Yaşar Kemal İle
Kültür, kültürler ölebilir mi? Çağımızın eski medeniyetlerin yarattığı mitolojiler mitler kültürünün yeni şekillenişi üzerinde etkili oluyor mu? Şüphesiz kültürün bir toplumsal yapı içinde ele alınması gerekir ama toplumsal, yapı değişirken kültür ögeleri de tamamen değişime uğramıyor. Bu bağlamda kültür yeni ile eski arasında bir kavramsal bağ olarak düşünülebilir mi? Roman anlayışınızda en eski sanat olan söz sanatı ile çağımız sanatı arasında nasıl bir köprü kurmak istediniz.
Çok tartışmalı bir konu. Bence herşey gibi kültürler de ölür. Ölümsüz bir şeyin olduğunu sanmıyorum evrende. O zaman Yunan klasiklerine, mitolojisine, heykellerine, yapılarına, resimlerine ne diyeceğiz? Homeros yaşamıyor demek ne kadar doğru olur, bilmem. Klasikler, eski kültürler yaşıyor ama, elbette çağın kültürünün yaşadığı gibi değil. Ben hep söyledim, bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Ancak her, yeni oluşma eski zincirin son halkası olabilir, dedim. Kimi durumlarda bu son halka bir atlama gözükebilir. Ya öbür, geride kalan halkalar hep ölü mü? Her geçen gün Homeros destanlarına yeni boyutlar kazandırıyor, yeni anlamlar veriyor. Bugün mitolojiyi, on dokuzuncu yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Bir romancı, bir şair, ‘bir ressam insan gerçeğine varmak dilerken, artık yaşamımızdaki mitleri, düşleri kolay kolay kulakardı edemiyor. İnsan yaşamında kurulan düş, mit dünyalarının payının büyük olduğunu artık herkes biliyor. On dokuzuncu yüzyılın romanında insandaki düş ve mit dünyaları yaratma gerçeği gereğince verilemediği için bugün biz, bu çağların en büyük romanını insan gerçeğine varmada eksik buluyoruz. Buna karşın da Homeros bize eksiksiz geliyor. Büyük, ölümsüz saydığımız klasiklerin yaşamaları epeyce ilginç. Çünkü her çağın insanı, toplumları klasiklere kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla bir büyük klasiği zenginleştiriyor, ona katkıda bulunarak kendi çağdaşı gibi onunla bütünleşiyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak klasikleri yeniden yaratıyoruz. Eğer biz bugün İlyada’yı okuduğumuzda, bir sürü sözcüğünün deyiminin anlamı yittiği, değiştiği halde onlardan bugün yazılmışçasına tat alabiliyorsak, onları kişiliğimizde yeniden yaratıyoruzdur. Hem okuyucu, hem sanatçı olarak. Klasiklerin büyüklüğü; görkemi bize onları yeniden yaratma olanağı veriyor. Çağlar boyunca onları yeniden yaratma olanağını yalnız büyük klasikler verebiliyor. Büyük klasik nedir öyleyse, bunu biçimlendirebilseydik eğer, işte o zaman büyük klasik gizini yitirirdi. Kalıcı kültürlerin her çağda insanlara katkısı var. Katkısıyla birlikte insanlara yaratma olanakları da veriyor, böylelikle de çağları aşıyor. Dünyamızı şöyle bir düşünürsek, belki de binlerce ölü dil, binlerce ölü kültür var. Kesin bir kural koyabilir miyiz bilmem, her dil ölürken yeni bir dile gebedir, her kültür ölürken yeni bir kültür doğurur. Ölen kültürlerle doğan kültürlerin aralarını öyle bıçakla kesercesine kesemeyiz. Ölülerle diriler her zaman içiçe olmuşlardır. Güçlülerine de çağlar kendilerinden yaşam gücü aşılayarak, onların kendi kültürleriyle yanyana yaşamasını sağlamıştır. Her anlamda yeni ile eski arasında bir kavramsal bağ kurabiliriz.
Söz sanatına gelince, belki de en eski sanattır söz sanatı. Çağlar bize inanılmaz ustalıklar getirmiştir. Söz sanatı kadar incelmiş, kendini yüzyıllar boyunca zenginleştirmiş hiçbir sanat yoktur kanımca. Bugünkü romancının Tolstoy, Stendhal, Çehov ne kadar ustasıysa Homeros da o kadar ustasıdır. Zincirin halkaları güzelleşerek incelerek, zenginleşerek çağımıza kadar gelmiştir. Çağımız üstünde de durmak gerek ya, o, çok uzun bir konudur. Bana gelince ben diyorum ki, Homeros eğer bu dünyaya bugünlerde gelseydi tıpkı destanını Faulkner gibi donatırdı. Çok uzak olmasına karşın, Faulknerde biraz Homerosluk var. Ben bugün bile Homeros’u her okuyuşumda yeni bir ustalık giziyle karşılaşıyorum, o destanda yeni bir insanlık durumu, yeni bir psikolojik gerçek görüyorum. Benim romanımı Homeros’un söyleyiş biçimi çok ilgilendiriyor.
Çağımızın sürekli temposu içinde günlük yaşamları esnasında yeni bir zaman anlayışına tabi olan insanlar serbest zaman faaliyetine gerektiği biçimde yer ayıramıyorlar.
Çağımızın aşırı üretim aşırı verimlilik dogmalarının insanları erksizleştirdiği buna bağlı olarak da asli değerlerinden ve sanattan kopardığı sizce doğru mu?
Çarpıtılmış bir zaman boyutu içinde sanatın asli biçimlerinin hırpalandığı görüşünü taşıyor musunuz?
Yaşadığımız “hızlı zaman”ın derinlemesine tasarlanmış sanat yapıtlarının hem üretilmesinde hem tüketilmesinde olumsuz etki yaptığını düşünüyorsanız insanlık bu sorunun üstesinden nasıl çıkabilir? Klasik kültüre yeniden yöneliş olası mıdır? Klasik kültüre yeniden yöneliş yalnızca bir eğitim sorunu, bir sanat sorunu mudur yoksa genel bir politik hedef midir?
Bu soruyu bir çok “aklı başında” insanın romanlarmızı “fazla uzun” bulduğu bir ortamda soruyorum.
Ben bunu doğru bulmadığım gibi tam tersini düşünüyorum. İnsanların boş zamanı bugün dünkünden o kadar çok ki… Dünün ev kadınıyla bugünün ev kadınını biraz karşılaştıralım, bugün çamaşır makinası, bulaşık makinası, buzdolabı… Bunun gibi bildiğimiz bir çok kolaylıklar… İnsanların çok çok vakitleri var şimdi. İnsanlar sanata zaman ayıramıyorlarsa vakitsizlikten değil, başka sebeplerden dolayıdır.
Tüketim toplumunun ne olduğu üstünde durursak, dünyamız üstüne daha sağlıklı yorumlar yapabiliriz. Tüketim toplumu bir doyumsuzlar toplumudur. Her gün, her an yeni doyumsuzluklar yaratılıyor ve insanlar birer obur canavar haline getiriliyor. Sanat bu doyumsuzluğa, oburluğa, bu sakatlığa cevap verdiği sürece ortalıkta cılız bir görüntü olarak gözüküyor. Sonra da yitip gidiyor. Sanat, çağımızın tüketici oburluğunun, bu insanca olmayan davranışının karşısına çıktıkça gerçek sanat olabiliyor. Biliyoruz, bu karşı çıkma hiç de kolay değil. Sanatsal karşı çıkmalar, ancak politik karşı çıkmalarla birleşince sağlıklı ve etkili olabiliyor. Gerisi biraz da laf ü güzaftır, gerisi tüketicinin oburluğuna katkıdır demeye de dilim varmıyor. Çünkü, ne olursa olsun, her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır. İşte kökeninde başkaldırı olan sanat, çağımızın ilerici insanlığıyla birlikte başkaldırdıkça, kalıcılığını gerçekleştirecektir. Hiçbir çağda sanat yalnızca bir saptama işlevi görmemiştir. Sanat insanlığımızın en sağlıklı yönlerinden birisidir. İnsanların dünyaya bağlılığının, sevincinin büyük türküsüdür. O, her çağdaki çarpıklıklara karşı savaşım vermiştir. Sanat, çağımızda insan soyunun, bütün tarih boyunca başına gelen tüketicilik hastalığıyla, bütün değerleri aşındıran, yok etmeye çalışan bu belayla elbette savaşacaktır.
Şunu hiç unutmamalıyız, bütün değerleri aşındıran tüketim biçimi yaşayış önce sanata vuracaktır. Yukarda sanat insanlığın sağlığıdır, insanlığın değerlerine sahip çıkmasının bir simgesidir, demiştim. Bu simge özsel niteliklerini korudukça öteki de değerlerin de bir çeşit savunucusu olacaktır. Bunu bilen tüketicilerin de boy hedeflerinden birisi sanat olacaktı. Şu benim söylediklerim, beş aşağı beş yukarı, yüz yıldır söyleniyor. Bu söylenilenlere karşı koyanlar da az değil. Hani ya, sanat ölmedi, sizin dediklerinizin de hiçbirisi olmadı. Sanki insanlık çağımızda hiç yara almamış gibi. Sanki bir çok insanlık değeri aşınmamış gibi. İnsanlık değerlerinin aşınması, yok olması doğal. Ama o değerler yok olurken; yerine daha gür, güçlü, daha insanca değerler geldi mi, sorun bu.
Elbette, bir yönüyle, insanlık büyük bir aşamadadır. Ama bu büyük aşama içinde beton apartmanlar, pistonun görkemli işleyişi, elektronik, teknolojinin baş döndürücü hızı, yadsınamaz. Yadsınamaz da değil, hayran kalınacak bir gelişme. Ama bütün bunlar insanlığımızdan, doğamızdan ne aldı götürdü, bunun dökümünü yapan bir babayiğit çıkmış değil şimdilerde. Saçımız önümüze döküldüğünde bir gün, başımıza ne büyük felaketin geldiğini işte o zaman anlayacağız. Anlayacak halimiz kalmışsa o zamana kadar da… Belki iş işten çoktan geçmiş olacak.
Klasik kültür tanımı doğru mu acaba? Klasik kültür mü, ya da salt kültür mü? Çağımızda tüketicilerin getirmeye, topluma kabul ettirmeye çalıştığı bir kültür var. Bu, yapay bir kültürdür. Tüketicilik insanlık yaşamında ne kadar yapay bir olaysa, kültürü de öylesine yapay olmalı değil mi? İşte bu yapaylık gerçek kültürün yerini alabilir mi? İnsanlık, binlerce yıldır geliştirdiği, yarattığı, koruduğu değerlerinden bu kadar çabuk vazgeçecek mi? Kendisini üreten ve yaratan insanoğlu, bu büyük yeteneğine gene başvurmak, bunun için de büyük bir savaşım vermek gereğini duymayacak mı? Ben büyük maceralardan geçerek gelmiş büyük insanlığın, değerlerini korumak için canını dişine takacağına inanıyorum. İnsanlığın birikimi günümüzün bütün olumsuzluklarının üstesinden gelebilir.
Yukarda da söyledim, bugün kitap okumak için insanların daha çok vakitleri var. Sorun vakit sorunu değil, gerçek kültürün, insan değerlerinin çağımızda yara alması. İlginç bir soruyla karşı karşıya olmalıyız, bugün sanat, kültür bir meta mıdır? Kültürün insan yaşamındaki işlevi nedir? İnsanın dünyayı anlayarak sevmesi için gerekli olan nedir? İnsanlar niçin eskisi kadar kültüre, sanat ürünlerine önem vermiyorlar, kim açtı bu işi başımıza? Bütün bu işleri bence başımıza tüketiciler getirdi. Benim romanlarımın uzunluğuna gelince çağa uygun. Okumak isteyenlerin, kültüre önem verenlerin, dünyayı anlayarak yaşamak isteyenlerin çok vakti var. İsviçre çağımızda teknolojinin en geliştiği ülkelerden birisi değil mi? İnce Memed III.’de benim en uzun romanlarımdan değil mi? İşte bu roman geçen ay Fransa’da satışa çıktı. Ve bu roman şimdi İsviçre gazetelerinin best-seller listesinin bir numarasında… Bizim ülkemiz aydınlarının huyu çok kötü, her şeyi dedikoduyla halletmeye çalışıyorlar. Ben, bunu yıllarca dillerine pelesenk ettiler, İnce Memedleri para kazanmak için yazıyormuşum. Sanki başka romanlarımdan para kazanmıyormuşum, sanki başka romanlarım dünyada ve Türkiye’de İnce Memed kadar satmıyormuş gibi. Hiç kimsenin aklına, bu bir çabadır, bu adam otuz iki yılda bu dört bölümü nasıl yazdı, gelmiyor. Romanın uzunu kısası olmaz. Bir romanın uzunluğunu, kısalığını yazar değil, o romanın kendi iç koşulları belirler. İnsan masaya ben çok uzun bir roman ya da çok kısa bir roman yazayım, diye oturmaz, roman yazmaya oturur. Romanı kısa bir roman, diye tasarlamışsa bu roman uzun olabilir. Uzun diye düşünmüşse kısa olabilir… Onun için insan uzunu kısayı tartışmak değil, düşünmez bile. Ben kendimi romanlarım uzun ya da kısa olsun diye zorlamam.
George Steiner, “Lire” Dergisi’nin Aralık 1986 sayısında Alain Jaubert’e bir mülakat veriyor. Steiner, bilim adamının, sanatseverin, müzikseverin, estetin, insanlık dışı (sistem) karşısında etkisiz kalmasını tartışıyor bir yerde. “Antigone”, “Karamazov”, “Kral Lear” karakterlerini değişen kültür (mitleriyle birlikte) deneyini somutlaştıran örnekler olarak veriyor. Ancak bu yiten dünyanın çığlığının sokaktaki insan tarafından aynı şiddetle duyumsanmadığını da ekliyor. Ve soruyor: “Kültürümüze ahlaki etkinliğini nasıl yeniden kazandırabiliriz?”
Antigone’de yer alan, ölünün gömülmesi, ölüye el konulması, kadının savaşta öldürülen oğluna, kardeşine, babasına karşı görevi temalarının olduğu kadar gücü zorunluluğu temsil eden “Creon”un da evrensel birer tema olduğunu belirten Steiner aynı söyleşinin bir diğer bölümünde “Antigone” temasının (mitinin) yer almadığı bir kültürün şimdikinden çok değişik olacağını söylüyor. Örnek olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde “Ölüyü gizlemeye çalışan, onu unutturmaya gayret eden kültürün Antigone mitinin artık yer almadığı” bir kültür olacağı savını ileri sürüyor. Faulkner’in ‘Döşeğimde Ölürken’ yapıtının söz konusu temayı mükemmel biçimde işlediğini de sözlerine ekliyor.
Ölünün gömülmesi ölüye yakınlarının sahip çıkabilmesi teması ile insanı bütün boyutlarıyla kontrol etmeye çalışan otorite arasında kurulan bu ilginç paralellik ‘İnce Memed 3’ romanının unutulmaz parçalarından biri olan Kel Eşkiya’nın ölüsünün köyün çocukları tarafından büyüklerinden habersiz olarak gömülmesi bölümünü düşündürüyor. Bir eşkıya ölüsünün bütün köy çocukları tarafından sahiplenmesi olayını size bunca yıl sonra yazdırtan neden neydi?
Ben Steiner’le aynı düşüncede değilim. Yiten dünyanın çığlığı dünyanın her yerinde, her tabakasında kendini duyuruyor. Ben çoğu kez yılanın kabuk değiştirmesini örnekledim. Çünkü yılanın kabuğundan sıyrılması inanılmayacak kadar zor bir iştir. Görmeyen bu acıyı, zorluğu hayallayamaz bile. Ben birkaç kere yılanın kabuk değiştirmesini gördüm. Yürek paralayıcıydı. Çağımızda dünya her yönüyle kabuk değiştiriyor. Değerler alt üst olmuş. İnsanı insan yapan bir çok değer yok oluyor. O yok olan değerlerin yerine de hiçbir değer gelemiyor. Böylesine kabuk değiştiren bu dünyada, yılan kabuğunu değiştirirken onun yerine başka bir kabuk, hazır, geliyordu, ölen değerlerin yerine, o çapta bir değer gelmiyor, insan bu değişimin acısını yürekten duymaz olur mu? Her tabaka insanının yüreğinde değerlerinin yok olma acısı var, durmadan da bu yara kanıyor.
Dünyamızdaki değişim doğal bir değişim olsaydı, yani ölen bir değerin yerine onun daha gelişmişi gelseydi, başka bir kültürden söz edilebilirdi. Sorun toplumlara yapay bir kültürün zorla, çok gelişmiş iletişim araçlarıyla kabul ettirilme sorunudur. Yani tüketici kültürünü… Eğer bu kültüre kültür, dahası yapay kültür diyebilirsek, kültür olduğunu kabul edebilirsek… Bu gelen tüketici yapay kültürü uydurmadır, insanlığın gelişmesinin doğal bir sonucu değildir, bir çarpıklık, bir hastalıktır… Steiner çok iyi niyetli bir kişi. Kültürlerin doğal değişmesi, gelişmesi insanlığın can attığı bir şeydir. Kaçınılmazdır. Ölü törenleri, ölülere saygı bize çok eskiden bu yana insanlığın getirdikleridir. Kral Priamos’un oğlu Hektor’un ölüsünü Akhilleus’dan istemeye gitmesi edebiyatın baş eser bölümlerindendir. Biz bu parçaları ölülere saygı geleneğine borçluyuz. İnsanlar böylesi bir geleneği unutabilirler mi? Bu gelenek başkalaşarak, gelişerek sürer mi, ya da Amerika’daki gibi insanlara ölüleri unutturmaya mı çalışılır, onun orasını bilemem artık… Ölü törenleri, Eskimoları bilmiyorum, bütün insanların değişik türlerde, ortak gelenekleridir.
Benim İnce Memed III’deki parçaya gelince bence o değişik bir şey olsa gerek… Benim çocukluğumda bizim güneyde ölü törenleri, ağıtları, şölenleri, türküleriyle bütün görkemiyle sürüyordu. Benim İnce Memed III’te yazdığım Kel Eşkıya parçasını da ben o yıllarda görmüştüm. Kel Eşkıya’yı gömen çocuklardan birisiyim ben. O sıralar eşkıyalar biribirleriyle dağda çarpışıyorlardı. Bir eşkıya çetesi öteki eşkıya çetelerini öldürüyordu. Gene bir gün bir eşkiya çetesiyle başka bir eşkıya çetesi çarpışmış, dokuz eşkıya öldürülmüş, bunlar da atların sırtına atılarak kasabaya getirilmişti. Ölüler bir kaç gün jandarma komutanlığında kaldı, sonra ölülerin sahipleri geldi ölülerini aldılar. Bir tek Kel Eşkıya dediklerinin kimsesi yokmuş. Bu ölü bir iki gün daha kaldı jandarma komutanlığında, sonra o da ortadan kalktı, biz bir gün çocuklarla kasabanın kıyısında, kireç ocaklarının orada ya kuş avlıyor, ya mersin topluyoruz, bilemiyorum, belki de incir çalıyorduk oradaki bahçeden, kireç ocağında Kel Eşkıya’nın ölüsünü gördük, romanda anlattığım gibi de onu gömdük… Bunun Antigone’la törenlerle pek bir ilgisi yok. Yalnız, şöyle de düşünebiliriz, eğer büyüklerde ölüye saygı olmasaydı, çocuklar bu işi yaparlar mıydı? Bu soruya karşılığı izin verin de gene ben vereyim, yaparlardı… Ölüye saygı da insanlık değerlerinden birisidir. Yok olamaz gelişir, değişir. Sorun bu. Steiner’in çığlığı, bence gidene çığlık değil de, tüketicinin getirdiği, insanlığa zorla kabul ettirdiği yapay kültüre karşı olmalıydı. Karl Marx bu çığlığı ta 1844’lerde atmıştı.
İnce Memed karakteri günümüz metropolünde (İstanbul, Adana) olsaydı nasıl bir nevroz yaşardı? (Soruyu sıhhatli bir insanın yaşayabileceği bir nevroz anlamında soruyorum..)
Bence buralarda çok İnce Memedler çıktı, her gün de çıkıyor.. Durmadan da çıkacak. Dünya dünya oldu olalı çok İnce Memed çıkmış, bugün de çok çok İnce Memed var, bundan sonra da İnce Memed’ler durmadan çıkacak. Bu dünya başkaldırının sırtında duruyor. İnsanlık bir çok değerlerini yitiriyor. Bu gidişle çok da yitirecek, Steiner’in çığlığı bu yitip gidenedir, eğer bir gün insanlık başkaldırma değerini de yitirirse, kişisel, hem de toplumsal başkaldırı niteliğini unutursa, işte o zaman ayağa kalkamaz, yok olur. Onun için İnce Memedler, her çağda olacaktır. Ben, her şeye karşın, tüketicinin insanlık yaşamı sürecinde, bir su sineğinin yaşamı kadar yaşamının kısa olduğuna, olacağına inanıyorum, bunun için de fazla çığlığa gereksinme duymayalım. Gene yineliyorum, toplumlar, kültürler, özellikle, altını çizerek söylüyorum ulusal kültürler kolay kolay teslim olmayacaklar. Çünkü tüketici kültürün baş amacı ulusal kültürleri yok edip onun yerine oturmaktır.
50 yıl sonra Türkiye’de yirminci yüzyılın ikinci yarısında edebiyat 2037 yılı eleştirmenleri (Bizim ve dünya eleştirmenleri) tarafından sizce nasıl değerlendirilecek? Aynı eleştirmenler yirminci yüzyılın birinci yarısı konusunda da yazabilecek mi?
Aynı soruyu 400 yıllık bir zaman için yenilemek gerekirse sonuç ne olur?
2037 yılının eleştirmeni bir yana, okuyucusu yirminci yüzyılın ikinci yarısının, varsa, klasiklerini (kendi edebiyatımız için) nasıl bir biçim içinde izlemek olanağına kavuşacak? Tam metin- kısaltılmış metin – başka biçimlere (görsel vb…) dönüşmüş olarak…
Bu konuda yeterli bir kültür patrimuanı politikası izleyen resmi yada özel bir kuruluş var mı?
Eeh, biraz kahinliğe sıvanmak gerek herhalde. 2037 yılı bize ne diyecek, eleştirmenleri okuyucuları… Ne demelerini istiyorum acaba? İnce Memed’i okumalarını isterdim doğrusu. Öylesine yeni bir dünyaya kadar uzanabilecek mi İnce Memed? Bir iki talihi var, her çağda İnce Memed’ler olacağına göre, insanoğlu hep başkaldırmak zorunda olacağına göre, eeeh, burası tamam… Sonra, sonra, bir de şiirsel bir yanı var bu kitabın, bir de macera romanı gibi hızlı okunabilme… Kimbilir belki 2037 yılına varır da geçer… Vay be, az daha unutuyordum bu kadar uzun İnce Memed’i ‘o çağın hızlıdan da hızlı insanı nasıl okuyacak! Şu uzunluk da başıma bela oldu. Ne bilirsin dünyanın bu kadar hızlı gideceğini… Oldu bir kere, dünyanın hızını düşünemedik!
Elbette çağımızdan ileriye çok güzel yapıtlar kalacak. Bu, şu ya da bu olabilir. Hiç bilmediğimiz, çağımızda az ünü olan birisi de olabilir. Bu işler hiç belli olmaz. Günümüzü kasıp kavurmuş, etkilemiş birisinin adı anılmaz da, hiç adı duyulmamış birisi… Soru çok ilginç bir soru… Kel Eşkıya sorusuna karşılık verirken karşılık vermeliydim. Yarının insanları bugünkü edebiyatı nasıl karşılayacaklar? İlginç olan soru bu? Yani insanlık değerleri bu kadar yıpranmış, çözülmüş, yerine de, ‘alırım beşe satarım ona’dan başka bir şey gelmemiş, biz de bu çözülmüş, yıpranmış, tüketilmiş, yerine de hiçbir değer konamamış bir dünyanın sanatçıları olduğumuza göre, gelecek insanlık bizim sanatımızı nasıl karşılayacak? Daha önce de söyledim ya, değerler kılıçla kesilir gibi kesilip tüketilmiyor. Kültürlerin yok olması, değişmesi, gelişmesi iç içedir. “Ölüyü gizlemeye çalışan, onu unutturmak isteyen kültürün Antigone mitinin artık yer almadığı, bir kültür.” Bu yalnız Amerika için doğru olabilir. Onu da pek sanmıyorum, bu yalnız New -York kenti için doğru olabilir… İnsanlık kendi güdülerinden, değerlerinden, duygularından kolay vazgeçmiyor. Bugün bizim işlediğimiz insan değerleri yok olarak değil, değişerek, gelişerek, tazelenerek dört yüz beş yüz yıl sonraya kadar gidecek. Nasıl eski Yunan’dan bize kadar gelmişse. Onun için bizim de klasiklerimiz olacak. Kısaltılmış, uzatılmış metin değil sorun, bizim edebiyatımız, sanatımız yarın hangi kalıplara girecek, bizim şimdi o kalıpların, biçimlerin hiçbirisinden haberimiz yok. Homeros bu çağda başına gelenleri bir görseydi… Bu konuda bir kültür politikası nasıl olur ki… Gelecek gelecektir, biz oraya gerçekten kendimizi sağlıklı yollayabilirsek gelişmelere yardımcı olmuş oluruz.
Başka türlü de düşünemez miyiz, birinci İnce Memed çok yalındı… İkincisi doğayla, insan ilişkileriyle daha zenginleşti, üçüncüsünde de daha bir zenginlik var. Bu roman benimle birlikte, eh, az da olsa bende de bir gelişme var, dünyayı bir daha öğrendik. Örneğin hiç bilmediğim deniz artık benim için yabancı değil. Bundan sonra çok iyi bildiğim toprağı daha iyi daha zengin yazabilirim. Denizi yaşamış bir insan dağları daha iyi yazabilir gibi geliyor bana. Bir toprak adamı yazarın denizle de zenginleşmesi, dördüncü İnce Memede bir yazarın, denizi iyice yaşamış bir yazarın zenginliğinin bir sonucu olarak da bakamaz mıyız? Kale Kapısı romanımı ben çok severim, İnce Memed 4’ün ona benzemesi beni hiç tedirgin etmez.
Günümüzde yayıncılığın özellikle kurgu(fiction) yayıncılığının çeşitli sorunlar içerisinde olduğu biliniyor. 20 yıl önce siz yayıncı iken (ANT deneyimi) bugünkü sorunlar aynen geçerli miydi? Yoksa yayıncılığın sorunlarında yeni boyutlar mı belirdi?
Sizce yayıncılığın karşılaştığı sorunlar içerisinde kültürel altyapı eksikliği, işletmecilik bilgisi noksanlığı ne denli yer tutuyor?
Bizim yayıncılığımızın üstünden 12 Eylül geçmemişti. Biraz 12 Mart geçmişti. Bu 12’ler Türk kültür yaşamının kırgınları olmuştur. Böylesine kitap düşmanlığını, bilmiyorum, yeryüzünde başka bir ülke görmüş müdür? Hitler alanlarda kitaplar yaktırdı. Bunu da bütün dünya gördü. Dünya ve diri kalmış Alman halkı kitabı savundu. Söylediklerine göre Alman halkının kitabı savunma savaşımı ayrı bir destandır. 12 Eylül, 12 Mart kitapların, düşüncenin üstüne öyle bir abandı, öyle bir yüklendi ki bunların üstüne, daha uzun yıllar Türk düşüncesi, kitapları, özgürlüğü soluk alamaz. Bütün bunların hepsi de demokrasi uğruna oldu. Zaten Abdülhamit çağından bu yana ülkemizde kitap, düşünce, özgürlük düşmanlığı yapılıyor. Türk halkının soluk aldığı 1923, 1939 yılları arasında bile kitap yakıldı. Bu kadar yoğun bir kitap düşmanlığını bu çağda insan anlayamıyor. Bugünkü yeryüzü uygarlığı varsa, o, özgürlüklerle birlikte gelmiştir. O, kitaba, düşünceye saygıdan başka bir şey değildir. Bizim ülkemizde yapılan kitap düşmanlığı dünyada da yapılmış olsaydı, şöyle bir düşünelim, dünya kapkaranlık bir dünya olmaz mıydı? Bizim yöneticilerimiz kitap düşmanlığını sürdürecekler, ne kendileri tek satır okuyacaklar, ne de kimseye okutacaklar. Bu, bir politik gelenektir, Türk ulusu şimdiye kadar bu geleneği yıkamadı. Yıkmak değil, bir ulusun yıkımı olan bu geleneğe karşı en küçük bir savaşım bile veremedi. Kitaba karşı yüz yıldır açtığımız savaş 12 Eylül’de zirveye ulaştı ve dünyada hiçbir ulusun beceremediği büyük bir utkuya ulaştık, kitabı iki seksen yere serdik. Kitaba hıncımız daha da süreceğe benziyor. Öfkemizi ondan almış değiliz. Yok edinceye, kökünü kurutuncaya kadar kitaba karşı kutsal savaşımızı sürdüreceğiz. Kitap mahkemeler karşısına çıkarılacak, uzman kişiler onların çok çok zararlı olduğu üstüne raporlar verecekler, binlerce kitap tutuklanıp yakılacak ve biz ülke olarak, ulus olarak yirminci yüzyılda yaşadığımızı iddia edeceğiz. Hadi sen de oradan, kimi kandırıyorsun efendi. Bu kitap düşmanlığı bir ülkenin başına açılmış en öldürücü beladır, kanserdir. Kitap düşmanlığı bu yüzyılda hiçbir ulusu iflah etmez, hele yüzyıldır kitaba kutsal savaş açmış, kitaba karşı büyük utkular kazanmış bir ülkeyi hiç hiç iflah etmez. Bir ülke nasıl mı olur, işte bugünkü Türkiye gibi perperişan olur. Türk ulusu, Türk halkı kitap düşmanlarına karşı, yüz yıl sonra da olsa, büyük bir savaşım veremezse, sonumuz yoktur, bu böyle biline. Bir ülkeyi yok etmenin, bir ulusu tarihten silmenin, bu çağda, yolu kitap düşmanlığından geçer. Türk ulusunu yüz yıldır kitaptan mahrum edenler vatanseverlik sözünü ağızlarına almasalar çok daha iyi ederler.
İşte bu kitap düşmanlığının sonucu olarak da, Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’u ev ev dolaşalım bakalım yüzde kaç evin kitaplığı var, bence yüzde onu geçmez. Evlerini milyonlarla döşeyen şu zenginlere bakın bakalım kaçında kitaplık var, hemen hemen hiçbirinde. Kitap alabileceklerde hiç kitap yok. Kitap okumak isteyen yarı yoksulların da ya paraları yetmiyor, ya da kitap almaya korkuyorlar. Kitabı kelepçeden kurtaramazsak, alt yapıdır, üst yapıdır, benim için vız gelir tız gider. Ve ulusumuz kitap düşmanlığına karşı bir savaşım vermeyi akıl etmezse, topyekün bir savaşım, sonumuz karanlıktır. Biz yeryüzünde, ya da uygar ülkeler arasında okumaya en çok muhtaç ülkeyiz.
(Raşit Gökçeli, Gösteri, Kasım 1987)