Yaşar Kemal İle
Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” adlı dörtlemesinin ikinci kitabı “Karıncanın Su İçtiği” Adam Yayınları’ndan çıktı. Yaşar Kemal ile kitabı konuşmak üzere başladık söze ama tabii ki onunla sınırlı kalamadık. Büyük bir edebiyatçıyı tek bir konuya hapsetmek ne mümkün?
“FIRAT Suyu Kan Akıyor Baksana”, “Bir Ada Hikayesi” olarak tanımladığınız dörtlemenin ilk kitabıydı. İkinci kitap çıktı…
Evet. İkinci kitabın adı “Karıncanın Su İçtiği”. Bu bir Karadeniz deyimi. “Deniz, o kadar durgundu ki karıncalar su içerdi” anlamına geliyor.
Diğer iki kitap?
Üçüncü kitabı da bitirdim, sadece dördüncü kaldı. Üçüncü, sonbaharda çıkacak. Önümüzdeki bahara kadar da dördüncüyü bitiririm.
Ne zaman başladınız bu dörtlemeyi yazmaya?
11 Nisan 1996’da başladım. Birinci 360 sayfa, ikinci 495, üçüncü 400, dördüncü de 350 – 400 sayfa kadar. Toplam 1500 – 1600 sayfa…
Yazmaya başlarken bu çapta bir dörtleme olacağını tahmin etmiş miydiniz?
Tahmin ediyordum. Başlangıçta ekolojik bir roman diye düşünmüştüm. Ada’daki Grekler Yunanistan’a gönderilmiş, oradaki Türkler de buraya… Bu, 1922’de Lozan’da Avrupa’nın verdiği inanılmayacak kadar kötü, insanlığa yakışmayan bir karar. I. ve II. Dünya Savaşı’nı çıkaran Avrupa bunu da yapar diyeceksiniz ama mübadele hoş bir şey değil.
Adada kimseye sormuyorlar, gitmek istiyor musun diye…
Yunanistan’daki Türklere de sormuyorlar. İnsanların yüzlerce yıllık yurdu… Bilmem kaç kuşak doğup büyümüş oralarda. Onun için buna aydın Batılılar “tarihin en büyük sürgünü” diyorlar. İki yıl içinde iki milyon kişi karşılıklı olarak yer değiştiriyor.
Bu, aynı zamanda benim ailemin de hikayesi demiştiniz.
Bizim köyümüz Van Gölü kıyısındaydı. Köye Rus orduları geliyor. Köyün beyi babamın amcası oluyor. İstanbul’da okumuş, Paris’e gitmiş, kültürlü bir adam. Rus orduları geliyor, korkunç bir akın var köyün içine. Bizimkiler önce aldırmıyorlar. Ama bütün millet gidiyor batı güneye doğru, Diyarbakır’dan, Urfa’dan, Adana’ya hatta İzmir’e kadar… 1914 – 1915 yılları… Top sesleri geliyor, herkes gidiyor, bizimkiler gene gitmiyor. Sonra köyün içine bir top güllesi düşüyor. Müthiş bir su çıkıyor güllenin düştüğü yerden. 1951’de gazeteci olarak gittim oraya. Kar vardı, eksinin altında 20 derece. O suya elimi soktum, sıcacık, meğer o zaman maden suyu çıkmış, güllenin düştüğü yerden. Neyse… Su da çıkınca bizimkiler gitmeye karar veriyorlar. Amcamın karısı Zübeyde ve akraba bir kadın el ele tutuşmuş yürüyorlar. Köyden çıkarken bir şarapnel parçası ellerine düşüyor, parmaklarını koparıyor. Sonunda Çukurova’ya geliyorlar. Çukurova’da korkunç bir hasretle yaşadık, inanılmaz türküler: Turnalar gidin memlekete bir ağaç dikmiştim, oraya Van Gölü’nün kıyısına, duruyor mu o ağaca bakın…
Aynı durum… Önce gitmemek adına gösterilen direnç sonra hasret…
Topraklarından vazgeçmek istemiyorlar çünkü. Yaşadığı yerden çıkmak zorunda bırakıldığında yüreği kopmuş gibi oluyor insanın. O kadar büyük bir acı! Ama işte böyle bir karar veriyor Avrupa, Lozan Konferansı’nda.
Mustafa Kemal ve Venizelos da onaylıyor.
Onlar bunu isteyebilir ama suç Avrupalıların. Belki çıkarları vardı bu işte. Belki de daha çok Yunanlıların çıkarı vardı. Bizim çıkarımız yoktu, hatta zararımıza oldu.
O zaman ailenizin yaşadığı sürgün de etkili oldu bu kitabı yazmanızda.
Nasıl yazar, bir yazar? Elbette yazdıklarının bir gerçek tarafı olmalı. Ben o acıyı o kadar benimsemişim ki, böyle bir dörtleme çıktı ortaya.
Hikaye Ege‘nin bir adasında geçiyor. Oysa Yaşar Kemal denince akla hep Çukurova, Toroslar, oradaki insanlar, ağalık sorunları, kan davası gelir.
Çukurova’da da olsa, Ege’nin bir adasında da, benim derdim insanoğlunun psikolojik durumu.
Tamam ama neden Ege?
İlk roman düşüncem bir suyun trajedisiydi. Toroslar’dan akan su 60 – 70 km. geliyor, sonra Ceyhan Irmağı’na karışıyor. Böyle 20 tane su var. O suyu kesiyorlar bir yerden, bend yapıyorlar, çeltik ekmek için. Suyun bir trajedisi var ovaya gidinceye kadar. Balıkların durumu müthiş. Toprak yarılıyor. Bunları yazmak istedim. Bir doğa hikayesi… Ege’de bir adanın yok olması benim için daha somut bir olaydı. Çünkü gördüm. Buradaki adaların hepsini yok etmişler. Ne bağ kalmış ne ağaç. Rumlar gittikten sonra adalar çırılçıplak. Bilmediğim, gitmediğim ada yok. Nasıl boşaltıldıklarını, üstündeki yüzörtüsünün nasıl yok olduğunu, denizin nasıl kuruduğunu biliyorum.
İnsan psikolojisini de biliyorsunuz. Karakterlerin ruh durumlarındaki değişkenliği de bütün ayrıntılarıyla veriyorsunuz bu kitapta, kitaplarınızda…
İnsanoğlu aynı çizgide gitmez hep. Çelişkileri vardır, güldüğü, ağladığı zamanlar, korktuğu, cesur davrandığı anlar… Deniz anası gibi, eline alıp tutamıyorsun. Benim romanlarımda da böyle. Bu çağın romanı da biraz böyle.
Bu çağın romanı?
İnsanoğlunun gerçeğine varmaya çalışan bir roman… İnsanoğlunun gerçeğine ne kadar varılabilir? Benim bu derdim hiçbir zaman anlaşılmadı Türkiye’de. Ne Türkiye’de ne dışarıda romanımda ne yapmak istediğimi anlayabildi insanlar. İnsanın gerçeğine ait yeni şeyler bulmak… Başka ne işi var ki romanın? Roman, insan psikolojisini, değişen insanı vermek zorundadır. Görebiliyorsa tabii…
Okurun da bunu fark etmesi gerekiyor.
Türkiye’de çoğu insan roman okumasını bilmiyor. Vasili karakteri için deli diyenler çıktı. Adam adada tek başına kalmış, insan yüzü görmeye hasret. Bu arada da adaya ilk ayak basanı öldürecek. Bir kamışlığın içine giriyor. Titremeye başlıyor, gelen adamı bir türlü öldüremiyor. Sineği bile öldüremem ben. Ama insan kızıyor bazen, o psikolojiyi biliyorum.
Bu kitapla ilgili eleştirel anlamda yazı da çıkmadı fazla.
İki yazı çıktı. Biri Zülfü Livaneli’nin diğeri Memed Fuat’ın…
Niye? Çekindiklerinden, korktuklarından mı?
Bilmiyorum. Ciddiye almadılar herhalde. “İnce Memed” 43 dile çevrildi. Fransa’da 100 – 150 yazı çıkmış. Türkiye’de 1 milyondan fazla sattı. Saysak onunla ilgili çıkan yazı tahmin edemeyeceğiniz kadar az. Niye benim ülkemde benim kitaplarım hakkında yazılmıyor bilmiyorum. Belki başka yazarlar hakkında da çıkmıyordur. Nazım Hikmet dünya çapında bir şiir yazmış. Türk dilinde bir şiir dili yaratmış ve hepimizi etkilemiş Türkçesiyle. Başka bir ülkede olsa Nazım Hikmet şiiriyle ilgili en az 50 araştırma 50 de eleştiri kitabı çıkardı. Ama bizde ağırlık onun kaç kadına aşık olduğu. Kimseyi de suçlayamıyorum, bu ülke böyle n’apalım…
Kitaplarınızdan çok siyasi kimliğinizle ilgilenmeyi tercih ettiklerini söyleyebilir miyiz? Nazım‘ın kadınları, Yaşar Kemal‘in siyasası…
Siyasi kimliğimle ilgilenmeyi de tercih etmediler. Türkiye İşçi Partisi bağımsız sosyalistti. O bir marksist partide ilk defa oluyordu bütün dünyada. Yani Sovyetler Birliği’ne bağlı olmayan bir partiydi. Bunu ilan ettik. Benim o tarafımı da kimse bilmez. Bana beş defa milletvekilliği teklif edildiğini, benim kabul etmediğimi siz biliyor musunuz? İşçi Partisi’nin ikinci adamıydım. Beş milletvekili çıkarıldı, İşçi partililer tarafından ikinci seçilmiştim, Mehmet Ali Aybar birinciydi, ben kendimi zorla altıncı sıraya aldırdım. Sonradan 1973’te Ecevit bana Yekta Güngör Özden ile selam gönderdi, ben o sırada roman yazıyordum. Milletvekilliği teklif etti. Kabul edemeyeceğimi söyledim. Hiçbirini bilmezler. Ama ben de söylemedim. Neyse geçti gitti zaten… Ayrıca yaşamım hakkında da çok şey bilmiyorlar. Mesela “Yaşar Kemal bu yıl da Nobel adayı,” diyorlar. Hayır, Nobel adayı bir defa gösterilir. Ben 1973’te gösterildim. Nobel’e giden yolda bir aşamadır aday olmak. Bu adaylığı da iki yer gösterebilir. Bir tanesi İsveç.
Bu yıl Leyla Erbil de aday gösterildi.
Adayları sözünü ettiğim iki yer gösterir. Ama onlar ülkelerin PEN kulüplerine sorarlar, siz ne diyorsunuz diye. Onlar da Leyla Erbil ile Yaşar Kemal’i aday gösteriyorlar, adaylık da değil, öneri… O iki kurum tarafından aday gösterilmek öyle kolay iş değil.
Milletvekilliklerini neden kabul etmediniz?
Türkiye İşçi Partisi’nin sekiz yıl boyunca yönetim kurulundaydım. Ondan sonra 12 kişilik Yürütme Kurulu üyesiydim. Daha sonra birtakım seçimlerde propaganda komitesi başkanlığı yaptım. Onu merkez yürütme kurulu seçiyordu, orada ben de oldum. Boş olduğu yerlere gidiyordum. Pazarlıkla girdim, hiçbir şey teklif etmeyeceksiniz bana, dedim. Milletvekilliği falan… Aybar da çok sevdiğim bir adamdı, adın bulunsun, nasıl olsa aşağı düşersin dediler. Neredeyse Aybar’dan çok oy alacaktım. İkinci olunca şaşırdı herkes. Beni indirmek istemediler ortaya. İstifamı vermeye kalktım milletvekilliği adaylığından ve parti üyeliğinden. Sonunda kabul edip beni altıncı sıraya çektiler.
Ecevit‘i neden reddettiniz?
Ben milletvekili olmak istemiyordum. Çünkü ben bir yazarım. Milletvekilliği vaktimi alırdı, yoksa korktuğumdan değil. Roman yazamazdım o durumda. Sekiz sene İşçi Partisi’nde çalıştım, bana pahalıya mal oldu. Milletvekili olsaydım, o zaman her şey bitmişti. Politik kimliğim romanımın önüne geçerdi, bunu istemedim.
Kitaplarınızın eleştirilerine dönelim tekrar.
Fethi Naci, gelmiş geçmiş en büyük eleştirmenimiz. Onun da değerini bilemediler, doğru düzgün. Sonra Murat Belge var. Mayısta Bilkent’te bir sempozyum yapılacak benimle ilgili. Özdemir İnce’nin orada okuyacağı yazı elime geçti, değerlendirmesi çok doğru.
Bilkent‘teki sempozyumdan söz açılmışken, akademik çevrelerin değerlendirmelerine ne diyeceksiniz?
Üniversitelerden Türk edebiyatını insanlara anlatacak adamlar çıkmadı. Ahmet Hamdi Tanpınar bir kitap yazdı. Bir Mehmet Kaplan vardı, sağcıydı. Hikayecilik üzerine birtakım yazılar kaleme aldı, zannetmiyorum yazdıkların hepsinin doğru olduğunu. Daha, çok kitaplar yazılması gerekiyor, Ahmet Haşim için, Halit Ziya için, Reşat Nuri için, Sait Faik için… Bu konuda çok fukara Türkiye. Böyle iyi bir edebiyatı olan bir ülkenin, bir Orhan Kemal’i, Sait Faik’i, Fakir Baykurt’u, Talip Apaydın’ı olan bir ülkenin eleştiri, inceleme, araştırma düzeyi farklı olmalıydı.
Niye olmadı?
Bugünkü eğitim sisteminin sonuna kadar aleyhindeyim. Bu eğitim sisteminde insanoğlu adam olamaz, barışa kavuşamaz. Çünkü kötü bir eğitim sistemi.
Bu hep böyle miydi? Hasan ?Çli Yücel zamanında mesela?
Hayır. İlk defa Türkiye’de bir mucize yaratıldı. Köy Enstitüleri mucizesi. O mucize başlangıçtır. Bütün eğitim, üreterek ve yaratarak eğitime dönüşmezse yeryüzünde, barışa kavuşamaz insanoğlu, bundan kötü olur, birbirini sömürür, birbirinin gözünü oyar, zulmeder. Bu, okullardan çıktı.
Ama köy enstitüleri farklıydı diyorsunuz.
Dünyada ilk defaydı çünkü. Emperyalistleri yendik Dumlupınar’da, bu yeni bir şeydi. Ondan sonra köy enstitüleri ve halk evleri geldi, Türk milletinin yapıp da başkalarının yapmadığı… Birgün Mitterand ile konuşuyorduk. Ona yaşayarak ve üreterek uygulanacak eğitim sistemini anlattım. Bugünkü sistemi de anlattım. Onların eğitim sistemi de kötünün kötüsü. Deneysel eğitim, bir tek, Amerika’da yapılıyor, o da biraz. Mitterand bana dedi ki: “Güneyde 1927’de buna benzer 30 kadar okul kuruldu, Fransa bile kaldıramadı bunu…”
Türkiye nasıl kaldıracak?
Ama kaldırdı, on sene sürdü. Üreterek ve yaşayarak eğitimle ilgili belki bir de roman yazacağım. Bugün Türkiye’nin ne ilkokulu ilkokul ne üniversitesi üniversite… Ama yine de elimden gelseydi, hem kitap okuyarak hem de okula devam ederek, bu kötü okullarda bile üniversiteye gitmek isterdim ve folklorist olurdum herhalde. Yani gene de çocuklar üniversiteyi bitirsinler.
İkinci kitaba dönelim tekrar. “Karıncanın Su İçtiği”, özetle neyi anlatıyor?
Savaştan, yerinden yurdundan atılmadan dolayı insanların çektiklerini… Ve oraya sığınan insanların birbirlerine bağlanmalarını, dostlukları, sevgileri… İçlerinde Türkü var, Kürdü, Alevisi, Çerkezi, Arabı…
Bu arada ilk kitapta aslında yoğun olarak savaşı da anlatıyorsunuz.
İşte benim derdim o. Üçüncü ciltte Sarıkamış giriyor kitaba. O korkunç bir savaş. Romanın o bölümü Türk halkının İttihat ve Terakki’den aldığı intikamdır. Lanetleme intikamı…
Bu savaşları yazarken hayattaki savaşlar da devam ediyor. Afganistan, İsrail – Filistin…
Bana bunları yazdıran da o devam eden savaşlar zaten. Sürmesin diye yazılıyor. İkinci ciltte insanoğlunu toptan suçluyorum. Savaşı yaptıranlar var. Almanya’da, yazdığım roman için çevirmenim doğa kırımı ve insan kırımı dedi. Doğrusu da o. Kırım toptan öldürmek demek… Kitabın tümü için “kırım” sözü tutuyor. Birinci Dünya Savaşı kırımı. Hem insanların hem doğanın kırımı…
Ermeni kırımı?
O tüm dünyada tartışmalı. Böyle bir kırımın gerçekten olduğuna inansaydım onu da yazardım. Yazdırmazlardı belki. O zaman da Türkiye’de kalmazdım. Zor benim için Türkiye’den ayrılmak ama onu da yapardım. Ermenilerin öldürüldüğünü biliyorum, bu soykırım mı bilmiyorum. Türkler ve Kürtler de öldürülüyor. Bu bir çeşit savaş oluyor. Hitler’in Yahudileri öldürdüğü gibi elleri bağlı öldürülmediler. Belki de öldürüldüler aslında onu da bilmiyorum. Benim ailemin yaşadığı yerlerin bir tanesi Van tarafı, Ermenilerin çok olduğu yer. Diğeri Çukurova Ermeni Prensliği’nin kurulduğu yer. Ben çıkamadım işin içinden.
80 yaşınıza geldiniz, yeni bir kitabınız daha çıkıyor. Bu yaşta, bu büyük bir heyecan mı?
Bir kere 80 yaşında değilim. Nüfus cüzdanımda 1926 yazıyor. “İnce Memed”i bitirdiğim zaman müthiş bir heyecan duydum. Bir daha da öyle göklere uçacak kadar heyecanlanmadım. Şimdi romanın bittiğine seviniyorum tabii. Ben romanlarımda iki kez ağladım. İlkinde İnce Memed kitabın sonunda “Hürü Ana hakkını helal et,” dediğinde… Thilda dışarıdaydı, geldi “Niye ağlıyorsun, birini mi öldürdün?” diye sordu, “Yok” dedim, “İnce Memed Abdi Ağa’yı öldürmeye gitti, ona ağladım.” Bir de “Binboğalar Efsanesi”nde kadınların kolkola girip jandarmaları derim evine, kutsal bir çadırdır o ve jandarmalar yörük çadırlarını yıkmak ister, sokmadıkları bölümde… Bu çıkacak olan kitapta da bir atın yaşlanınca kendi kendine bırakıldığı bir bölüm vardı, Thilda ona ağlamıştı, ben de biraz ağladım. Sonuç olarak ben bu kitaptan memnunum. Böyle bir kitap, böyle bir Türkçe yazdığım için mutluyum.
Son yıllarda yeni kitaplar için tanıtım kampanyaları başlıyor biliyorsunuz.
Ben karışmıyorum bu işlere. Geçen gün yayınevinden arayıp bir reklam yapacaklarını söylediler. “Ne diyorsun?” dediler. “Ben kimsenin işine karışmam, kimseyi de işime karıştırmam,” dedim.
Bu yayınevinin işi yani… Peki sizi bilboardlara çıkarmak isterlerse?
Belki biraz itiraz ederim ama gene karışmam. Zamanında Orhan Kemal’in kitabı için de benzer kapmanyalar yapıldı ve bütün İstanbul’u bunlarla donattılar. “Orhan ne oluyor?” dedim, “Valla anlamadım arkadaş,” dedi, şaşkınlık içindeydi. Böyle bir şey olursa ben de şaşırırım. İtiraz edecek zamanım da var itiraz etmeyecek zamanım da…
Genel anlamda karşı mısınız bunlara?
Hayır. Ben korsanlara bile karşı değilim ki kampanyaya karşı çıkayım. Korsan bir kitapçı geldi, “Abi inanmazsın senin yüzünden zengin oldum,” dedi.
Oysa yazarlar son derece tepkili korsanlara…
Ben okunayım da ne yaparlarsa yapsınlar. Ben karışmam. Hiçbir zaman korsanların aleyhinde konuşmadım.
Bu, korsanların psikolojisini anlamakla ilgili bir şey mi?
Bir hırsızlık yapıyorlar. En iyi hırsızlık da kitap hırsızlığı herhalde. Ayrıca benim tuzum biraz kuru. Paraya ihtiyacım yok. Batı’dan gelen paralar bana yetiyor, hatta bir tek kitapçıdan gelen para bile… İçkiyi bıraktım 7 sene önce. Ona az çok para harcıyordum. Şimdi o da yok. Sigaraya para harcıyordum, onu da bıraktım. Güllü Hanım’ın, bahçıvanın ve sekreterimin maaşlarıyla yemek harcamalarım var, o kadar.
Her yazarın tuzu kuru değil ki? İhtiyacı olanlar ne yapsın?
İstediklerini yapsınlar. Onlar zaten mücadele veriyor. Ben onlar için mücadele edecek değilim. Onlar çoğunluk.
Ertelenen cezanıza gelelim…
Biraz zoruma gitti ama ben ülkemin durumunu biliyorum. Erteleme değil hapis de olabilirdi. Yaptığım işi kimse bana teklif etmedi. Sana kim teklif etti bu karı diye bir söz vardır. Kimse teklif etmedi bu karı. Ben girdim bu işe. Ve bu koşulları bilerek girdim. Bedelleri neyse de öderim. Biraz da tabii Türkiye adına çok üzülüyorum. “Onurumuzu kıran Avrupalıların her istediğini yapacak mıyız,” diyorlar. Peki AB’ye girerken İngiltere yasalarını değiştirmedi mi, AB yasalarına uydurmak için? Almanya değiştirmedi mi, Fransa, İtalya? Hepsi değiştirdi. Demokrasiye geçmek onursuzluk mu? Bunun tam aksi onursuzluktur. Onursuzluk olan diktatoryadır. Dünyanın her yerinde. Hele Türkiye’deki uydurma demokrasi gibi bir demokrasi en büyük onursuzluktur. Türkiye halkı demokrasiye yatkın, kültürlü bir halk. Çünkü çok kültürlü bir toprak buradaki. Kültürler birbirlerini her zaman beslemişlerdir. Bu kültürler emperyalizme kadar birbirlerini öldürmemişlerdir. Bugünkü dünya uygarlığı da Akdeniz’den doğmuştur. Çünkü Akdeniz dünyanın en çok kültürlü bölgesidir.
Bu kültürün bir parçası da Kürtler olduğuna göre…
Kürtlere dillerini vermeliler demiyorum, vermek zorundalar. Verilmezse de alırlar. Ya şöyle ya böyle… Bir gün alırlar. Çaresi yok bunun. Bu çağda alırlar. İstedikleri kadar tartışsınlar. İnsanlığın bir gerçeği var. Senin, Avrupa’nın kıyıcığında bir diktatoryayla, uydurma bir demokrasiyle yaşaman mümkün değil. Senin gibi düşünenlerle yahut da sana uşaklık edenlerle kandıramazsın 20 milyona yakın bir halkı. Hakkını bir şekilde alır.
Ya PKK?
Çok zarar verdi bize. Ben onun için, bu savaş dursun diye o yazıları yazdım. Başıma geleceği de biliyordum. Mitterand 4 kez tanığım olmak istedi. Ben Anadolu’nun bölünmesini hiçbir zaman istemedim. Misak-ı Milli sınırlarının devam etmesinden yanayım. Ama Kürtlerin dillerini vereceksin, eğitimini vereceksin. Mustafa Kemal Türkiye’yi yalnız esaretten kurtarmadı. Mustafa Kemal Türkiye’nin kültürünü ve dilini de kurtardı. Parasıyla Türk Dil Kurumu kurdu. Kenan Evren’i Türk halkı kıyamete kadar unutmayacak. Türkiye’nin o devrinin alnında bir leke olarak kalacak. Bu adam Mustafa Kemal Paşa’nın parasıyla kurduğu TDK’nun mülkiyetini aldı, başka bir yere verdi.
Mahkum olduktan sonra da yazmaya, konuşmaya devam ettiniz.
Mahkum olduktan sonra Siyaset Meydanı’nda konuştum. Yazdığım yazıdan farklı değildi hatta daha ağır şeyler vardı o konuşmada. Ama bir şey yapmadılar. Ondan sonra dört yazı daha yazdım. Gene bir şey yapmadılar.
Yazmaya da devam edeceksiniz…
Hiçbir şey olmaz bana. Çok çok da hapishanede ölürüm, o kadar. Nasılsa öleceğim. Hapishanede ölmeye tercih ederim doğrusu. Orada ölmek zor bir şey ama sözümü de geri almam.
Yeni yazarları takip ediyor musunuz?
Evet. Bazıları çok hoşuma gidiyor. İsim vermem tabii… Gençleri de okuyorum. Türk edebiyatı daha çeşitli oldu. Bir grup realist çıktı. Köy edebiyatını yazan bir başka grup yetişti. Ötekilere hiç değer verilmedi. Halbuki şimdi iyi kötü her yazar edebiyata yeni bir dil, yeni anlatım getirmeye çalışıyor. Gençlere saygı duyuyorum. Ancak uydurma demokraside diktatorya bir kısırlıktır. Onun için Türkiye’de bugünkü ne olduğu belirsiz sistem, düzen, bu gençleri bile çürütebilir. Zaten Türk halkını çürütmeye başladı. Bu televizyonlar mesela… Geçen gün üç ayrı kanaldan geldiler. Siz nereden geldiniz böyle de benimle röportaj yapıyorsunuz? Bugünkü Türkiye’de benimle röportaj yapılmamalıydı. Bu kitapları yazan adamla… Çok şaşırıyorum.
Niye, ne var bunda şaşacak?
Bugünkü bu televole televizyonlarıyla gazetelerinin beni kuraldışı alması lazım. Ben onların romancıları olamam. Ama gene de geliyorlar. Niye bilmiyorum. Ya acıyorlar bana… Ya da bilmiyorum.
Gene de bu sistemin içinde yetişen genç yazarları destekliyorsunuz.
Evet. Bugün Türkiye’de canlı bir taraf, bir çarpışma var. Edebiyatta da böyle politikada da. Bir tarafta adam şeriat istiyorum diyor, ötekiler de sana bunu yaptırmam diyorlar. Ama bunu güç kullanarak yaptırmam şeklinde söylüyor. Halbuki akılla söylense, çok daha etkili olur. Batı’da hep akıl önde olmuştur. Ben güçle Hristiyanlığın önüne geçerim denmemiş. Ama başka türlü, Hristiyanlık politikada ikinci dereceye düşmüş. Bütün dünyada şimdi birinci derecede Hristiyanlık var ama politikada yok. Devletle dini ayırmışlar. Mustafa Kemal yeni bir Türkiye yaratmak için devletle dini, devletle askeriyeyi ayırmış. Politikaya din de askeriye de girmemeli. Politikaya girdiği zaman onu da yozlaştırırlar. Türk askerliği şu anda politikaya girerse yeniden bir darbe daha yapılır. Televole olur. Evren Paşa, öyle resim yapmaya başlar bütün Türkiye’ye… Beni mahkemeye verirse bilirim ne söyleyeceğimi…
İkinci kitabın bir kısmını ve üçüncü kitabı Thilda Hanım‘ın ölümünden sonra yazdınız. Onu kaybettikten sonra yazmakta zorlandınız mı?
Zorlandım tabii… Bu roman olmasaydı, bu romanı yazmamı o kadar çok istemeseydi daha da zorlaşacaktı her şey… Romanı bitirmem Thilda’nın bir çeşit vasiyetiydi. Söyleşiden önce Thilda’ya uğradım. Her ayın 19’unda giderim mezarına.
Konuşuyor musunuz onunla?
Evet. Kitabı bitirdiğimi, matbaaya verildiğini söyledim. Edebiyat konuşuyoruz. İyi olduğumu söylüyorum.
Çiçek götürüyor musunuz?
Bütün mezarı çiçekledik şimdi. Her yanına beyaz ve pembe çiçekler diktik.
Aşk Thilda‘ydı, o gitti, aşk da kadın da bitti diye düşünüyor musunuz?
Aşk meselesi, karı kocalık Thilda ile aramızda ikinci derecedeydi. Müthiş bir arkadaşlıktı bizimkisi. Onunla arkadaşlığımız her şeyden daha üstündü. Anlayarak, düşünerek, yeni bir hayat kurarak sevdik birbirimizi. Ölümüne yakın doktorlar, ne söylerseniz anlar demişti. Ona “Biz namuslu yaşadık Thilda,” dedim. Anladı.
Kıskanç bir kadın mıydı Thilda Hanım?
Ben istediğim kadar aşık olabilirdim, istediğim kadar kadın arkadaşım olabilirdi. Thilda’nın öyle kıskançlıkları yoktu. Acırdı üstelik bana.
Onu aldattınız mı hiç?
Bilemem, onu söyleyemem. Vardı ya da yoktu demem. Ama Thilda bana ömrüm boyunca kıskançlık göstermedi. Bir sürü kadın arkadaşım vardı, başka türlü de olsa Thilda bir şey demezdi.
Yeniden bir kadına aşık olabilir misiniz?
Olabilir, niye olmasın. Bunlar söylenmez ki… Nazım söylerdi, çocuktu çünkü.
Onca yıl birlikte olduktan sonra o boşluk nasıl doldurulur?
Hala doldurmuş değilim. Güllü Hanım’a bir anda Thilda diyorum. Bir kadın görsem, Thilda diyorum bazen. Hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Ama gittikçe insanın sinirleri düzeliyor. Önceleri öleceğimi zannediyordum. Ölmedim.
Ölüm düşüncesiyle aranız nasıl?
Her zaman kötüydü, hayatım boyunca kabul etmedim. Ama Thilda’nın ölümünden sonra biraz daha alıştım. Bugün mezarda “Yakında gelirim,” dedim. Ona “Sen öldükten sonra yaşayamam,” derdim. O da bana “Yaşarsın, sen inatçı adamsın,” derdi.
Yakında gelirim de ne oluyor?
E çok uzak değil tabii… En az 75 yaşındayım.
İlk kitapta kadın kokusuna sıkça değiniyorsunuz ama yoğun bir cinsellik yok…
Hayır var. Bana göre o kokudan daha müthiş bir cinsellik olamaz. Kimse de yazmadı. Ben de ilk defa yazıyorum böyle çıldırtan bir kokuyu, ki adamı da çıldırtıyor zaten. İkinci kitapta o koku yerini başka bir şeye bırakıyor. Adaya çok güzel bir kız geliyor. Poyraz Musa ona aşık oluyor. Ama bir türlü yaklaşamıyor. Memelerini gördüğü an kızdan kaçıyor.
Niye?
Söylemem. Okuyun.
(Filiz Aygündüz, Milliyet Sanat, Mayıs 2002)