat enstitülerin ömrü uzun sürmedi. Menderes iktidarı döneminde bu enstitülerin kapısına kilit vuruldu.
Köy Enstitüleri’nin kapatılması konusunda, ‘ABD kapitalistleri, karlarının sürüp gitmesi için en anti-komünist fırtınalarını estiriyordu’ diyen Baykurt, kendi öğrencilik döneminden şöyle bahsedecekti:
‘Ben bunlardan birinin, Isparta’daki Gönen’in öğrencisiydim. Pek çok kitap bilgisini yaparak, üreterek öğrendim. 10 kilometre uzaktan içme suyu getirerek fizik, matematik. Suyolunu kazıyorduk iniş-yokuş. Künkler döşenince su çıkar mıydı? ‘Birleşik Kaplar’ yasası vardı, çıktı. Çevre köylerden eski Selçuklu künkleri bulup inceledik. Yosun tutmasın diye içlerini sırlamışlardı. Biz de ziftle kapladık. Ayrıca ben altı ay fotoğraf atölyesini, altı ay elektrik motorunu çalıştırdım, iki yıl da genel kitaplığı yönettim. Yazarlığımın altında bu iki yılın etkisini her zaman duyarım. Toprağı bir metre kazıp altüst ederek krizma yaptık, bağ diktik. Bir yandan da en yeni çevirileri okuyorduk.’
Anadolu’nun en ücra köşelerinde öğretmenlik yapmaya başladı. Öğretmenliği boyunca ülkesinin insanlarını, köylerini, köylülerini daha çok sevdi. Köy Enstitüleri’nde öğrendiklerini gittiği köylerde hayata geçirmeye çalıştı. Onlarla tarlaya gitti çift sürmeye. Elektriksiz-susuz köylerde elektrik-su getirmek için düştü yollara. Doğumlarda-ölümlerinde yanı başlarında oldu. Çocuklar kir-pas içinde, açlık-yoksulluk içinde büyürken hep gelecek güzel günleri anlattı ve yaşattı onlara. Kan davalarına tanık oldu. Barıştırdı kimini. Kimi hasım belledi bu yüzden onu. Hatta ‘komünist’ diye yuhalayanlar, kovmak isteyenlerle karşılaştı. Bulaşıcı hastalıklar yayıldı köylerde. Aşı getirtti, küçükten büyüğe aşıladı herkesi. Çaresizliklerine çare olmaya çalıştı. Kırk yıllık kelli felli politikacılar kandırmasın, kanmasınlar istedi. Doğruları anlattı onlara…
‘ELBET TARİHİN DEDİĞİ OLACAK’…
Halkın öğretmeni olmaya karar verdiği yıllar, aynı zamanda Menderes iktidarının hak ve özgürlükler mücadelesi karşısında baskılarının da arttığı yıllardı. Fakir Baykurt’un kurucuları arasında olduğu Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) de bu baskılardan fazlasıyla nasibini aldı. TÖS’e üye öğretmenler sürgünlerle, meslekten atmalarla ve hapis cezalarıyla yıldırılmaya, dağıtılmaya çalışıldı.
Bu dönemde ‘öğretmen kıyımı’ deyimi yerleşti öğretmenler arasında. ‘Dün yolları kesilenler bugün başları kesilmekte, kafalarına göğüslerine kurşun sıkılmaktadır. Öldürülenlerin sayısı günbegün artmaktadır.’diyordu Baykurt.
Fakir Baykurt yola çıktığında söylediklerinde ısrar etmeye devam etti. Herkes için bilimsel bir eğitimden yana oldu. Öyle bir eğitim programı olmalıydı ki sadece gençler değil, işçi-memur, köylü halkın bütün kesimlerini kapsayabilmeliydi bu program. Bu nedenle gerek sendikal faaliyetlerini, gerekse halkla ilişkilerini koparmadı. Yaşam savaşmaktı onun için. Ve her kesim vardı bu savaşın içinde. ‘Öğrenciler, öğretmenler bilcümle ilerici aydınlar, köy ve şehir emekçileri bu savaşıma alın terlerini, göz nurlarını katmaktadırlar.’
Köylerde yaşanan onca sıkıntıya çözüm bulmaya girişti. Kapatıldığından bu yana hep özlem duyduğu Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumlarını kısa vadede bir alternatif olarak görmeye başladı. Ona göre köylülerimiz gündüz tarlada çalıştıktan sonra akşam eve geldiğinde gazetesini, kitabını okuyabilmeliydi.
Köy Enstitüleri’yle bu sağlanabilirdi. Okul, postane, doktor, eczane her şey bulunmalıydı köylerde. Bakımlı bahçeleri, bol ürün veren tarlaları, hayvanları olabilmeliydi köylerin. Ve tabii ki eğitimle köylülerimizi yaratmak, hayal olarak görülmemeliydi. Bütün bunları Köy Enstitüleri benzeri kurumlarla sağlamak mümkün olabilirdi. Böyle düşündüğü içindir ki, düzenle bağlarını tam olarak koparamadı Baykurt. Düzen içinde iyileştirmeler, reformlar, mücadelesinin temelini oluşturdu. Her şeye rağmen karamsarlığa düşmedi. Karamsarlığa düşenlere, içindeki alevi büyütmekten korkanlara gençleri örnek gösterdi. Her iyilik ve güzelliğin öğretmenlerle başlayıp, öğretmenlerle bitmediğini anlatmaya çalıştı. ‘Öğretmen yanıp karanlığı aydınlatacak’sa da karanlığı aydınlatacak ‘Tam Bağımsız Türkiye’ tutkusunu büyüten gençler de vardı bu ülkede;
‘Gençler artık ‘Çamlıca’ tepesinin çok berilerinden Antalya’nın Serik’inden, Antep’in, Urfa’nın, Ardahan’ın, Arhavi’nin köylerinden çıkıp gelmektedirler. Köy Enstitüsü kanallarını tıkadılarsa da, halk gücü başka delikler bularak, özsuyunu yer üstündeki toplumsal savaşım alanına doğru pompalamaktadır. Hatta bu yüzden tarihsel gecikme hüzün verici değil, toplum hazırlıklarını pekiştirdiği için güven verici olmaktadır.’
Umutsuzluğa düşmedi. Bu dönem bir tekerlekti. Hep ileriye doğru evrilen. O da geleceğe, aydınlık bir Türkiye’ye döndü yüzünü. ‘Halkımız güçlüdür. Tarih içinde yenilen biz olmayacağız, onlar olacaktır’. Kapitalizmin dizginsiz sömürüsüne duyduğu öfke kadar, bağımsızlığa olan inancı da güçlüydü. Halkları yozlaşmaktan, kurtaracak olan tek şey değerleri, kültür ve geleneklerine daha fazla sarılmaktı. Bunun için alaycı bir şekilde ele aldığı ‘Amerikan Sargısı’ kitabında çelişkileri göz önüne serdi. Yalın ve güçlü kalemiyle işledi kahramanlarını. Kahramanları içimizdendi. Gördükleri, yaşadıkları, hissettikleriyle hepimizden kişilikler yarattı. Okumuş, eli kalem tutmuş, uşak ruhlu karakterleri yaratırken de bu topraklardan esinlendi. Cahil ama bilge kişilikleri yaratırken de bu topraklar güç verdi ona.
Bir namus yoluna ölenlerdeniz’
‘Amerika geliyor’ çığlıklarının atıldığı Menderes iktidarı döneminde bu beklenti kadar nasıl yansıdı? Geldi de ne değişti? ‘Amerikan sargısı’ yaraları saran bir ilaç mıydı gerçekten? Yoksa iyice belini bükmek miydi köylünün? Kimi umutlandı… Ürünümüz daha bol olacak bu yıl dedi. Olmadı… Ertesi yıl… Bir sonraki yıl… Ama aldanmanın acısını duydu sonra içinde. Arabanın tozu dumanı içinde köyü aşındıran politikacılar, önceden hiç uğramazken, artık köyden çıkmayacak kadar yüzsüzleşen kaymakamlar…
Traktör geldi de ne oldu? Köyün en zengini daha fazla para kazanmaya başlamadı mı? Elektrik getirdi de Menderes; köylüler iki kat fazla sömürülmedi mi?
Bütün bu soruların karşılığını, öğretmenlik yaptığı yıllarda ‘Amerikan Sargısı’ kitabıyla verdi Baykurt. Amerikan emperyalizminin ikiyüzlülüğünü, deneyimleriyle gören köylülerin yaşantılarıyla verdi. Köylülerin ulaştıkları sonuçları bütün inanmışlığıyla işledi bu kitabında. Namussuzluktu Amerikalılara güvenmek. Namus örgüsü etrafında, güvenmemek gerektiğini işledi.
Fakir Baykurt, çok çetin koşullar altında yaşayan Anadolu insanlarının arasından çıkmış, geniş bir yaşam birikimine dayanarak düşünen bir yazardır. Bu nedenle köy gerçeğini, köy insanını, köydeki değişimi ustalıkla anlatabilmiştir.
Bir yandan yazıyor, duygularını aktarıyor, diğer yandan da halkın sorunlarıyla uğraşıyordu Baykurt. Edebiyatın gücünü biliyordu ve ona bir işlev yüklüyordu. Ona göre edebiyat sadece dil, estetik değil aynı zamanda ‘söz’dü de. Doğruya, iyiye, güzele ulaşmak için söylenmiş sözler. Fakir Baykurt da söylediklerinin peşine düşüyordu.
Tüm bunlar onu iktidarın hedefi yapmaya yetti de arttı. Bu nedenle 12 Mart cuntasında kapatılan TÖS davasında, 1 No’lu sanık olarak yargılandı. Askeri savcı, TÖS’ün gizli bir örgüt haline dönüştüğünü, komünizm propagandası yaptığını iddia edip, cezalandırılmalarını istiyordu.
TÖS Genel Başkanı sıfatıyla, davada bir numaralı sanık olan Baykurt, askeri savcının iddialarını tek tek yanıtladı. Diğer yandan da kapatılma olasılığına karşı, hapishaneden yaptıkları yönlendirme ile TÖB-DER’in kurulmasını sağladı.
Mamak Askeri Hapishanesi’nde yatarken, sekiz yıl ağır hapis cezası aldı. Arada çıkarılan af tartışmalarına karşı, onurlu bir aydının göstermesi gereken tavrı aldı; ‘Aftan yararlanmayacağız.’ dedi. Bu yıllarını anlatan Baykurt ‘Eğer affı kabul etseydik, yasadan yararlanmak isteseydik, arkadaşlarla birlikte hemen içerden çıkacaktık. Ama o zaman sıkıyönetim savcısının iddianamesindeki öğretmenlere yönelik suçlamasını kabul etmiş olacaktık.’ diyordu. Hapisten çıktıktan sonra bir yandan yazarlığa devam eden Baykurt, diğer yandan da ülkede yaşanan toplumsal gelişmelere duyarsız kalmıyor, devlet katliamlarını lanetliyordu. O dönem her gün devrimcileri, halkı, aydınları hedef alan kontra cinayetler ve tehditler yüzünden Almanya’ya yerleşti. 12 Eylül askeri cuntasıyla birlikte uzun yıllar Türkiye’ye adımını atamadı. Baykurt, Almanya’da da Türkiye’den uzak kalmadı. Almanya’daki Türkiyeliler’in sorunlarını işlemeye başladı kitaplarında. Almanya’da Türkçe öğretmenliği yapan Baykurt, orada yapılan etkinliklere de katılıyor bir ölçüde. Türkiye’ye olan özlemini bu şekilde gideriyordu. Bunun yanı sıra Türkiye’de yayınlanan dergilere de, kaleme aldığı yazıları gönderiyordu.
İlk romanı, Artvin’de ortaokul öğretmenliği yaptığı sırada yayımlandı. Herkesin defalarca televizyonlarda izleyip, kitaplarda okuduğu ‘Yılanların Öcü’. Yine bir köyü canlandırdığı bu kitabında, insanların korkularını da işleyen yazar; öç duygusunu bütün kuşatmışlığıyla verdi. Ardından ‘Tırpan’, ‘Can Parası’, ‘Kara Ahmet Destanı’… ‘Yılanların Öcü’ kitabıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. Bu ilk ödülüydü. Bundan sonraki eserleriyle birlikte, kırkı aşkın ödül alacaktı Fakirt Baykurt.
Romanlarında, öykülerinde halkın acılarını, dertlerini anlattı. Artvin’den, Burdur’dan, Yeşilova’dan, Gönen’den, Karadeniz’den, Türk köylüsünü, Kürt işçisini, ırgatı, ağayı, üniversiteliyi, öğretmeniyle Türkiye halklarının sıkıntılarını duydu yüreğinde. Aynı yoğunlukla yazdı. Kısa, vurgulu cümleler ve ifadeler kullandı. Küçüğünden büyüğüne yazdıklarını, küçüğünden büyüğüne okuttu.
O halkın öğretmeni olduğu kadar, halkın sanatçısıydı aynı zamanda. Halk gibi düşünmeyenlere, halkın acılarını hissetmeyenlere duyduğu öfkeyi her zaman dile getirdi. Eserlerinin değersizliğini, yaşamlarının değersizliğini hatırlattı bu tür ‘aydınlara’.
‘Dışarıda kalıyoruz dışarıda. Hatta yukarıda… Yurdumuzda aydın kişinin tutumu, halka, köylüye hep dışardan, yukardan bakmak. Yemeğinden yememek, yatağında yatmamak. Hatta tiksinmek, hor görmek, küçümsemek. Halk ayrı, aydınlar ayrı iki kutup, ara yerde de insanın gücüne giden kocaman bir uçurum.’
Eleştirilerinde acımasız oldu. Bir tarafta, bir karış toprak için bütün değerlerinden, insanlıklarından vazgeçenler; diğer tarafta Irazca vardı. Irazca namusun, Irazca -birlik olunduğunda- her şeye göğüs gerilebileceğinin simgesi. Sonunda Bayram göçüp gitse de köyden, Irazca tek başına, aman dilemeyenlerin gururu olarak milyonların gönlünde yer etti.
Fakir Baykurt ‘ruhsuz’lara, ‘Irazca’nın Dirliği’ gibi daha pek çok eserleriyle ait oldukları yeri göstermeye devam etti. ‘Bir dönemeçte başını çevirip gerilere baktı. Üç damlar mahallesi, derenin oylumunda çöküp duruyordu. Ceviz ağaçlarında bir tane yaprak kalmamıştı. Çınarlar çıplaktı’ diye anlattığı Onuncu Köy kitabında en yiğidini de, en yorgununu da, apak umutlarıyla hep güleç genç kızlarıyla yine bu toprakların, bu memleketin insanlarını aldı kaleme. Topal Pehlivan’ı, Ziynet’i, Gök Sultan’ı ve daha nicelerini… İçtikleri kadehlerde ‘memleket kurtaranlara’ ibret olması için yazdı.
‘DEĞERİMİ BİLEN BİLSİN BİLMEYEN ARDIMDAN GÜLSÜN’
Fakir Baykurt yetmiş yaşında, yurdundan uzakta öldüğünde ardında birçok eser bıraktı. Eserleri hayatın, toprağın, insanların anlatımlarıydı. Sadece öz yaşam öğeleri kullandı kitaplarında. Diline yaşamdan gelmenin bütün canlılığı, inandırıcılığı, tazeliği hakimdi. Kendisinin de önem verdiği tek şey buydu. Dil onun için, yazarın düşüncesinin dünyayı yorumlama ve değerlendirme anlayışının aynasıydı.
‘Köylünün düşünü kavramamış bir edebiyatçının sadece köylü ağzı kullanması bir hiçtir. Bırakalım şiveyi, dilin kendisi bile düşünceyi taşımanın bir aracı değil midir? Asıl olan şiveden önceki düşünce, düşünceden önceki yaşamdır. Konu böyle ele alınırsa edebiyatta yerel dilin yerinde ve uygun oranda kullanılması yararlıdır.’
Dili ustalıkla kullandı. Konuşma dilinin kısa, vurucu anlatım gücünden bol bol yararlandı.
‘Bugünkü okur sadece anlatılanı dinlemekle yetinmez. Olayı aynı zamanda gözüyle adım adım izlemek, olaya katılmak ister.’ Bu noktanın ne kadar önemli olduğunu çağının aydın ve sanatçılarına örnek alınacak eserleriyle kavratmaya çalıştı. Olayları sadece anlatmakla yetinmeyen Baykurt, konunun an an izlenmesini sağlayarak, okurları da kattı kitaplarına. Türkçeyi kullanmasının yanı sıra, öz Türkçe’nin geliştirilip yaygınlaştırılmasına çaba gösterdi. Yer yer olayları açıkladı, nedenlerini ortaya koydu; değişik meslek, kültür, sınıf ve katmandan kişileri konuşturdu eserlerinde. Başarısı halka yaslanması, halkı aydınlatmasıydı.
‘Değerimi bilen bilsin, bilmeyen ardımdan gülsün.’ demişti yıllar önce ve bildiğinde ısrar ederek.
Fakir Baykurt sadece eserlerini değil, günümüz koşullarıyla düşünüldüğünde, halkın sanatçısı olabilmenin erdemini bıraktı ardında. Herkesin gönül rahatlığıyla namuslu aydın diyebileceği bir yaşam bıraktı. Halkın aydını, halkın öğretmeni, halkın sanatçısı Fakir Baykurt, Anadolu topraklarında yaşamaya devam ediyor.
Türkiye halklarının acılarında, dertlerinde, sıkıntılarında, özlemlerinde yaşamaya devam ediyor.
”Varmak’ güzel bir söz ama o kadar kolay değil. Tarih içinde yorucu, öldürücü bir maratondur varmak. Çok insan davranır varmak için, ama azı varır. Halkın ve öğretmenlerin çektiği bence o varıştı, varışlarda değerini bulacak.’
Varmak istediğin yoldasın. Yine gözün kitabın satırları üzerinde gidip geliyor, aynı şeyleri kovalıyor aklın. Dağlar görünüyor pencerenden. Dağların başı…
Başlıca yapıtları: (Öykü) Çilli, Efendilik Savaşı, Karın Ağrısı, Cüce Muhammet, Anadolu Garajı, Onbinlerce Kağnı, Can Parası, İçerdeki Oğul, Sınırdaki Ölü, Gece Vardiyası, Barış Çöreği, Duisburg Treni; (Roman)Yılanların Öcü, Irazcanın Dirliği, Onuncu Köy, Amerikan Sargısı, Kaplumbağalar, Tırpan, Köygöçüren, Keklik, Kara Ahmet Destanı, Yayla, Yüksek Fırtınalar, Koca Ren, Yarım Ekmek; (Toplum- Eğitim Yazıları) Efkar Tepesi, şamaroğlanları; (Halk Kitabı) Kerem ile Aslı; (şiir) Bir uzun; (Çocuk Kitabı) Topal Arkadaş, Yandım Ali, Sakarca, Sarı Köpek.
(Erhan Canoba)