Ufuk Lüker
  • Ana Sayfa
  • Şiir
  • Öykü
  • Müzik
  • Sinema
  • Yazın
  • Görsel
  • Kişisel
  • Kitaplık
  • Ara
  • Menu Menu

Fazıl Hüsnü Dağlarca Üzerine

in Yazın

Dağlarca, Cumhuriyet döneminin, özellikle ikinci kuşak şairlerinin en özgünü, nicelik ve nitelik bakımından en verimlisidir. Gerek dili, sözcükleri, gerek temaları, şiir kalıpları ile kendinden önceki şairlere benzemediği gibi, çağdaşlarına da benzemez. Onun kadar hiçbir şairimiz, hiçbir sanatçımız, gerek yerlebir gerçeğe; gerek insan denen bilinmezin çekirdeği çocuk’tan başlayarak Tanrıya; Tanrı’yı da, insan aklının yüzyıllardan bu yana vardığı Evren kavramını da aşan, ancak engin bir sezgiyle (aklın durduğu yerde başlayan sezgiyle) alacakaranlık halinde sezebildiğimiz gerçeküstü gerçeğe böylesine şairce kanat açamamıştır.

Dağlarca, Fransızların Victor Hugo’ya yakıştırdıkları mage (büyücü, müneccim) sözüne, dünya ölçüsünde, belki en çok hak kazanan, antenleri gözle görülür dünyaya olduğu kadar, gözle görünmeyen, insan aklını aşan sezgiler dünyasına pencereler açan tükenmez, tükenecek sandığımız bir anda, yeni yeni sezgileriyle insanı şaşırtan, kaynağı kurumaz bir şairdir: Yüz-binlerce çağrı bana, yüzbinlerce / Şaşar kalır şuracıkta yüreğim (Deliböcek).Dağlarca, şiire daha 19’unda, askeri okul sıralarında başlar. İlk şiiri (Yavaşlayan Ömür), 1933’te İstanbul dergisinde çıkar. Bütün acemiliklerine karşın, yer yer şaşırtıcı bir olgunluk taşıyan bu şiirde bilinmeyen bir sevgiliye seslenir. Bir sevda sarkışıdır bu: Akşamın bastırmasıyla seslerin dindiği bir saatte içinin derinlerinde başlayan eski bir şarkı; kırk yıllık sanat hayatında ağır basan, ama her an tazelenen, ilk sevgiliden insanlara, dünyaya, evrene açılan, durmadan tazelenen bir sevda şarkısı.

Dağlarca’nın ilk şiir kitabı 1935’te yayınlanır: Havaya Çizilen Dünya. Ama şair, asıl kişiliğini bütün yönleriyle yansıtan eserinde, Çocuk ve Allah’ta, bulur. Dağlarca’nın özelliği insan kaderi, dünya ve evrendeki yeri üzerine, sevgiyle karışık çocuksu bir şaşkınlıkla eğilmesidir, diyebiliriz. Şair bu kitapta, iki uç arasında, Çocuk’la Tanrı, görünenle görünmeyen arasında şaşkınlıkla gidip gelir. İnsanlığın kaderi üzerine çocuk’tan, insanlığınkine Taş Devri’nden (1945) başlayarak Tanrı’ya, Evrene, oradan da Evren ötesine {?Çsu, 1955) kadar uzanır ilgisi. Bu düzeyde şairin son vardığı aşama ?Çsu’dur. Dağlarca’nın belki en karanlık, belki de en aydınlık eseri olan ?Çsu “insanın günümüzden (yani, şairin sezgisinden) eski çağlara doğru tek kesit içinde incelendiği” eserdir. ?Çsu, hiçbir bilimin, hiçbir dinin bugüne kadar kavrayamadığı; içine, Tanrısı, doğası, insanı, evreni, uzayı ile her şeyi alan, “süreden sürez’e” uzanan “bir devinimin”, bir “büyük aydınlığın” (gözleri kör eden, onun için de ne olduğunu bilemeyeceğimiz bir aydınlığın) ta kendisidir.

Dağlarca’nın şiirini, o engin, çağlayanlar gibi gürül gürül akan, aktıkça coşan, coştukça akan şiirini, Daha’daki (1943) “Dışımızla içimiz” adlı şu dörtlük özetlemektedir:

Görünenle
Olmak
Düşünmek
Görünmeyenle.

Görünenle olmak. Nedir görünen? Dünya gerçeği. Dağlarca için görünen, her şeyden önce insandır, önce, çocuk’ta başlayan, anada, kardeşte arkadaşta, sevgilide somutlaşan, önce kendi ulusunda, sonra dünya uluslarında, bir kelimeyle, insanlıkta oluşan insan. Dağlarca’nın, insan bilmecesinin çekirdeği çocuk’la başlayan “görünenle olmak” serüveni, Çakırın Destanı (1943) ile insanın dış dünya karşısındaki davranışına ve ruh yapısına, oradan da Anadolu köylüsünün kaderine (Toprak Ana, 1950; Aç Yazı, 1951), Türk ulusunun fetihlerle yüce, Kurtuluş Savaşı’yla kutsal yaşantısına kadar uzanır. Bu aşama destanlar aşamasıdır. Üç Şehitler Destanı (1945) ile başlayan, İstiklal Savaşı-Samsun’dan Ankara’ya (1951), İstiklal Savaşı-İnönüler (1951), Yeni Mehmetler (1964), Çanakkale Destanı (1965) ile sürüp giden bir sürü destanda şairin yüreği yurdu için çarpar. Dağlarca bununla da kalmaz, 27 Mayıs Devrimi’ni izleyen özgürlüksüz demokrasi döneminin bütün haksız eylemlerine mertçe cephe alır.

Bütün bu destanların yanı sıra, Çakırın Destanı ayrı bir önem taşır. Bu eserde şair, yüzyıllardır horlanmış, ezilmiş bir ulusun çocuğu olan Çakır’ın ağzından “bir cihan türküsü” özlemi içinde antenlerini gerip “uzak milletlerin gençlerini” yarını dinlemeye çağırır. Bununla da kalmaz, Sivaslı Karıncayı (1951) yollara salıp, ilk kez dünyaya açılarak, insanın ortak kaderi üstünde durur Asya’yla Avrupa’yı kıyaslayarak. Şair artık yalnız kendi ulusunun değil, bütün ulusların, özellikle ezilmiş, horlanmış, uyanmamış, uyanması engellenmiş ulusların sözcüsü olur, hatta daha da ileri giderek, Vietnam halkının bir sömürgen devlete karşı kahramanca sürdürdüğü (tıpkı bizim Kurtuluş Savaşımız gibi) kurtuluş çabasını benimseyerek Vietnam Savaşımız (1966) adı altında bir destan yazar, Kubilay Destanı (1968) doğrultusunda bir coşkuyla.

Dağlarca’nın ikinci özelliği görünmeyenle düşünmek’tir. Görünmeyen, önce, adına Tanrı dediğimiz kavram, sonra gökleri, yıldızlarıyla (bütün uzay deneylerine rağmen) çözülmez bir bilmece halinde karanlıklara gömülü bir evren, daha sonra da ölüm, o yokluk, o Allah’a doğru uzanan yolculuk’tur.

Dağlarca’dan Tanrı, Mevlana ve Yunus’taki gibi mistik bir varlık, insanın ulaşmaya, kendini onda eritmeye yöneldiği bir varlık değildir. Daha çok bir bilinmezler kavramıdır Tanrı. Evrenin dinginlik senfonisinde her şey Tanrı kadar “mevcut” ve hareketsiz, her şey onun kadar “namevcuttur” çünkü. Tanrı, olsa olsa, insanda yaşayan, insanla birlikte var olan bir bilinmez, belki de bir sonsuzluk özlemidir. Oysa insan, hele çocuk, her yerde var ve “mevcuttur”. Öylesine var ve “mevcuttur” ki, Dağlarca onu son eserinde (Arkaüstü, 1974) uzay boşluklarında, yatağında sırt üstü yatmış durumda, renkleri öttürme yarışları, sesleri boyama oyunları içinde, ışıktan giysilerle, uçan sevinçlerden sevinçlere koşturup, Exupery’nin Küçük Prens’inin dünya ötesi gezegenindeki serüvenine taş çıkartan bir düş ve fantezi zenginliğinde dolaştırıyor.

Dağlarca, sayısı otuz üçü bulan, her biri ötekinden güzel ve ilginç kitaplarıyla Türk edebiyatında, gerek kapsamı, ön seziş yeteneği, hayal gücü hiçbir şiir geleneğine bağlı olmayan eserleri, gerek şiir dilinin özgünlüğü, hepsinin üstünde sözcüklere yüklediği düşünce ve duygu zenginliğiyle erişilemez bir doruktur. Daha 1939’larda Orhan Burian: “Dağlarca’nın şiiri ya cinnete, ya da dehaya varmak üzeredir” demişti. Aradan geçen 36 yıl bu yargının dehadan yana ağır bastığını gösteriyor.

(Vedat Günyol, Çalakalem, İş Bankası Yayınları, 1999)

Etiketler: Fazıl Hüsnü Dağlarca
Bu gönderiyi paylaş
  • Share on Facebook
  • Share on Twitter
  • Share on Tumblr
  • Mail üzerinden paylaş
Beğenebilecekleriniz:
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Kök
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Kötü
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Sevgicek
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Söyle Sevda İçinde Türkümüzü
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Dal
Fazıl Hüsnü Dağlarca – İlk Gece
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Sular Bizden Akıllıdır
Fazıl Hüsnü Dağlarca – Gecelerim

Site içerisinde ara

@ufukluker'i takip et

RSS Son okuduklarım

  • Gemiler de Ağlarmış
  • Bir Köy Hekimi
  • Açlık Sanatçısı
  • Unutamayan Adam (Amos Decker, #1)
  • Bir Havva Kızı
  • Her Şeye Rağmen Sevgi

Site istatistikleri

  • 0
  • 94
  • 87
  • 7.671.289
  • 3.016.063

Etiketler

Halim Şefik Güzelson Abdülkadir Budak Sennur Sezer Ataol Behramoğlu Gülseli İnal Gülten Akın Oktay Taftalı Suat Taşer Birhan Keskin Ozan Telli Orhan Kemal Özkan Mert Edip Cansever Lale Müldür Günter Kunert Feyzi Halıcı Necati Cumalı Gabriel Celaya Ömer Bedrettin Uşaklı Asaf Halet Çelebi Yılmaz Odabaşı Federico Garcia Lorca Ziya Osman Saba Yaşar Nabi Nayır Behçet Kemal Çağlar İbrahim Karaca Fethi Giray Nihat Behram Ahmet Ada Fazıl Hüsnü Dağlarca Metin Altıok Jesus Lopez Pacheco Mehmed Kemal Konstantinos Kavafis Ingeborg Bachmann Sun Yu-T'ang Ümit Yaşar Oğuzcan Talip Apaydın Sait Faik Abasıyanık Nazım Hikmet Kemalettin Kamu Konstantin Simanov Kemal Özer Şükran Kurdakul Turgay Fişekçi Cengiz Bektaş Adnan Yücel Memet Fuat Bekir Yıldız Refik Durbaş Fang Vei Teh Eugene Guillevic Celal Sılay Ahmet Muhip Dranas Süleyman Çobanoğlu Ercüment Behzat Lav Enis Batur Altay Öktem Blas De Otero İsmet Özel Asım Bezirci Philippe Soupault Vecihi Timuroğlu Paul Eluard Miguel Hernandez Aziz Nesin Yorgo Seferis Ahmet Erhan Liana Daskalova Sabahattin Ali Sabahattin Kudret Aksal Faruk Nafiz Çamlıbel Cahit Sıtkı Tarancı Özdemir İnce Afşar Timuçin Ece Ayhan Barış Pirhasan Cahit Zarifoğlu Akgün Akova Metin Eloğlu Yaşar Kemal Müştak Erenus Bejan Matur İlhami Bekir Tez Louis Macneice Cahit Külebi Abdülkadir Bulut Füruğ Ferruhzad A. Kadir Behçet Necatigil Dido Sotiriou Cahit Irgat Salah Birsel Kostas Kleanthis Kemal Burkay Murathan Mungan Adalet Ağaoğlu Oktay Rifat Yannis Ritsos Jose Marti Ahmet Necdet Ahmet Oktay Sinan Kukul İsmail Uyaroğlu Yi Men Mehmet Yaşin Suat Vardal Nicolae Dragos Seyhan Erözçelik Kahraman Altun Sezai Karakoç Can Yücel Louise Gareau Des Bois İlhan Berk Enver Gökçe Melih Cevdet Anday Orhan Murat Arıburnu Vyaçeslav Ivanov Bedri Rahmi Eyüboğlu Attila İlhan Vladimir Mayakovsky Cevat Şakir Kabaağaçlı Adnan Özer E. E. Cummings Turgut Uyar Hasan Biber Heinz Kahlau Sabri Altınel Bertolt Brecht Conrad Aiken Türkan İldeniz Özdemir Asaf Erdal Öz Resul Rıza Rıfat Ilgaz Orhan Veli Kanık Ahmed Arif Fakir Baykurt Mehmet Başaran Kutsiye Bozoklar Şükrü Erbaş Cemal Süreya Hilmi Yavuz Süleyman Nesip Zafer Ekin Karabay Nahit Ulvi Akgün Bilgin Adalı Vasko Popa Ahmet Telli Kerim Korcan Hasan İzzettin Dinamo A. Hicri İzgören Berin Taşan Erdal Alova Yaşar Miraç Neşe Yaşın Pablo Neruda Nikola Vaptsarov Ülkü Tamer Cevdet Kudret Sandor Forbath Hasan Hüseyin Korkmazgil Suat Derviş Tove Ditlevsen Tevfik El Zeyyad Peter Abrahams Oğuz Atay Arkadaş Z. Özger Özge Dirik Oruç Aruoba Yılmaz Güney Haydar Ergülen Hasan Basri Alp Goethe Vedat Türkali Kenneth Rexroth Arif Damar Behçet Aysan Metin Demirtaş Sandor Petöfi
by Ufuk Lüker
  • 500px
  • LinkedIn
  • Youtube
Şiir NedirDüşüncenin Şiiri
Sayfanın başına dön