Arif Damar İle
Şair kimliğinizle uzun bir döneme tanıklık ettiniz. Yüzyılın şairi olmak size ne hissettiriyor?
1925 yılında doğdum. Yaklaşık altmış senedir şiir yazıyorum; çok küçük bir kasaba olan Gelibolu’da büyüdüm. İçgüdüsel bir sezgi ile sınıf çelişkisini fark etmiştim. Çocuksu bir duyarlılıktı yaşadığım belki… Çok yoksulduk ama içimdeki sezgi kaderime boyum eğmemi engelleyecekti. Bir süre sonra da Nazım’ın şiiri ile tanıştım.
Çocukluğumda hissettiklerimle, bu gün hissettiklerim arasında değişen bir şey yok. Bir şair çağından sorumludur. Sanırım ben bu sorumluluğu erken yaşta fark etmiştim. Daha sonra da bu sorumluluğu bilinçli olarak yerine getirmeye çalıştım. İşte bu sorumluluk çağına tanıklık etmek demekti; çağına tanıklık etmekse ancak sanık olmakla mümkündür. Zaten dünyayı değiştiren sanıklardır. “Sanıklık”, toplumsal düzen, egemen güçler, gelenek ve törelerdir. Gerçek şair, kendisine dayatılan değerleri içine sindiremez, tüm baskılara başkaldırır. Çünkü şiir bir başkaldırı, bir ayaklanma, çağdaş aklın ve ilkelerinin savunulmasıdır. Bu tanıklığın içinde şundan da söz etmek gerekir: Sovyetler Birliği’nde bir deneyim yaşandı, 1917 Ekim Devrimi oldu. Bugün hemen hemen bütün dünyada kapitalizm egemendir. Bu düzeni savunanlar kapitalizmin alternatifsiz olduğunu söylüyorlar. Ben hiçbir zaman bu düşünceye katılmadım. Kapitalizm insana aykırıdır, hatta bir suç düzenidir. Bu düzenin tek alternatifi de sosyalizmdir. Reel sosyalizmin kısmen yıkılışı bir çok aydını büyük bir hayal kırıklığına hatta ‘dönmeye’, ‘dönekliğe’ konumlandırdı. Buna çok üzülüyorum. Çünkü Marksizm, bilime dayanan bir öğretidir. Ekim Devrimi bir deneyimdi, ancak başarısız oldu. Diyelim ki bir yüzyıl böyle boşa geçti.
Bu tanıklık içinde “Komünist şair” kimliğinizin de bir yeri var değil mi?
Orhan Alkaya benim için “… teksir tadındadır Arif Ağabey ağaç tadında, vakitsiz toprak: vaat edilmiş ekmek karnesi verilmiş. yakasında kömür ütüsü, cebinde Niyazi, Sevinç, Şevki. Şairdir, komünisttir, sınıfsız hayallerdir ve devletsiz…” der. Eh! Ne yapalım? Demek ki öyle görünüyorum. Gerçi ben de 1951 yılında Komünist Partisi Davası’nda tutuklandım. Tahkikat sonuna kadar iki yıl tutuklu kaldım. Daha sonra da beraat ettim.
Az önce “… ve Nazım şiiri ile tanıştım” dediniz. Nasıl bir tanışıklıktı bu? Nazım Hikmet şiiri neler taşımıştı size? Yaşınız da oldukça küçüktü sanırım…
Nazım Hikmet’in önce şiirini sevdim. Sonra da şunu düşündüm: “Bu kadar güzel şiir yazan bir adam neden suçlanıyor?” Dönemin diğer şairlerini de seviyordum ama Nazım’ın şiiri bana çok çarpıcı gelmişti. Nazım’ın düşüncelerini merak ediyor, nasıl bir dünya özlediğini öğrenmek istiyordum. Ancak o yıllarda Nazım’ın şiir kitaplarını bulmak çok zordu.
Şiirlerinizi Nazım Hikmet gibi mi yazmak istiyordunuz?
Nazım Hikmet şiirimi etkilemiştir. Şöyle söyleyebilirim, şiire bakışım Nazım’ın şiirleri ile örtüşüyordu. Evet, Nazım’ı seviyordum ama onunla aynı anlayışta olmayan diğer şairleri de okuyordum; Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Yahya Kemal sonraları Orhan Veli… Orhan Veli’nin ‘Garip’ kitabı 1941 yılında çıktı. O yıl ben de istanbul’daydım. Okudum ve sevdim. Nitekim kendi şiirimi yazmaya devam ederken ‘Garip’ şiirlerini de göz önünde tuttum… Hatta bazı şairlerin Osmanlıca yazdığı şiirleri bile okuyordum. Bu dizelerin anlamını bilmesem de, ritm güzelliği hoşuma gidiyordu. Şiire yalnızca politik açıdan bakmadım ben… Nazım’la beraber dönemin diğer şairlerini de göz önünde tuttum.
İlk şiirlerinizde toplumcu gerçekçi şairlere bir diğer tanımlama ile kırk kuşağına katıldınız.
Doğru; ilk şiirim değil elbette… ilk şiirim “Yeni insanlık” dergisinde yayımlandı. Ancak bu şiirden de önce Gelibolu’da okul müsamerelerine birlikte çıktığım bir sevgilim vardı: Fitnat. Ona yazdığım şiirler vardı. Çocuksu şiirlerdi… Bu şiirlerimi hiç yayımlamadım. Daha sonra ilk şiirlerimden ikisini 1941 yılında “Gün” dergisinde yayımladım. Şiir kitabıma da “Acı Ertelenirken”i almıştım. Fakat bu şiirde Nazım’ın etkisi yoktu. Daha çok Necip Fazıl’ın etkisinde olan şiirlerdi. O dönemde Yahya Kemal, Ahmet Haşim gibi şairlerin anlayışı hakimdi. Evet ben, sosyalist düşünceyi benimsemiştim ama henüz bu düşüncelerimi şiirime yansıtamıyordum. toplumcu gerçekçi şiir estetiğini yakalayabilmek için oldukça uğraştım, didindim. Bunu da ancak 18 yaşında gerçekleştirebildim. Bunlardan bir tanesi “insan” dergisinde, bir tanesi de Abidin Dino’nun ilgilendiği “Yeni Ses” dergisinde yayımlandı. Daha sonra da şiirim böyle devam etti. Yalnız şunu söyleyeyim o yıllarda Nazım’dan ayrı şiir yazmak gibi bir kaygım yoktu. O yıllarda yazdığım şiirler Nazım taklidi gibi görünüyorsa, bu benim yapımdan, şiir beğenimden gelen, yani kendimden olan bir şeydi. Nitekim “Arif Barikat” takma ismiyle yayımlıyordum o şiirleri… Ama Arif Barikat olarak adımı duyurmam, arkadaşlarla birlikte 1945 yılında çıkardığımız “Ant” dergisi ile oldu.
“Ant”ın içinde Pertev Naili Boratav, Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk, Enver Gökçe gibi isimler de vardı, değil mi?
Evet; “Ant” Nazım’ın da izlediği önemli bir dergiydi. Bugün bile önemsenir. O yıllarda “Ant”a katkıda bulunmak benim için kitap çıkarmaktan çok daha önemliydi. Ayrıca ekonomik dayanışma içindeydik. Benim ayrı bir kitap çıkartmam devrimciliğe aykırı olurdu. Zaten şiir yayımlayayım diye de bir isteğim yoktu. Ben hep şair olarak gördüm kendimi… Memet Fuat “Yaşlı Bir Şaire Mektuplar” da çocuk yaşta toplumcu kuşağa katıldığımı söyler ve der ki: “… acelesi varmış herhalde…” Evet, acelem vardı. Çünkü yoksulluktan geliyordum ve bu düzen değişmezse yoksulluk kalıcı olacaktı. Bu yoksulluğu yeryüzünden silmek için acelem vardı.
Şunu belirteyim, kırk kuşağı şairleri çağının sorumluluğunu en derinden duyan şairlerdir; anti”faşist, anti-emperyalisttiler… Toplum düzeninin değişmesini, iyileşmesini istediler… Ancak çeşitli nedenlerle baskı gördüler ve şiirlerini biçem olarak ileri götüremediler.
Bir yüzyıla tanıklık ettiniz ve etmeye devam ediyorsunuz ve aynı zamanda diyorsunuz ki “Bir şair kendinden başka nereye gidebilir ki…”
Bu satırları Oktay Rıfat’ın ölümü üzerine yazmıştım. Öyledir, bir şair kendinden başka nereye gidebilir ki? Herkes aslında kendisini ortaya koyar… Anlatabildim mi? Nazım bir anlamda kendini yazmıştır hep…
Düşüncelerini, duygularını, yaşamını, aşklarını… Ben de biraz bunu yaptım. Şiirlerin mutlaka bir nesnel karşılığı vardır. Elbette şiirin içinde fanteziler, kurgular olacak… Ama her şairin yazdığı kendidir bir yerde…
Bir şairin yaşamdaki duruşu, şiirini de beliriyor…
Elbette. Tavırdır bu… Örneğin ben… Hayatıma bakın; ben düşünce sanığıyım ama suçlu değilim… Asıl suçlu, beni suçlayan düzendir. Şiir yazdım, kitaplarım yayımlandı. Bunu nasıl sağladım? Göze alarak… Her şeyi ama her şeyi göze alarak…
Uzun bir süre toplumcu şiir anlayışı ile şiirlerinizi yazmaya devam ettiniz. ‘Kedi Aklı’nda ki şiirleriniz de ise okuyucunuzun karşısına farklı bir biçemle çıkıyordunuz. Ve pek çok tepki aldınız.
Şiirimde değişen tek şey biçemdi; içerikte değişen bir şey olmamıştı. Belki şöyle söyleyebiliriz; ben toplumcuyum, gerçekçiyim ama Türkiye’de anlaşılan toplumcu gerçekçiliğin dışında bir tavır sergiliyorum. Marksist şiir anlayışının tanımı hiçbir zaman sosyalist realizm değildir. Ancak bunu söylemek hele de o yıllarda söylemek hiç de kolay bir iş değildi. Ciddi tepkilerle kaşılaşabilirdim.
O yıllarda Marksist sanat anlayışını anlatan tek bir kuramsal kitap vardı; bir Amerikalı’nın kaleme aldığı ‘Altın Zincir’, Gerçi Stalin bile bu kitap için ‘kaba bir kitap’ demişti… Ancak hiçbir sosyalist kuramcının kitabı Türkçe’ye çevrilmemişti. Var olan anlayışa göre de gerçeküstücülük gerici bir akım olarak görülüyordu. Ama gerçeküstücülük aslında hiç de böyle değildi.
Ben de bu durumun bir kültür mirası olduğunu düşündüm. Dünyanın önde gelen toplumcu şairleri de şiirlerinde biçem değişikliği yapmışlar hatta aşk şiirleri bile yazmışlardı; bireysel duygu ve düşüncelerini yazmaya devam ediyorlardı. Şunu da söyleyeyim, Nazım Hikmet aşk şiiri yazmasaydı, biz aşk şiiri de
yazamazdık. Benim sunularım içinde bir beyit vardır:
“Kendimi onun yerine koydum da düşündüm
Gökyüzünün yerine koydum da düşündüm”
Bu sunu, şiirimdeki geniş düşünceyi olduğu gibi açıklıyor.
Peki şiirinizde değişen aslında neydi?
Şöyle; kalıcı olan şairlerin şiirlerine baktım. Hemen hepsinde biçim kusursuzluğu vardı. Yani hepsi biçimini bulmuş şiirlerdi. Şiirinize ne kadar kutsal, değişik düşünceler anlatırsanız anlatın, şayet biçem olarak yönünü bulmamışsa, şiirin bugüne kalması çok zor. Kalmıyor. Zaten diğeri sanat da olmuyor. Brecht de bunun altını çizer. Ortaya çıkanın sanat olması için biçiminin kusursuz olması, mutlaka bir estetik değer kazanması gerekir. Sıradan okur olmasa da seçkin okur bunun ayrımını yapar. Toplumcu gerçekçi şiirde ise öz ve biçim ayrı sayılırdı. Hatta içerik, biçemden çok daha önemli görülürdü.
Orhan Veli, 1941 yılında ‘Garip’ adını verdiği kitabı ile şiirde bir dönemi başlatmıştır. Kitap çıktığında yüz kuruş verip, satın almıştım. Yüz kuruş önemli bir paraydı benim için… O şiirleri de sevdim ben… Değişiklerdi ve hepsinden önemlisi de bir yenilik getirmiş olmalarıydı. Özellikle de şiirde şairaneliği yıkıyorlardı. Şaireneliği yıktılar ve imgeyi de bir kenara koydular. Şiire imgeyi yeniden getirenler ise ikinci Yeniler’di.
Şiirimi değiştirdiğimde çok tepki aldım. Hem kavga arkadaşlarımdan, hem de başta Yaşar Kemal, Atilla İlhan olmak üzere pek çok aydından… Ama devrimci olarak hiçbir zaman utanılacak bir davranışta bulunmadım. Anlım her zaman açıktır ve bu yüzden hiç kimse bana bir şey söyleyemez. Şiirlerimden ötürü çok kez yargıladım.
Bu gün de tavrımda hiçbir değişiklik yoktur. Çünkü sanat sanattan anlayanlar için yapılır; şiir de şiirden anlayanlar için… Bir zamanlar halk için denirdi. Ama halk için yazmak demek, halkın anlayacağı şeyi yazmak anlamına gelmez ki… Halk çeşitli nedenlerle cahil bıraktırılıyor. Özellikle güdülen bir kültürsüzleştirme politikası vardır; bir şair bunun karşısında ne yapabilir ki? Şiirin kuralları var.
Şiir hayatınızın hemen başında önemli bir politik açılımı benimsemiştiniz: Sosyalizm. Bu arada TKP ile bir tanışıklığınız oldu mu? Türkiye Komünist Partisi ve çevresinin şiirinize etkisi var mıydı?
Ben de partiyi arıyordum. Bir gün, bugün ünlü bir ressam olan Nuri İyem’le tanıştık. Nuri, partinin olduğundan ve hatta şiirlerimi okuyup, beğendiklerinden söz etmişti. Bana seni sevdiler, şiirlerini sevdiler, ama sen sempatizan olarak kalacaksın, dedi. Yani partiye beni almadılar. Sanırım partinin varlığını öğrenmek beni sakinleştirmişti. Daha sonra da toplumcu gerçekçi şiirlerimi sürdürdüm. Çünkü artık sorunu çözmüş ve sosyalist düşüncelerimi şiirlerime aktarmayı başarmıştım. TKP’nin şiirlerime dair olumlu düşünceleri vardı. Yalnız sanıyorum bana söyleyen Nuri İyem’di. Ve savaşın olumsuz etkileri üzerine de şiirler yazmamı önermişti. Ülkemizde savaş yoktu ama II. Dünya Savaşı tüm şiddeti ile devam ediyordu. Savaşın etkileri de öyle… Ekmek karneye bağlanmıştı. istanbul’da tifüs salgını vardı. Bu konulara eğilmemi söylediler. Yerinde önerilerdi kuşkusuz.
Peki sempatizanlığınız ilerledikçe şiiriniz içeriğinde ya da biçimde değişiklikler olmaya başlamış mıydı?
Çevrenin etkisi oluyor tabii. Şöyle bir şey daha var. II. Dünya Savaşı içinde olmak anti-faşist olmak bir yurtsever için düşünülemezdi, o zaman yurtseverlik faşizm diye anlaşılıyordu. Yani faşist olmayan yurtsever olamaz. Oysa yurt, halktır. Ulusun mutluluğudur yani… Asıl yurtseverler sosyalistler, marksistler, komünistlerdir. O zaman ben barış şiirleri yazdım. Daha çok savaşan, yurtsever savaşçılar için yazdım. Che Guevara’dan… Faşizme karşı savaşan askerler… Yugoslavya’daki partizanlara kadar… Bu şiirleri o zamanlar biz yalnızca kendi dergilerimizde yayınlıyorduk. Çoğu yayınlanmamıştır bile, benim de yayınlayayım diye bir isteğim yoktu. Otuz sene sonra hiç değiştirmeden kitabıma aldım. O zaman kitap çıkartmadım. Belki de çıkartsaydım, o döneme bakıldığı zaman, benim şiirlerim hakkında daha doğru bir yargıya varılabilir.
Çağdaş bir şair sosyalizmden yana olmalıdır. Ancak sosyalist iktidarda bile özellikle Stalin döneminde halkın yanında olan şairler, ya susturulmuş ya da yokedilmiştir. Şair her zaman aykırı olmalıdır. Aykırı derken, yani halkın yanında, çalışan insanın yanında, emekçinin yanında olmalıdır. Kendi düşündüğü görüş iktidar olsa bile… Rusya’ya baktığımızda partili olanların içinden büyük yaratıcılar çıkmadığını görüyoruz. Sovyetler Birliği’nde büyük şair çıkmadı, önceki gibi, bir iki ismi saymazsak devrimden sonra büyük romancı da yok… Eskiden Lenin Barış Ödülü’nü alanlara saygı duyardım. Hatta Nobel’den daha çok, önem verirdim. Ama baktım öyle değil. Asıl ödül almayan ve baskıya uğrayan susturulan daha önemli… Yani güzel insanlar diyebilirim.
Hayatımı etkileyen üç insan var diyorsunuz: Nazım Hikmet, Şevki Aşit ve Demir Özlü…
Evet; Nazım Hikmet şiirimi etkiledi. Toplumcuydum, gerçekçiydim ama toplumcu gerçekçilikten Türkiye’de anlaşıldığı anlamından uzaklaştım. Nazım Hikmet şiirini daha ileri götürdüğümü düşünüyorum. Fakat bu arada Nazım’ın şiirleri gelmeye devam ediyordu. Yön dergisinde yayımlanıyorlardı. Hatırlıyorum şöyle başlayan bir dize vardı:
“Anlamaya çalışıyorum inancı yitirmenin pahasını…”
Bir baktım, Nazım yine kendini yenilemiş ve ben onu aşamamışım. Sonraları şiirim de daha çok çaba göstermeye başladım. Değişik şiirler yazmak istedim.
Şevki Akşit’i sevmeseydim TKP çevresinde olmazdım. Sözde ben de TKP’liymişim… Gerçi bunu hiçbir zaman kabul etmedim. Şevki, gerçek bir devrimciydi. Şiiri de bilirdi.
Demir Özlü, benden daha gençtir. Kendisi bir öykücü ve romancıdır. Aynı zamanda Türkiye’nin önde gelen entelektüellerindendir. Demir, beni farkında olmadan etkiledi. Ayrıca özel yaşamıma katkısı büyüktür. Eşim Tülin’le Mavi Yolculuk’ta tanışmıştık. Demir, bizi evlendirdi diyebilirim.
Şiir yazdınız, hapislerde yattınız… Bu zor bir hayattı. Ama yine de şiirinize devam ettiniz, ediyorsunuz…
Evet ama başka türlü yapamazdım ki… Üstüne üstüne gitmem gerekiyordu. Sürekli yargılandım ve hemen her yargılanışımın ardından yeni bir kitap yayımladım ve şiirimi sürdürdüm. Başka türlü davranmış olsaydım silinirdim. Üstelik silmeye de hazırdılar. Bu gün varsam, şiirimi sürdürdüğüm için, yazdıklarım az çok değerlendirildiği için varım. Ama hiçbir zaman popüler olmama izin vermediler.
Popüler olanlar daha çok ikinci Yeni anlayışını kabul eden şairlerdi; onların şiirleri hiç kimseyi rahatsız etmiyor. Ben ikinci Yeni anlayışına katılmadım. Ama sanırım benim de anlaşılmaz olmam da etkim var. Şiirlerde yapılan duygu sömürüsüne hep karşı oldum. Kitaplarımın adı da genç devrimcilerin birdenbire anlayacakları isimler değildir; “Seslerin Ayak Sesleri”, “Ay Ayakta Değildi” ya da “Ay Kar Toplamaz ki” gibi… Denizler’in idamı için de şiir yazdım… “Ölüm Yoktu” da geçer. Ama ben hiç belirtmiyorum şiirde… Kızıldere’de öldürülenler için de şiir yazdım… Bu üzücü olaylar dünyanın birçok yerinde yaşanıyor. Ben de bir şair olarak bu olaylardan duygulandım, etkilendim ve yazdım. Ama şiirime “Kızıldere” adını verdiğimde bu bana duygu sömürüsü gibi geliyor. Bu şiirin adı “Orada ve Her Yerde”dir.
Gerçek şiir okuru işte daha önce de söylediğim gibi şiirden anlayan insanlardır, birikimi olan insanlardır. Sıradan okur bunu, anlayamaz… Özüne varamaz… Ben de iyi bir okurum; okuma alışkanlığım çocukluğumdan başladı ve devam ediyor. Yetenek diye bir şey vardır. Yalnız bilgi ile şiir yazılmıyor. Bunun ben biraz da kalıtım olduğuna inanıyorum. Benim annem sanatçı yapıdaydı. Bir defa eli çok açık bir insandı, annem Mükerrem Hanım… İmgelemi ve hayal gücü çok güçlüydü. Aynı zamanda beş, altı insanın kahve falına bakar ve hepsine farklı şeyler söylerdi. Çok güzel masal anlatırdı. Bakın şöyle bir anım var; yoksul olduğumuzu söylemiştim. Yine mevsimlerden bir kıştı. Soğuk, Tipi… Bizim de kömürümüz bitmiş, mangalda kıvılcım kalmamış ama iki kardeş elimizi mangala uzatıyoruz. Bu sırada güneş açtı. Hani kar toplar güneş ya… Birden kapının önünden geçen hallaçın sesini duyduk: “Pamuk attıran, pamuk attıran…” diye bağırıyor. Annem baktı ve şöyle dedi adama; “Sen de aç ben de aç, gel sevişelim hallaç…” Annem okur yazardı. Doğrusu değişik bir insandı. Aşkı için yaşamını değiştirmişti.
Sanırım zamanına göre oldukça ileri görüşlü bir kadınmış Mükerrem Hanım. Röportajın başından beri merak ettiğim bir soruyu sormak istiyorum; Nazım’la tanışmış mıydınız?
Hayır ben Nazım’a dargındım.
Neden?
Nazım hapishaneden çıktığında insanlar onu görmeye gidiyorlardı. Ama ben gitmedim. Piraye’yi bırakıp, Münever Hanım’la birlikte olmasını çok yadırgadım. Hala düşünürüm; Piraye Hanım insan olarak Nazım’dan daha nitelikli birisidir. Nazım’ın Piraye’ye davranışı yüzünden kendisine dargındım. Bana “Neden gitmiyorsun?” dediler. Ben de “Bir gün herhangi bir yerde rastlaşırız” dedim. Şimdi adını hatırlamıyorum ama Nazım, bir Sovyet yazarına Piraye’yi bıraktığı için pişman olduğunu söylemişti.
Nazım ve Piraye bir efsaneydi; Piraye tam 13 sene bekledi Nazım’ı… Oysa hapishaneye giren birçok insan eşinden ayrılıyor. Zaten şöyle bir şey vardır; uzun yıllar hapis cezası alanlar eşlerine ayrılmayı teklif ederler. Ve pek çok kimse de ayrılmıştır. Ayrılırken üzülmüşlerdir falan ama sonuçta yaşam devam ediyor. Örneğin Rıfat Ilgaz, oğlunun, Aydın’ın annesi ile birbirlerini çok sevdikleri halde ayrıldılar. Çünkü Aydın Ilgaz’ın annesi de öğretmendi ve Rıfat’la evli kalmaya devam etseydi öğretmenlikten atılacaktı. Ayrıldılar ama dost, arkadaş kaldılar. Piraye Hanım ise, Nazım’dan ayrılmadı. Üstelik çalışan bir kadın da değildi. Çok sıkıntı çektiler. Nazım bu sıkıntılardan şiirinde de bahseder. Bu nedenle benim Nazım’a küsmem romantik bir his değil, gerçekçi bir tavırdır.
(Şebnem Atılgan, E, Temmuz 2001)