Attila İlhan ve Bizim Kuşak
Attila İlhan 1982 yılında yayınlanan bir yazısında şöyle diyor. “… epeydir Türk şairlerinin önemlice bir kısmı, alafarangalık olsun diye, soyut bir şiir geliştiriyorlar. Halk buna alışmamış, alışacağı da yok. Hele bu soyut şiir anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın uydurma kelimelerle yazıldı mı, okura takılabilecek hiçbir kancası olmuyor”. (1)
Attila İlhan’ın ifade ettiği anafikre tümüyle katılıyorum. Ancak, iki noktada yanılıyor bence. Bunlardan birincisine aşağıda değineceğim. İkincisi şu: Sorun sadece “anlam ve çağrışım yükü sıfıra yakın kelimeler” değil, tümüyle anlamsız koca koca şiirler. Belki de Attila İlhan’ın 1982’de gözlemlediği anlamsız kelimeler 1990’lara geldiğimizde büyüyüp anlamsız şiirler oldular. Ne başı, ne sonu olan; hiçbir şey anlatmayan, hiçbir şey söylemeyen, ayakları hiçbir yere basmayan şiirler haline geldiler.
Günümüzün çoğu şiirinin anlamsızlığının en güzel kanıtı şu olsa gerek: Dergilerde karşımıza çıkan şiirlerden herhangi birinin iki dizesini alıp yerlerini değiştirelim – hiçbir şey farketmeyecek. Son dörtlüğü başa alalım – yine fark yok. Çoğu zaman, böylesi şiirlerin bir dizesini alıp kelimeleri tesadüfi bir şekilde yeniden sıralarsak, yine hiçbir şey farketmiyor.
Örnek vermeme bilmem gerek var mı? “Asılmış Dul Çiçekleri” adlı bir şiirden:
“hayatını ıslak mendillere koymadan gezdiren sorulmuş deli
sorar ve kanla karşılamaktan bilinir tüm inceliği
– abi ölüm beyaz olmasına beyaz da
kimle söyleşir bu dulların tenha kalpleri”
“Virgo Dance” adlı bir şiirden:
“Düşer çığ, kumdan Kleopatra
Bir ebrunun titrek hayalinden
Dalgın / havuzda bakarken balıklara
Kar atlası neresindeydim zamanın?”
“La Paix” adlı bir şiirden:
“Saçaktır yosunları iki su
bıçkın ustura edası sallanıyor havada
gölgeleri loş ikindi vakti pencereler sarı
kelimeleri eziyor düşünde elektroşok sesleri
yüreğini çamaşır ipine germiş uyuyor bir deli”
“Shakespeare’nin Bir Ağustos Gecesi Kabusu…” adlı bir şiirden:
“şimdi sensiz bir sessizlikte bir o org bir de bu morg
üsküdar’a gider iken özlem ölür satırlarda
görüyor musun şu balıkçıl sandallarda
bir tanıdık yüz taşımakta artık
yazı yaşatan satranç tahtaları”
“Bahçeye Hayalden Girilir” adlı bir şiirden:
Susar kalır sarışın tay! Su gibi bir ten arar
Su suretimiz bizim.
Ah, sokaklar da ağlar. Gölgenin oyununa
gelelim, neşeli bir
ıslıkla o bildik bahçemize kaçalım. Canı
yanmasın diye aşkın,
buhar olup göğe çıkalım. Kalbi sürçerek,
yalnızca kalbiyle
yaşayan eski hayal çocuklarıyız… terkedildik ahşap bir
cümleden…”
Her şiirin bir bütün olması gerektiğine göre, yukarıda uyguladığım yöntem, yani şiirin içinden bir bölüm çekip almak, geçersiz olmalı aslında. Ne var ki, bu özel durumlarda, yöntem geçersiz değil. Vurgulamaya çalıştığım sorun zaten tam da bu: Alıntıladığım bölümler tek başlarına anlamsız oldukları gibi, parçası oldukları şiirin içinde de anlamsızlar.
Kısacası, şiir bir bütün değil. Şairin şu veya bu nedenle hoşuna giden kelimelerin yanyana sıralanması, şairin ilginç veya güzel bulduğu imgelerin peşpeşe dizilmesi, şairin kıvrak zekasını hepimize kanıtlamak üzere kelime oyunlarının altalta yazılması.
Attila İlhan’ın yanıldığını sandığım diğer nokta “alafrangalık” ile ilgili. Kanımca, günümüz Türk şairinin anlam ve çağrışım yükünün sıfır olmasının nedeni şairlerin alafrangalık merakı değil.
Şairler arasında, bilinçli veya bilinçsiz, şöyle bir anlayış yaygın bugün: “Türkiye’de zaten şiir okunmaz. Biz yazar, biz okuruz. Yazdıklarımızı kalabalık bir okuyucu kitlesi okumayacağına göre, anlaşılmak önemli değildir”. Dahası, bazı şairlerce bu durum öylesine benimsenmiştir ki, az satılıp az okunur olmak olumlu bir durum olarak görülmektedir. Sonuç olarak ortaya çıkan kısır döngüden alabildiğine memnundur bazılarımız: Kimse okumadığına göre iyice ‘uçuk’ şiirler yazılabilir; şiirler uçuklaştıkça okur sayısı doğal olarak daha da düşer. Şiirler tam birer muamma haline gelip okuyucu sayısı düştükçe, bazı şairler şiirlerinin ne kadar felsefi, derin ve erişilmez güzellikte olduğunu düşünür mü bilmem.
Bu uçuk anlamsızlık, üstelik şiirlerin de dışına taşıyor. Tek bir örnek yeter. Varlık dergisinde bir şair bir diğeriyle söyleşi yapıyor, sorduğu soruların bazıları şöyle:
“Bu sarışın çocuk Akdeniz kokulu. Şeffaf ama defolu değil. Soruların yalnız kendin için değil, kelebeklere, leylaklara, akşamlara takla attırıyor… Bu kitabında da oda, anı, yine çocuk, anne, balkon ve ayna var. “Aşktan yeni çıkmış bir intihar annesizdir” diyorsun. Bu kitapta aşk tutulması bir cehennem gizli. Akide şekeri tadındaki sorumu sen bul artık!.. Sahi bu kuşak kendi kanını emen kara kuşak mı? Bağışla, kromozomların da konuşabilir.” (Meraklısı için söyleyeyim, kendisiyle söyleşi yapılan şair bu sorulara cevaben “Kardeşim, sen delirdin mi?” demiyor; sorulara ciddi ciddi cevap veriyor).
Bu kuşak “kendi kanını emen kara kuşak mı”, bilemem, ama tüm şiir, dergi ve kitap okuyucularıyla dalga geçen, kendini müthiş zeki zanneden bir yaramaz çocuklar kuşağı olduğu kuşkusuz. Dalga geçen, çünkü söyleyecek ciddi hiçbir şeyi olmayan bir kuşak. Bu kuşağın şairleri, şiirlerine bakılırsa, içinde yaşadığımız dünya hakkında, Türkiye hakkında, insanlığın sorunları ve sevinçleri hakkında hiçbir görüşe sahip değil.
Denebilir ki, şiir böylesi görüşlerin ifade edileceği alan değildir; şiir güzel söz, ses ve imge sanatıdır, fikirlerle ilişkisi yoktur. Günümüz şairlerinin önemli çoğunluğunun böyle düşündüğünün farkındayım (farkında olmamak mümkün mü!).
Kanımca, bu anlayış zaten söyleyecek bir şeyi olmayanların şiire ettikleri bir hakarettir. Dediğim gibi, bütün bunların alafrangalık merakından kaynaklandığını sanmıyorum. Dünyada ve özelikle de Türkiye’de esen egemen rüzgarlardan kaynaklanıyor. Bir yandan, stalinizmin çöküşünün “sosyalizmin ölümü” olarak ilan edilmesi, insanlığın geleceğinin yüzyıllar sürecek bir liberal piyasa kapitalizminden ibaret olacağının yaygın kabul görmesi ve başka türlü bir dünya düşlemenin “modası geçmiş” bir hale gelmesiyle, her tür toplumsal/eleştirel düşünce ve eylem artık abes ve hatta yanlış olarak görülüyor. Öte yandan ve buna bağlı olarak, moda olan düşünce akımları, en başta postmodernizm olmak üzere, dünyanın bir bütün olarak teorize edilemez ve anlaşılamaz olduğunu savunan akımlar; bütünlüklü dünya görüşlerinin (yani Hegelci ve Marksist görüşlerin) artık geçersiz olduğunu iddia eden akımlar.
Bu rüzgarlar bütün dünyada esiyor. Türkiye’de ise ne kadar şiddetle estiklerini uzun boylu anlatmaya gerek yok herhalde. Sıcak bir sınıf mücadelesinin, yaygın bir radikalizasyonun yaşandığı 1970’lerin üzerine 10 yıl içinde ‘yükselen değerler’e ulaştık.
Yukarda eleştirdiğim şairler postmodernist olmayabilirler, piyasa mekanizmasına ve yükselen değerlere inanmıyor olabilirler. Ancak, bu ortamın şairleri oldukları kuşkusuz. Görüşsüzlükleri, yaramaz zekaları, toplumsal vurdumduymazlıkları ve dolayısıyla anlamsız şiirleri bu ortamdan kaynaklanıyor.
Sanılmasın ki içinde İngiliz anahtarları, nasırlı eller ve indirilen şalterlerden söz edilen şiirler arıyorum. Hayır, insanları ilgilendiren herşey şiire konu olabilir; ölümlülük, sonsuz veya ümitsiz aşk, dostluk, fedakarlık veya ihanet, özlem veya kavuşma, bütün bunlar “bireysel” konular olabilir, ama bütün insanların paylaştıkları bireysel konulardır. Konusuz şiir ise şairi dışında kimsenin paylaşmadığı bir şiirdir, kimseyi ilgilendirmez.
Bu yazıyı küçük İskender’in Gösteri dergisinde (2) Attila İlhan’ın son şiir kitabı (3) hakkında yazdıklarını okuyunca yazmaya başladım. Küçük İskender, birincisi, Attila İlhan’ın bu kitapta kendisini yinelediğini anlatıyor. Buna katılıyorum. Kitapta yeni bir açılım, yeni bir yönlenme, yeni bir yaratıcılık yok. Korkunun Krallığı’nın ikinci yarısı adeta. İkincisi, Küçük İskender kitabın “Şairin Not Defteri” adlı bölümünden yer alan şiir parçalarına itiraz ediyor: “Her yazdığını şiir sanmanın posta kutusu bu! Şiir kitabı şairin çöp tenekesi değildir” diyor. Buna da katılıyorum.
Belli ki Ayrılık Sevdaya Dahil biraz yorgun, biraz tembel bir kitap. Ama düşünmeden edemedim: Nasıl oluyor da bu yorgun ve tembel kitap üç yıldır (yani Gri Divan’dan beri) en severek okuduğum kitap olabiliyor? Söylemeden de edemeyeceğim. Allah gecinden versin, Attila İlhan’ın mezarında çıkaracağı sesler bile herhalde benim kuşağımın yazdığı şiirlerden daha anlamlı, daha bütünlüklü, daha ilginç ve insanlarla daha ilgili olacaktır da ondan.
Sombahar, No. 23, Mayıs-Haziran, 1994
Dipnotlar:
(1) Attila İlhan, Hangi Edebiyat (Bilgi Yayınevi, 1993), s. 227.
(2) “Şiirlideğnek”, Gösteri (Aralık, 1993), s. 46-48.
(3) Attila İlhan, Ayrılık Sevdaya Dahil (Bilgi Yayınevi, 1993).
(Roni Margulies)